Hikmeti Sual Olunmayan Ameller

Kendisi ile sorumlu tutulduğumuz fiillerimiz iki kısımdır. Birisi, genel manada aklımızla, hikmetini anladığımız fiillerdir. Meselâ, namaz, zekât ve oruç gibi. Çünkü namaz, Yaratan’a sırf bir tevazu ve yalvarıp yakarmadır. Zekât, fakirin ihtiyacını gidermeye çalışmaktır. Oruç ise, şehveti kırma hususunda bir sa’y-ü gayrettir. Diğeri, hikmetini anlayamadığımız fiillerdir. Meselâ, hacda yapılan bazı işler gibi. Çünkü biz aklımızla, şeytan taşlamanın, Safa ile Merve tepeleri arasında sa’y etmenin, reml yapmanın (sa’yin bir yerinde koşar gibi yürümenin), ıztıba yapmanın, yani ihramlı kişinin, ihramını sağ koltuğunun altından geçirip sol omuzunun üstüne atmasının hikmetinin ne olduğunu anlayamayız.
Muhakkîk âlimler, Allâh (c.c.)’un, kullarına hikmetini anlayabildiğimiz fiilleri emretmesi gibi hikmetini anlayamadığımız fiilleri de emretmesinin güzel olduğunda ittifak etmişlerdir. Cenâb-ı Allâh, bazen manasını anladığımız şeyleri söylememizi emreder. Bundan maksat da, emredilen şahsın, âmirine teslimiyetini ortaya koymasıdır. Bunun bir başka faydası daha vardır: İnsan bir şeyin manasını iyice anladığında, o şeyin tesiri kalbten gider. Ama o şeyi söyleyenin Hâkimler Hâkimi olan Allâh (c.c.) olduğuna kesinkes inanarak, onun manasını anlayamazsa, o insanın kalbi devamlı o söze yönelik olur ve devamlı onu düşünür. Çünkü mükellefiyetin (teklifin) özü, insanın sırrını (kalbini) Allâh (c.c.)’un zikri ve Kur’ân’ı tefekkür ile meşgul etmektir. Allâh (c.c.)’un, kulunun zihninin devamlı buna yönelik ve bununla meşgul olmasında kul için büyük bir menfaatin bulunduğunu bilmesi; kulun da bu menfaati elde etmek için O (c.c.)’a kulluk etmesi uzak görülen bir ihtimâl değildir.
(Fahruddîn Er-Râzî,Tefsîr-i Kebîr Mefâtîhu’l-Ğayb, c.1, s.415-416)