Cennet ve Cehennem insan hayatının en nihâyet varacağı son duraklardır. Bunlar en son ve daimi durak yeri sayılırlar. Onlardan sonra başka durak yoktur. Cennet; orası manevi bir mükâfat âlemidir. Orası muvâhhidlerin yurdudur, imân edip salih âmel işleyenlerin, Allâhü Teâlâ’dan korkup, layıkıyla O (c.c.)’a kul olanların, verdikleri ahitlerde sebat edenlerin, O (c.c.)’un yolunda nefisleriyle ve mallarıyla cihâd edenlerin yeridir. Tevhid akidesine sımsıkı sarılıp, onu nefsine ve hayatına hâkim kılmak için üzerine düşen görevi yerine getiren Allâh (c.c.) askerlerinin durağıdır Cennet.

Gerçek yerini ancak Allâhü Teâlâ’nın bildiği ebedi olan Cennet, beşer aklının alamayacağı nimetlerle doludur, içinde akan nehirleri, ağaç ve meyveleri, yiyecek ve içecekleri, elbise ve hil’atlar, huriler ve hayâl edebildikleri her nimete nail olacaklardır. Bilhassa Allâhü Teâlâ’ya zamansız ve mekânsız, zaman zaman görmek şerefine erişecek olan Mü’minler, bu nimetlerin verdiği sonsuz zevkle, Cennet’in diğer bütün nimetlerini unutacaklardır. Cennet hakkında Cenâb-ı Hâkk, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurur: “Allâh (c.c.), onlara ağaçları altlarından nehirler akan cennetler hazırladı, içlerinde ebedi olarak kalacaklar.”

Cehennem ise mânevî bir ceza âlemidir. Kâfir, günahkâr ve asi kulların yurdudur. Allâhü Teâlâ’ya itaatten ve ibâdetten geri duranların varacakları yerdir. Allâhü Teâlâ, alevleri, harareti ile cehennemi de anlatmıştır. Günahkârların kalplerine korku saçan, Allâh (c.c.) ve Resulü (s.a.v.)’e karşı gelip büyüklük taslayan, isyân eden zalimlerin bu durumlarını terketmeleri için onları dehşete düşüren cehennem azâbı Kur’ân-ı Kerîm’de açıklanmıştır. Kâfirlerin yurdu olup orada ebedi kalacakları cehennemde, günahkâr mü’minler de günâhlarının cezasını çektikten sonra çıkacak ve cennete gireceklerdir.

Cehennem hakkında Cenâb-ı Hâkk, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurur: “Şu gerçeği bilmiyorlar mı ki, kim Allâh (c.c.)’a ve Resûlü (s.a.v.)’e karşı hududu aşarsa, içinde ebedi olarak kalmak üzere, ona cehennem ateşi vardır.”(Mehmed Çağlayan, Ehl-i Sünnet ve Âkâidi, s.263)

Bir Yorum Bırak