Bütün hayatı manevî kerâmet (ya‘ni istikâmet) olan Efendimiz
Hazretleri, kendilerinden sâdır olan kerâmetleri böylece
saklamamızı bize öğretmiş oluyorlardı. Böylece kerâmetin
matlûb olmadığını, zuhûrunun o kişilere Allâh (c.c.)’ün rahmeti
olduğunu anlatmış oluyorlardı. Buna da hamdetmek lâzımdı
ve hemen takılmadan istikâmet üzere Hakk yola devâmı öğretiyorlardı.
Böylece inkılâb kâbiliyetini hâiz olan kalbimiz
hakîkî ve tek matlûb olan Allâh (c.c.) ile olacaktı. Ağyârdan
ictinâb gerekliydi. İşte kalbin hâllerini anlatırlarken verdikleri
bir misâl:
“Bukâlemun denilen, Türkçe adı “bahtabakan” kertiş cinsinden
kuyruğu ile dala sarılan bir hayvan vardır. Çocukluğumuzda,
bu boz renkli hayvanı tutar, erkeklerin o zaman
kullandığı kırmızı renkli, püsküllü, kalıba konan feslerini onun
üzerine koyardık. Kısa bir süre sonra fesi kaldırdığımızda,
bukalemunun kıpkırmızı olduğunu görürdük. Biraz açıkta kalınca
eski boz rengine avdet ederdi. Yine kadınların başını
örttüğü siyah renkli yağlığı (başörtüsünü) alır bukalemunun
üzerine örterdik. Bir müddet beklettikten sonra başörtüsünü
açtığımızda hayvanın renginin siyahlaştığını müşâhade ederdik.
Biraz sonra asıl rengine avdet ederdi. İşte bir hayvanda
bu derece bulunduğu yere intibâk kâbiliyyeti olursa; ya
kalbimizi nasıl muhâfaza etmemiz gerekir; teemmül edelim”
buyururlardı.
Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Cenâb-ı Hakk, sizin kalıbınıza
değil; kalblerinize nazar atfeder.” Kalb nazargâh-ı İlâhî’dir;
ona göre dikkat etmeliyiz. Yine buyuruyorlar: “Gençliğimde
dergâhta hâl ehli, ehl-i keşiften Âdil Beğ bana: – “Sâmî
evlâdım, münâsebette bulunduğun kişilere çok dikkat et,
sakın kasvetli kimselerle karşı karşıya oturma. Bir defa Ayasofya
câmiinde mevlid dinliyordum; bir de baktım letâiflerim
durmuş. Karşımda diz dize oturduğum adamın kalbi hasta
imiş (ya‘ni katı). Letâiflerimi üç günde zor çalıştırdım.” dedi.
Câmiide mevlid dinleyenin kalbinden bu in‘ikâs olursa ona
göre dikkat edelim.”