Müslümanlara karşı zulüm, işkence hiçbir zaman eksilmiyordu. Hattâ Habeş ilinden deniz aşıp tekrar karşıya ge­çenlere ve Mekke’ye gelenlere dayağı eksik etmiyorlardı, onları dövüyorlardı. Zindana atıyorlardı. Arkası olmayanla­rı, bir himaye altına girmeyenleri kâfir müşrikler tutar, onla­ra türlü azâb ederlerdi. Buna rağmen ne müslümanlık geri kalıyor, ne de Efendimiz (s.a.v.)’e bir bıkkınlık, yolunda du­ralamak geliyordu. Allah’ın Resulü, Allah (c.c.)’un iki cihan sevgilisi dîne da’vetle meşgul oluyor, yalnız Kureyşlileri de­ğil, Hâşim oğullarını da İslama çağırıyordu. Gece gündüz Yüce Allah’ın fermanını yerine getirmeğe çalışıyor, risâleti-ni halka tebliğ ediyordu. Kureyşliler:
Sakın bu sihirbazın dinine girmeyiniz. Diline aklanma­yınız. Sözüne inanmayınız! diye halkı kandırmağa çalışı­yorlardı.
Acaba, diyorlardı, bu sihirin namını duyan, yabancı yerden gelenler bulunuyor mu? Belki, onun dinine heves bağlamış olanlar bulunabilir. Onun dinine girerler. Ona ina­nırlar. İşte, bu sebepten, yollar daima gözcülerle doldurulu-yordu.
Eğer gelen yolcu, ırak yerlerden geliyorsa hemen kar­şı çıkarlar, onunla konuşmağa başlarlardı. Eğer o yolcunun sözlerinden Resûlullâh (s.a.v.)’in yüzünü görmeye geldiği­ni, Resûlullâh (s.a.v.)’e meyli olduğunu anlarlarsa, onun di­nine girmeğe muhabbeti varsa, o kimseyi hemen yakalar­lar, gizli bir yere götürürler, yere oturturlar, ikramda bulu­nurlardı. Tatlı taamla, tatlı sözlerle o kişinin gönlünde olan din hevesini gidermeğe çalışırlardı. Eğer başarılı olurlarsa o yolcuyu geri gönderirlerdi. Fakat geri dönmeyen olursa Kureyşliler hemen bu mü’minin üzerine hücum ederler, ona acı bir dilin zehirlerini kusarlar, eziyetlerde bulunurlardı.
(Mustafa Darîr-i Erzurumî (rh.a.), Siyer-i Nebi, 2. c., 69-71. s.)