Büyüklerden biri şöyle der: “Faziletleri işlemeye farzları işlemekten daha fazla önem veren kişi aldanmıştır. Kendi nefsini bırakıp başkalarının kusurlarını araştıran kişi kendi kendine tuzak kurmuştur.”
Sahâbe-i Kiram’dan biri nâfile namaz kılmaktaydı. Resûlullâh (s.a.v.) onu çağırdı. Fakat o sahabi namazı bırakıp Resûlullâh (s.a.v.)’in çağrısına icâbet etmedi. O sahabi, Allâhü Te‘âlâ’nın huzûrunda ibâdet etmenin Resûlullâh (s.a.v.)’in davetine icâbet etmekten daha fazîletli olduğunu düşündü. Namazını bitirip selam verdikten sonra gelince, Resûlullâh (s.a.v.), kendisine: “Seni çağırdığım anda yanıma gelmene engel olan ne idi?” diye sordular; Sahabî: “Namaz kılıyordum!” diye cevap verdi. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (s.a.v.): “Sen Allâhü Te‘âlâ’nın “Ey îman edenler! Size hayat verecek şeylere çağırdığı zaman, Allâh ve Resûlü’ne uyun. Bilin ki, Allah kişi ile onun kalbi arasına girer. Siz mutlaka onun huzurunda toplanacaksınız” (En- fal s. 24) buyurduğunu işitmedin mi?” buyurdular. (Buhâri)
O sahabinin Resûlullâh (s.a.v.)’e icâbet etmesi daha fazîletliydi; çünkü kıldığı namaz nâfileyken, Resûlullâh (s.a.v.)’e icabet etmesi bir farzdı.
Kul, bilgisinin eriştiği ve gücünün yettiği kadarıyla öncelikle haramlardan kaçındıktan sonra, üzerine farz olan amelleri yerine getirmekle işe başlar. Farzları sağlam ve mükemmel bir şekilde yerine getirmeden fazîletlerle meşgul olmaz; çünkü fazîletler, sermaye üzerine gelen kâr gibidir ve sermaye olmadan kâr da olmaz. Her fazîletin mutlaka âfetleri de vardır. Ancak o âfetlerden kurtulanlar, fazîletin kârını elde edebilirler. Her güzel amelin bir sıkıntısı ve zorluğu vardır; bunlara katlananlar o güzellikleri elde ederler. Bu fazîletlerin âfetlerinden kurtulmayı başaramayanlar, o büyük fazîletleri elde edemezler. Bunlar için gerekli sabır ve tahammülü gösteremeyenler, fazîletlerin sağladığı yüce makamlara çıkamazlar.
(Ebû Tâlib el-Mekki, Kûtu’l-Kulub, 4.c., 88-91.s.)