Doğumundan i‘tibâren bütün hayatı boyunca bu müjdenin
şanlı izlerini taşıyan bu zâta “Âlî makâm sâhibi” ma‘nâsına gelen
Sâmî ismi konur. Her hâlleri büyük, yüksek makâm sâhibi
oluşlarının dışarıya tezâhürüdür.
Hakk idâresinin kaldırılıp, halk idâresinin müslümânlara da
sevdirilmeğe çalışıldığı şu cehâlet asrında; ekseriyetin İslâm
dışı davranışlarına;
“Bugünkü şartlarda ancak bu kadar olur.” diyerek kılıf
bulup, İslâm’ın bazı şartlarda tam olarak yaşanamayacağı
iddiâsını hâlleri ile çürütüp, asra yakın ömürlerinin, doğumundan
i‘tibâren tamâmını, sünnete harfiyyen riâyet ederek geçirip,
İslâm, fitnenin zirveye çıktığı devirlerde bile sünnete tam olarak
ittibâ edilerek yaşanabilir ve kıyâmete kadar da yaşanacaktır
diye hayatı ile bunu isbât etmiş bir âlî kadîrdir Hazret-i Sâmî
(k.s.).
Allâh (c.c.) dostlarının büyüklerinden bir zâtın ifâdesi ile
“Asırların nâdir yetiştirdiği bir büyük velîdir” Hazret-i Sâmî (k.s.).
1950’li yılların başlarında İstanbul’a intikâllerinden sonra
kendilerine Fahr-i Kâinat (s.a.v.) Efendimiz tarafından
“MAHMÛD” ismi verilmiş ve kendileri icâzetli halîfeleri Adanalı
Hacı Hasan Efendiye:
– “Fakire bundan sonra Mahmûd Sâmî denilmesini ihvâna
bildiriniz; bize böyle emrolundu.” diye emir gereği büyük
tebşîrâtı bildirirler.
Çocuk yaşlarında muhterem anneleri kendilerini akrânlarıyla
oynamak üzere dışarı gönderdiklerinde Hazret-i Sâmî (k.s.)
Efendimiz ellerini dizlerinin üzerine koyup “tahiyyât” oturuşundaki
gibi oturup, uzaklara gözlerini diker, devâmlı olarak düşünür,
tefekkür ederler. Çünkü Allâh (c.c.)’ün Resûlü (s.a.v.)
Efendimiz, Mi‘râc’da tahiyyâtta gibi oturmuşlardı. Bu sünneti
ömürleri boyunca hep böyle sürdürdüler. Hiç bir zaman kendilerini
bunun dışındaki bir şekilde otururken gören olmamıştır.
“Neden arkadaşları ile oynamayıp oturduğu” sorulduğunda:“-
Biz oyun için yaratılmadık.” buyurmuşlardır. İşte hadîs-i şerîfi
telmîh; işte sünnete ittibâ.’