Efendimiz (s.a.v.)’in bizlere vasiyetlerinden biri, bir kimse bizi hac farizasını yerine getirmekten caydırmak için korkutucu sözler söylerse, sıhhî ve malî durumumuz bu farzı edâyâ müsait olduğu sürece hac farizasını bırakmamamız, söylenilenlere de inanmamamız hakkındadır. Bu uğurda dünyayı içindekilerle birlikte kaybedecek olsak dahi, farz olan bu hacca çıkmamız, bir mecburiyettir. Buna kimse mani olamaz. Zira Allâh (c.c.)’a borcumuzu ödedikten, vatanımıza sıhhat ve afiyetle döndükten sonra, gerek hayatımızda ve gerekse rızkımızda bir bolluk ve bereket görülür. Farz olan hac vazifemizi yaptıktan sonra, geçimimizi sağlayamamak, aile fertlerimize bakamamak gibi endişelerle, ikinci kez, hayır kazanmak gayesiyle, hacca gidemezsek, bunda bir sakınca yoktur.
Mâlî ve bedenî güçleri olduğu halde bu ahde hıyanet edenler çoktur. Bunlardan bir kısmı, kendilerine iki sene yetecek ve hac masraflarını karşılayacak kadar fazla malları bulunduğu halde, hac farizasını bırakıp, şahsî durum ve vazifelerinin buna mani olduğunu iddia ve ispata çalışırlar.
Bir insan nefsinin, sorumluluğunu bilmelidir. Hâkk Te’âlâ şöyle buyurur: “İnsanları hacca gelmeleri için çağır.
Yaya olarak sana gelirler.” (Hac s. 27)
Hadis-i şerifte: “Kendisini Allâh (c.c.)’un evine ulaştırabilecek, binecek bir devesi ve yeterli azığı olup da hacca gitmeyen bir kimse, Yahudi veya Hıristiyan ola-rak ölür.” (Tirmizî)
Hâkk Te’âlâ bu konuda şöyle buyurur: “Ona bir yol bulabilenlerin (gücü yetenlerin), Beyt’i haccetmeleri, Allâh’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır.” (Al-i İmran s. 97)
Yine hadis-i şerifte: “Hâkk Te’âlâ şöyle buyurur: “Cismine afiyet verdiğim, geçmişini genişçe sağladığım kulum, beş sene geçer, benim evime gelmezse, her şeyden yoksun kalır.” buyrulmuştur. (İbn Hibban)
(İmâm Şa’rânî, El-Uhud’ul Kübrâ, s.834-835)