İmanı ve İslam’ı öğreten, yanlışları düzelten, insanı ve kâinatı doğru anlamaya yönelten kutsal kitabımız Kur’ân-ı Kerîm, hiç bir zaman dinlerarası diyalog gibi bir süreci başlatmamıştır. Henüz Müslümân olmamış herkesi tevhid akidesine davet etmiştir. Onların asıllarında da var olan ve fakat mevcut hallerinde bulunmayan peygamberlik ve tevhid akidesine çağrı vardır. Ortak nokta “olan” değil, “olması gereken”dir. Aksi halde oraya davet gerekmezdi. Kur’ân, daha henüz müşterek tevhid temelinin oluşmadığını beyan etmektedir. Öyle alanlar, öyle noktalar teşekkül etmişti ki bugün hâlâ öyledir, müşrik ile hıristiyan ve musevînin farkı kalmamıştı.
İki tarafı da idare etme talebinde bulunan müşriklere “sizin hesabınız ve sorumluluğunuz size, benim dînim bana” dendi. Daima doğru olana çağrıldı. Siyasî anlaşmalar bir diyalog sonucu olarak düşünülebilir. Fakat onlar siyasî çerçevenin dışına çıkmadı. Mektuplar ise diyalog değil, davettir.
“Dînlerarası Diyalog”, “İbrahimî Dînler Birliği”, “Dînler Bahçesi”, “Üç Büyük Dîn” formülleri, 1965’ten bu yana hızlanarak beraber yürüyor. Bunlar aynı zamanda, hoşgörü, hürriyet, demokrasi, çoğulculuk, federatif yapı, küreselcilik formülleri ile desteklenerek sunulmakta, bunlarla da beraber yürütülmektedir.
Hıristiyan ruhbanın Ortaçağda yaptığı zulüm ve eziyet, dillere destandır. “Allâh (c.c.)’dan başka Tanrı yoktur ve Hz. İsa (a.s.) Oğul-Tanrı değil, bir peygamberdir.” diyen İtalyan filozofu Bruno’yu ateşte yakan bu ruhban değil midir? Bir zamanlar Hintli ruhbanın özellikle kadınlara yaptıkları zulüm ve eziyetlerin haddi hesabı yoktur. Yeni ruhban çok farklı değildir. İstiklal Savaşımız’da Rum Ortodoks ruhbanın yaptıkları, Kıbrıs’ta ruhbanın marifetleri, unutulmamıştır. Keşmir’de Müslümânlara çektirilen eziyetler, halktan gelmemektedir. Protestan ruhban ise siyasî ve ideolojik cambazlıkla geleceği planlamaktadır.
Misyonerler faaliyetlerini arttırmıştır. Dün olduğu gibi bugün de, insanlığı Hz. İsa (a.s.)’ın “dîn-i hakiki”sine davet ediyorlar ve Hz. İsa (a.s.)’ın tekrar gelişine hazırlık faaliyeti içine giriyorlar. Yapılan görev, hakiki dîne davet değil ki, diye düşünecek isek, bu yanlışlığı gidermenin yolunu bulup tartışmamız ve iyi değerlendirmemiz gerekiyor. Çünkü diyalog faaliyetlerinde çok önemli bir husus dikkat çekmekte, fakat suskun geçilmektedir.
Hiçbirinde Hz. Peygamber (s.a.v.) gündeme gelmemektedir. O (s.a.v.)’i tanıma açık şekilde ifade edilmemektedir. Hz. İsa (a.s.) ise sürekli gündemde tutulmakta, diyalog onun etrafında ve onun himayesinde gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır. Hıristiyanın meselesi, Müslümânın tek Allâh inanışına sahip olması değil -zaten böyle olduğunu biliyorlar- Hz. Peygamber (s.a.v.) ve Hz. İsa (a.s.) ile ilgilidir. Ülkemizde de bazı kişi ve gruplar buna cân-ı gönülden destek olmuşlardır.
Kelime-i Tevhid’i kısaltarak, Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in son peygamber ve nebi olduğunu gündeme getirmek istemiyorlar. Eğer yaptıkları dînlerarası diyalog ise ve İslâm üzerinden bu diyaloğu yapılıyorsa, Hz. Peygamber (s.a.v.)’siz İslâm, İslâm olur mu?  İsa (a.s.) Allâh’ın Oğlu dedikçe, insanlığın problemlerine nasıl çare bulacaksınız? Sadece “sevgi” lafıyla mı. Kapitalizmin, liberal oyunların emrine girmiş, oyuncağı olmuş bir “dîn” ile diyalog kurarak, insanlığın hangi derdine çare bulacaksınız?
Müslümânları Hz. İsa (a.s.) arkasında saf tutmaya davet ediyor da Hristiyanları Hz. Peygamber (s.a.v.) etrafında toplanmaya neden çağırmıyorlar? Yoksa Hz. Peygamber (s.a.v.)’in risaleti insanlığın kurtuluşluna kâfi değil midir?
“Muhammed’in nefsi elinde olana yemin ederim ki, Yahûdî olsun, Hıristiyan olsun bu ümmetten beni duyup da getirdiğim Kitab’a îmân etmeden ölen kimse mutlaka cehennemlik olur.” (Müslim)
“Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa, bilsin ki kendisinden böyle bir dîn asla kabul edilmeyecek ve o, âhirette ziyân edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmran s. 85)
(Prof. Yümni Sezen, Dînlerarası Diyalog İhaneti, 174-175.s.)