“Eğer ehl-i kitap imân etselerdi, Allâh’dan korksalardı, şüphesiz kabahatlerini kefaretler ve kendilerini naîm cennetlerine koyardık” (Mâide s. 65)
Âyet-i kerîmede şu hakîkatlere işaret edilmiştir: Yahudî ve Hıristiyanlar, kendisine imân etmek vâcip olan şeylere imân edip, Allâh (c.c.)’dan korksalardı, günâhlardan sakınsalardı, elbette Allâhü Teâlâ onları affeder, günâhlarını örterdi. İslâm, ne kadar çok günâhla dolu olursa olsun, geçmişi temizler.
Bir sonraki Âyet-i kerîmede de ehl-i kitabın durumu tarif edilmektedir: ”Eğer onlar Tevrat’ı, İncil’i ve Rableri tarafından kendilerine sair indirileni doğru tutsalardı; elbette hem üstlerinden yerlerdi, hem ayaklarının altından. İçlerinde mu’tedil bir ümmet yok değil; lâkin, çoğu ne kötü işler yapıyorlar.” (Maide s. 66)
Mu’tedil ümmetten kastedilen, Hıristiyan ve Yahudilerden imân edip Müslüman olanlardır: Abdullah bin Selâm (r.a.) ve benzerleri gibi. “Lâkin çoğu ne kötü işler yapıyorlar.” İnatları, kibirleri, Hakkı tahrif etmeleri ve ondan yüz çevirmeleri ne kötü!
Allâhü Teâlâ, onların üzerine gök ve yerin bereketlerini saçmakla, rızıklarını genişletti; yağmurunu indirdi ve bitkileri çıkardı. Ehl-i kitabın başına gelen sıkıntılar, Tevrat’ı ve İncil’i indirildikleri hâliyle tasdîk etmeme cinayetini işlemelerindendir. Yoksa Allâh’(c.c.)’un rahmetinin kusurundan değildir.
Kendilerine indirilenlerle amel etmedikleri için Peygamber (s.a.v) Efendimiz’i tasdîk etmemişler, Tevrât ve İncîl’in içinde bulunan ahitlere, Allâh (c.c.) için vefâ göstermemişler, hukukuna, hükümlerine uymamışlar, namazı kılmamışlardır. Âyet-i kerîmede, takvânın, dünya ve âhiret işlerinde istikâmetin, rızık genişliğine sebep olduğuna da işaret vardır.
Muhakkak ki takvâ tarafına riâyet ve ahde vefâ etmekle kişi, din ve dünya yönünden işlerini istikâmete koyar. Ama dünya şehvetlerinden sadece bir şehvetin bile uzun bir hüznü ve kederi vardır. Büyük bir tuzak ve hiledir. Belki helâk olmaktır.
(İsmail Hakkı Bursevî (k.s.), Rûhu’l-Beyan Tefsîri, 6.c., 630-637.s.)