Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz Hazretleri Cenâb-ı Hakk’ın vaadine mazhar olmasına ve melekler ile kuvvetlendirilmesine rağmen sebepler dünyasının gereklerine uygun olarak askerlerini saf saf dizmiş, mücâhidlerini hazırlamış, onları nârâ atmaktan ve fazla söz söylemekten menetmişti.
Bu muharebe; dünya, evlâd ve her şeyden vazgeçilen ve büyük fedakârlıkların yapıldığı mahşerî bir gündü. Çünkü iki ordu birbirine yaklaştığı zaman karşı karşıya gelenlerin baba ile evlat ve kardeş ile kardeş oldukları görüldü. Bir tarafta Hakk, bir tarafta bâtıl; bir tarafta nûr, bir tarafta zulmet; bir tarafta muvahhidler, bir tarafta müşrikler duruyordu.
Fakat manzara geçmişte asla benzeri olmamış bir şekilde çok etkileyici idi. Bütün dünyadaki tek Tevhîd kitlesinin geleceği tehlikedeydi. İslâm Âlemi’nin hayatı Bedir cephesinde bulunan birkaç yüz fedâî muvahhidin (Allâh (c.c.)’un varlığına ve birliğine inananlar) hayatına bağlı görünüyordu. Hz. Ebû Bekir (r.a.)’ın henüz İslâmiyeti kabul etmeyen oğlu İslâm Ordusu’na karşı ilerlediği zaman babası, kılıcını çekmiş oğluna karşı yürümüştü. Oğlu ile vuruşmak üzere Resûlullah (s.a.v.)’den ruhsat istediyse de Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz: “Yâ Ebû Bekir! Bilmez misin ki sen benim görür gözüm, işitir kulağım gibisin.” buyurarak Hz. Ebû Bekir (r.a.)’e ruhsat vermedi ve yanından ayırmadı.
Hz. Ebû Bekir (r.a.)’ın oğlu Abdurrahman (r.a.) daha sonradan Müslüman olma şerefine nâil olmuş ve süvârî fırka komutanlığı yaparak İslâm ordusunda büyük hizmetler görmüştür. İşte din kuvveti ve aşkı Hz. Ebû Bekir (r.a.)’i, böyle kahraman olan bir evlâda karşı yürümekten geri bırakmamıştı.
(Mahmud Sami Ramazanoğlu (k.s.), Bedir Gazvesi, s.44-45)