“De ki: ‘Allâh sizi diriltiyor, sonra sizi öldürüyor, sonra da kendisinde hiç bir kuşku olmayan kıyâmet günü O sizi bir araya getirip-toplayacaktır.’ (Casiye s. 26)
Muhyî, ölü spermayı diriltip ondan canlı bir varlık çıkarandır. Öldükten sonra ruhları tekrar iade ederek çürümüş bedenleri yeniden dirilten O’dur. Kalpleri marifet nuru ile aydınlatıp dirilten, ölümünden sonra üzerine yağmur yağdırarak toprağı yeniden dirilten ve ondan bitkiler çıkaran da O’dur.
Mümît ise, canlı varlıkları öldürendir. Allâh (c.c.) ölüm ile sağlıklı ve güçlü olanların gücünü yok eder. O, her şeyi yaşatan ve öldüren, her şeye kadir olandır. Allâh, yaşatma sıfatı ile övündüğü gibi, öldürme sıfatı ile de övünür. Bu, hayır ve şerrin, yarar ve zararın yalnız O’ndan geldiğini, mülkünde hiçbir ortağı bulunmadığını, yalnız kendisinin bâki ve ebedi olduğunu, kendisinin dışındaki bütün varlıkların fani olduğunu bilmemiz içindir.
Kalpler, ilimle, marifetle, iyi ve erdemli insanlarla oturmakla aydınlanıp hayat bulduğu gibi, cehalet ve bilgisizlikle, iyi ve erdemli insanlardan uzak durmakla, arzuların peşinden gitmekle, oyun ve eğlencelere dalmakla, dünya metaı elde etmeye çalışmakla ve Allâh’tan gafil olmakla da katılaşır ve karanlığa bürünüp hayatiyetini kaybeder.”
Her Müslümân, mutlak olarak yalnız Allâh’ın yaşatan ve öldüren olduğunu bilmeli ve inanmalıdır. Lanetli Nemrut ve Kaderiye mezhebinin iddia ettiklerine inanmamalıdır. Allâh dostu İbrahim Peygamber (a.s.) Nemrut’a gelip: “Benim Rabb’im, dirilten ve öldürendir” (Bakara s. 258) deyince, inkârcı Nemrut:
“Ben de diriltir ve öldürürüm” (Bakara s. 258) demiş, sonra da zindandan ölüme mahkûm edilmiş bir mahkûmu çağırtıp serbest bırakmış, suçu olmayan birini de tutup öldürmüş ve:
“İşte bak! Ben de diriltip öldürdüm” (Bakara s. 258) demişti.
Oysa Nemrut, bu iddiasında yanılmıştı. Çünkü O, gerçekte diriltmemiş ve öldürmemişti. Kendisinden başka kimselerin de yapabileceği, insanın iradesine bağlı öldürme ve affetme fiilini işlemişti.
(Kurtubî, el sena fi rehi esmail hüsna, c.1 s.383-385;
Râzî, Şerhü’l Esmâ’ül Hüsnâ, s. 290-291)