Bilâl-i Habeşî (r.a.) buyurur: Âlemlerin efendisi (s.a.v.) dünyâdan sefer edince, aydınlık âlem gözümüze karanlık oldu. Bir gün mü’minlerin annesi Âişe-i Sıddîka (r.anhâ)’nın hücresinin kapısına gittim. Hz. Âişe (r.anhâ)’nın ağlamasını işittim: “Âh Muhammed, âh Ahmed!” diyordu. Kapıyı çaldım. “Ayrılığın yaktığı kalbi yaralının kapısını çalan kimdir?” buyurdu. “Resûlullâh (s.a.v.)’in yüksek hanedanının hizmetçisi Bilâl’dir” dedim. “Resûlulla (s.a.v.)’in ayrılığı ile nasılsınız?” dedim. “Ey Bilâl, sudan uzak kalan balığın hâli nasıl olur? Ey Bilâl, dün gece, rüyâda gördüm ki, Resûlullâh gök yüzünde meleklerle dolaşıyordu. “Yâ Resûlâllah, nereye gidiyorsun?” dedim. “Baban Ebûbekir-i Sıddîk’ın ruhunu karşılamaya gidiyorum. Bizim yanımıza geliyor” buyurdu” dedi.
Hz. Bilâl (r.a.) anlatır: “Ebûbekir-i Sıddîk (r.a.) kapısına vardım. İzin istedim. Yanına oturdum. Kızı Âişe (r.anhâ)’nın gördüğü rüyâyı anlattım. Ebûbekir-i Sıddîk (r.a.) ağladı ve: “Ruhum, yedi kudretinde olan Allâhü Teâlâ’ya yemîn ederim ki, dün gece ben de aynı rü’yâyı gördüm. Ey Bilâl, git Âişe’yi çağır, bana gelsin ve beni son bir defa daha görsün” buyurdu.
Biz bu konuşmaları yaparken, Âişe (r.anhâ) içeri girdi. “Babacığım, işte yıkanmış, temiz bir kefen getirdim” dedi. Ebûbekir-i Sıddîk (r.a.), “Yavrum! Yıkanmış kefen sözünü bırak, müslüman olduğum ilk gün üzerimde bulunan kilimi (kalın kaba elbise) bana kefen yapın. Çünkü çok zamanlar Allâh (c.c.) korkusundan ağladığımda, gözyaşlarımı o kilime sürerdim. Belki Allâhü Teâlâ, o gözyaşlarımın hürmetine bana rahmet eder” buyurdu.
Ebûbekir-i Sıddîk (r.a.) vefat edince, onu Resûlullâh (s.a.v.)’in temiz Ravdasının kapısına getirdiler. “Yâ Resûlâllah (s.a.v.), senin mağara arkadaşını getirdik” dediler. Bir de ne görsünler, Ravda-ı Mutahhara’nın kapısı kendiliğinden açıldı ve Resûlullâh’ın Ravdasının önünde kazılmış bir kabir göründü. Resûlullâh (s.a.v.)’in Ravdasından iki el çıktı ve Ebûbekir-i Sıddîk (r.a.)’i tutup aldı. O anda: “Siz dönün, gidin! Dost dosta kavuştu” diyen bir ses duyuldu.
(Muhammed Rebhami, Riyâdü’n-Nâsihîn, s.472-473)