Übeyy b. Ka’b (r.a.) şöyle anlatıyor: Hz. Peygamber (s.a.v.) gecenin üçte ikisi geçtiğinde kalkar: “Ey insanlar! Allâh (c.c.)’u zikrediniz! Allâh (c.c.)’u zikrediniz! Sûr’a birinci kez üfürüldü (râcife); bunun arkasından da ikincisi (râdife) gelecektir. Ölüm tüm acılarıyla gelip çatmıştır!” derlerdi. Bir gün; “Ey Allâh’ın Resûlü (s.a.v.)! Ben sana çok salât ü selâm getiriyorum. Duâlarımın ne kadarını size ayırayım?” dedim. “Dilediğin kadarını” buyurdular. “Dörtte birine ne dersiniz?” dedim. “Dilediğin kadarını ayırabilirsin. Ancak ne kadar çok ayırırsan senin için o kadar hayırlı olur!” dediler. Bu kez “Yarısına ne dersiniz?” diye sordum. O (s.a.v.) yine: “Dilediğin kadarını ayırabilirsin. Ancak ne kadar çok ayırırsan senin için o kadar hayırlı olur!” buyurdular. “Üçte ikisine ne buyurursunuz?” dediğimde yine aynı cevâbı verdiler. Bunun üzerine “Ey Allâh’ın Resûlü (s.a.v.)! Bütün duâlarımı (salevât getirmek) sana ayırıyorum” dedim. O zaman şöyle buyurdular: “Bu durumda bütün ihtiyaçlarından ve üzüntülerinden kurtulursun. Ayrıca günâhların da bağışlanır.” Bir gün sahabe Nebi (s.a.v.)’e nasıl salavât getirileceğini sordular. Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdular: “Allâhümme salli alâ Muhammedin ve alâ âl-i Muhammed, kemâ salleyte alâ İbrahime ve bârik alâ Muhammedin ve alâ âl-i Muhammed kemâ bârekte alâ İbrahime fi’l-alemin, inneke hamîdün mecîd (Rabb’im! İbrâhim ve âline getirdiğin salevât gibi Muhammed (s.a.v.)’e ve O’nun âline de salavât getir. Âlemler arasında İbrâhim’i bereketlendirdiğin gibi Muhammed (s.a.v.)’i ve O’nun âlini de bereketlendir. Sen övülmeye lâyık yüce bir zât’sın)” deyiniz. Selâmsa bildiğiniz gibidir.” Nesâi’de Ebû Talhâ (r.a.)’dan gelen bir rivâyet şöyledir: “Bir gün Resûlullâh (s.a.v.), yüzünde bir sevinç olduğu hâlde geldi. Kendisine: “Yüzünüzde bir sevinç görüyoruz!” dedik. “Bana melek geldi ve şu müjdeyi verdi: “Ey Muhammed (s.a.v.)! Râbbin diyor ki: “Sana salâvât okuyan herkese benim on râhmette bulunmam, selâm okuyan herkese de benim on selâm okumam sana (ikrâm olarak) yetmez mi?” (Nesai)(M. Yusuf Kandehlevi, Hayatü’s-Sahabe, c.4, s.54-56)