İmâm Ahmed b. Hanbel’e istivâ hakkında suâl sorulmuştu. O: “İstivâ, haber verildiği gibidir. Yoksa, beşerin hâtırına geldiği gibi değildir” cevâbını verdi.
İmâm Şâfiî’ye istivâdan sorulunca, onun cevâbı şöyle olmuştur:
Benzetmeksizin inandım, misallendirmeden tasdîk ettim, bilmekte nefsimi suçladım, bu mevzûda mübâhaseye dalmaktan tamâmen kendimi tutmuş bulunmaktayım.”
İmâm A‘zam Ebû Hanîfe (r.a.) dedi ki: Bir kimse, “Allâh gökde mi, yoksa yerde mi bilemiyorum” dese, küfre gitmiş olur. Zîrâ bu söz, Hakk Te‘âlâ için bir mekân var da o kimse bunda şüphede imiş, vehmini verir.
İmâm Mâlik’e “İstivâ”dan söz açılınca şu veciz ifâde ile cevâb verdi:
“İstivâ, ma‘lûmdur; nasıl olduğu, meçhûldür; ona îmân, vâcibdir; ondan suâl açmak ise, bidattir.”
Rivâyet olunmuştur ki, İmâm Mâlik, bundan sonra suâl sormaya kalkışan o şahsa: “Ben seni ancak hâricî olarak görüyorum”, (ve yanındakilere) “Onu huzûrumdan çıkarınız” demiştir.
İşte bu beyanlar, dört mezheb imâmının yürüdüğü yolu açıklamaktadır. Bu husûsta aralarında bir uyuşmazlık yoktur. Kim imâmlar arasında inancın sıhhatine te’sîr edecek bir uyuşmazlık olduğunu vehmederse, ümmetin imâmlarına en büyük iftirâyı atmış ve müslümânların dînî önderleri hakkında kötü zan beslemiş olur.
Kim, Allâh’ın cihetle alâkası bulunduğunu vehmederse onun için ma‘rifeti ilâhi makamında en küçük bir nasîb yoktur. O, ancak Allâh’a cisim isnâd eden kimse gibidir. Allâh, bu gibi istinâdlardan uzak ve yücedir.
(Yûsuf en-Nebhânî, Şevâhidü’l Hakk, 218.s.)