Menkıbe, Fâtih’in, Ayasofya’da Cuma namazını kıldırırken farz için üç iftitah tekbiri aldığını, cemâatin de -tekrara mânâ verememekle beraber- onun gibi yaptığını söylüyor… Ve namaz sonunda bunun sebebini soranlara, Büyük Hakan’ın “Kâbe’yi ancak, üçüncü tekbirde görebildim.” cevabını verdiğini ilâve ediyor.

Bu menkıbe, bize, inancının nirengisine yöneldiği zaman Fâtih’in görme gücü önünde duvarların şeffaflaştığını, mesafelerin yol olduğunu, uzakların yaklaştığını anlatıyor. Bu menkıbe, bize, daha genç yaşında, serdar, şair, idareci, âlim, mucit hükümdarın göğsünde ne derin bir iman taşıdığını gösteriyor. Bu menkıbe, bütün müminlere, gerçek namazın, kıbleye yönelince, Kâbe’yi görebilenlerin namazı olduğunu en güzel örneğiyle öğretmek istiyor.

Fethin 567’inci yıldönümündeyiz ve gün Cuma’dır. Fâtih, “Her yıldönümüne nasip olmayan böyle güzel tesadüf hürmetine Cuma namazını Ayasofya’mda kılmak isterim… Beni oraya götürün!” dese ne cevap vereceğiz? Gerçeği söylemekten, yerin dibine girmek bin kat iyidir.

Bugün Fâtih, Ayasofya Camisi’ni arasa bulabilir mi; bulsa mihrabından Kâbe’yi görebilir mi; Kâbe’yi görebilmesi için kaç iftitah tekbiri alması lâzım gelir?

Osmanlı Hanedanı’nın İkinci Sultan Mehmed’i de, onun büyük milleti de İslâm mabedi haline gelen tarihi kilisenin adını değiştirmeye lüzum görmeyecek kadar hoşgörü sahibiydi. Ulu Hakan, Ayasofya’nın bazı İstanbul kuyumcuları tarafından, bir altın tepside kabartma olarak, Prenses Sofiya’ya düğün hediyesi diye gönderildiğini duysa aynı hoşgörüyü gösterebilir mi?

Bu iki defa mübarek günde hünkârımız, kendisini Cuma namazı için, Fetih sembolü İstanbul Ayasofya’sına götüremeyen bizi, torunluğa kabul edebilir mi?

(Arif Nihat Asya, Onlar Bu Dilden Anlar, 29 Mayıs 1964 Cuma)