İbrâhim (a.s.)’ın babası Âzer: “Artık oğlumuzu şehire götürmekte bir tehlike yok, alınan bütün tedbirler kaldırıldı. Nemrûd’un da endişesi zail oldu. Hattâ O’nu Nemrûd’un mâiyetine bile verebiliriz.” dedi.
Bir gün, Güneş battıktan sonra, üç kişi yola çıktılar. Yolda İbrâhim (a.s.) deve, at ve koyunları gördü. Ve sordu: “Bunlar nedir? Bunların elbette bir Hâlık’ı, bir Râbb’i var. Hâlık’sız mahlûk olmaz. Acaba beni yaradan kim?” Anası: “Benim!” dedi. “Ya senin rabbin?” “Baban!” “Peki, ya Onunki?” “Nemrûd!” “Nemrûd’u yaradan?” Annesi sustu: “Böyle konuşma yavrum!” dedi. Âzer bir an düşünceli kaldı. Sonra karısına döndü: “Zannederim ki, kâhinlerin bahsettiği çocuk, bizim oğlumuz olacak.” dedi. “Bize, yeni bir dîn getirecek.”
Ertesi gün, babası, İbrâhim (a.s.)’ı Nemrûd’a götürdü. Nemrûd azametle tahtına oturmuştu. Çok çirkin bir adamdı. Fakat etrafında; Bâbil’in en yakışıklı erkekleri ve güzel kızları pervâne gibi dönüyorlardı. İbrahim (a.s.), babasından sordu: “Bu tahtta oturan kim?” “Hepimizin Tanrısı!” “Peki, ya karşısında duranlar, etrafında dolaşanlar?” “O’nun yarattığı kulları!” İbrâhim (a.s.) tebessüm etti: “Baba! Bu ne biçim Hâlık’tır ki, bu kadar çirkinken böyle güzeller yaratmış!” dedi.
İbrahim (a.s.), artık gençlik çağındaydı. Nemrûd tarafından katledilmek korkusu kalmamıştı. Âzer, put yapar ve bunları satılmak üzere, İbrâhim (a.s.)’la pazara gönderirdi. Fakat pazarda İbrâhim (a.s.): “Kimseye fayda ve zararı olmayan bu putları benden kim satın alır?” diye bağırır ve bu yüzden, bittabi bir satış yapamazdı. Akşam olunca da putları nehire götürür, başlarını suya sokar “Haydi su için!” diyerek kavmiyle istihzâ eder, onlara dalâletlerini bildirirdi.(Ayıntabî Mehmed Efendi, Tibyân Tefsiri, c.2, s.34-35)