İ’tikâdî mes’elelerde, farz-ı ayn olsun; farz-ı kifâ-ye olsun, bu mes’elelerin ilminden vâcib olanlarını bilmemek haramdır. Farz-ı kifâye olarak bilinmesi vâcib olan bir şeyi, insanlardan, hiçbirinin bilmemesi, haramdır. Bir şeyin ilmi ya’ni bilinmesi vâcib değilse, onun cehli ya’ni bilinmemesi haram değildir.
Cehl-i basîtin tedâvî edilmesi, insanı küfre götüren ve onu hayvandan da daha aşağı kılan gaileleri (engelleri) ber taraf edilmesi, ancak âyet ve hadîslere dayanan ilmi öğrenmekle mümkün olacaktır.
Bazen insan için aklî delillerin zıddlığı sebebiyle bir cehalet hâsıl olur ki ona şaşkınlık adı verilir. Bu şaşkınlığa şekk (şübhe, zann), tereddüd veya tevakkuf (durma, bekleme) da denilir. O hâlde bunun ilâcı da aklî kaidelerin mümâresesi, müdâhalesi (devreye sokulması)dır. Bu yüzden de aklî ilimlerin öğrenilmesi, bazı ulemâya göre kifâye üzere vâcib; bazı ulemâya göre de farz-ı ayn telakkî olunmuştur. Aklî ilimlerden maksâd; meânî, usûl, cedel ve benzerleridir. Kelâm, felsefenin hikmetine her ne kadar aslında yasak ise de bir arızdan dolayı mubah olabilir.
Birbirine zıdd görünen iki delîlin târihinin ve tercihinin mücerred ma’nâda bilinememesiyle ve tevakkufun lüzumunun gereği açıktır. Denilmiştir ki iki delîlin târihinin ve tercihinin birleştirilmesi mümkün olmazsa iki delil terk olunur. Kitâbdan sünnete dönülür. Sünnetten de sa-hâbî (r.a.)’ün görüşlerine dönülür. Ondan da kıyâsa veya o ikisinden kalbin kendisiyle şâhid olduğu şeye dönülür.
(Hz. Muhammed Mevlânâ Ebû Saîd Hadimi (k.s.), Berîka Tercemesi 2. c., 416-418. s.)