Nurlandıran, nur kaynağı, münevvir, âlemleri nurlandıran, istediği simalara, zihinlere ve gönüllere nur yağdıran demektir.
“Allâh, göklerin ve yerin nurudur. O’nun nurunun temsili, içinde lamba bulunan bir kandillik gibidir. O lamba kristal bir fanus içindedir; o fanus da sanki inciye benzer bir yıldız gibidir ki doğuya da batıya da nispet edilemeyen mübarek bir ağaçtan, yani zeytinden (çıkan yağdan) tutuşturulur. O’nun yağı, neredeyse, kendisine ateş değmese dahi ışık verir. (Bu) nûr üstüne nurdur. Allâh dilediği kimseyi nuruna eriştirir. Allâh insanlara (işte böyle) temsiller getirir. Allâh her şeyi bilir.” (Nur s.35)
İbn-i Abbas (r.a.) ayetteki “Allâh göklerin ve yerin nurudur” ifadesini gök ve yer halkını hidayete erdiren olarak, ayetin devamını ise, “O’nun nurunun benzeri, nasıl ki safî zeytinin yağı neredeyse kendisine ateş değmese dahi ışık verir ancak ona ateş değdiği zaman ışık olur ve ışığı artar. İşte mü’minin kalbi de bunun gibidir. İlim gelmeden önce hidayetle muttasıf ve onunla amel eder. Fakat mü’min ilim sahibi olunca bir hidayet üzerine hidayet, nûr üzerine nûr olur” diye tefsir etmiştir.
Allâh (c.c.) sadıkların kalbini tevhidiyle nûrlandırır. Yine İbn-i Abbas (r.a.)’a göre, “En-Nûr”, “Cenab-ı Hakk’ın dilediğini hidayete erdirmesi, ona hakkı açıklayıp, hakka ittibayı ilham etmesidir.”
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bu hususta sabah namazında şöyle dua ederdi: “Allâh’ım! Kalbime, kabrime, kulağıma, gözüme, saçlarıma, vücuduma, etlerime, kanıma, kemiklerime, önüme, arkama, sağıma, soluma, üstüme, altıma nûr bahşet. Allâh’ım! Bana nuru ziyade et ve nûr bağışla, bana nûr ver.”
(Ayet ve Hadislerle Esmaül Hüsna Şerhi, s.305)