Ehl-i İslâm ile Kureyş arasında akd edilmiş iş bu muâhedenâme (devletler hukuku) nokta-i nazarından da tedkîke şâyândır.
Husûsiyle şu dört cihet nazar-ı dikkati câlibdir:
Birincisi: Yazılış tarzında kavâîd ve merâsim: Muâhedenameye Cenâb-ı Hakk (C.C.)’nün ismiyle başlanmıştır.
İkincisi: On senelik muvakkat bir mütarekeyi hâvî olması ve bu yolda muâhedât-ı ahîrede görülen tevâud ve şerâite muvâfık bulunmasıdır.
Üçüncüsü: Mültecilerin iâde ve teslîmi kaziyyesiyle bu imtiyâzın yalnız Kureyş efrâdına tahsîs ve ihsân buyurulmasıdır. Filhâkîka mültecinin iâdesi arab ahlâk ve âdetince makbûl bir şey değil ise de burada maksad yalnız İslâm’a delâlet olduğundan Resûl-i Ekrem (S.A.V.) Hazretlerinin bunu kabûle tenezzül buyurmaları, ulviyyeti güneş gibi âşikâr olan Dîn-i Mübîn’in bu gibi mânialara karşı her türlü te’sîrden ârî olduğunu beyân ve irâde hikmetine mebnî idi.
Dördüncüsü: Sâir kabilelere hakk-ı ihtiyâr (serbestîlik) verilmesidir ki, isterlerse ahd-i emân’ı Peygamber (S.A.V.)’e ve isterlerse Kureyş ‘in ahd-i emânına duhûlde muhayyer bırakılmışlardır. Geçmiş zamânlarda meçhûl olan bu hakk-ı hıyâr (ya’nî muhayyer olma hakkı) bu asırda Avrupa hukuk-i düveline girmiş ve pek büyük bir ehemmiyet almıştır.
 
(Hz R. M. Sâmî (K.S.), Hz. Osmân ve Alî r.a)