Osmanlı döneminin büyük müderrislerinden Üsküplü Ali Çelebi (r.âleyh)’in yolu, seyahât ettiği bir zamanda Rumeli’de bulunan Debre kasabasına bağlı bir köye düşer. Orada her köşesi Çin evlerindeki nakışlara benzer, her duvarı Mâçin ressamlarının eserlerinden bir numuneyle süslü, gâyet büyük ve sağlam bir kilise görür. İçinde yapılışı ve düzenlenişi şahane, süsü ve ziyneti harika, iç süslemelerin ve resimlerin hepsinden daha mükemmel ve eşsiz bir büyük resim görmüş. Kimin resmi olduğunu ve ne vakit resmedildiğini güngörmüş bir rahibe sorar. Yaşlı rahip, “Bu büyük meclis, peygamberiniz Muhammed el-Arabî (s.a.v.)’in ticaret için Şam’a giderken Hz. Mesih’in ümmetinden rahip Bahîrâ’nın vermiş olduğu karşılama ziyafetini anlatmaktadır” cevâbını verir. Bu resme dikkatle bakınca, siyer kitaplarının anlattıklarıyla birebir uyuştuğunu görür. “Eğer peygamberimizin Allâh (c.c.)’un vazifelendirdiği hak bir peygamber olduğu ilk hıristiyanlarca kabul edilmemiş olsaydı, rahib Bahîrâ niçin ziyafet verme konusunda zahmet çekmeyi tercih etmiş olsun? Ve niçin böyle büyük bir mâbedde o resmin bulunmasını hıristiyan âlimler beğensinler, caiz görsünler?” diye sorar. Dalâlete esir düşmüş rahip, “Biz onun peygamberliğini inkâr etmeyiz. Belki ümmetimizin şerli kişilerinden çekinmeseydik “Lâ ilâhe illallâh Muhammedün Resûlullâh” demekten geri durmazdık. Ancak o, ahir zamanın vaadinde sadık nebîsi ise de peygamberliği Araplar’adır” diyerek sözünü bitirdi. Cenâb-ı Hâkk Kitab-ı Kerimi’nde şöyle buyurmuştur: Biz seni bütün insanlara ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler. (Sebe s. 28) (Eyüp Sabri Paşa, Mahmudu’s Siyer, s.62)