Ehl-i hakkın bu konudaki kat’i delili Musa aleyhisselâmın, Allâhü Te‘âlâdan, onu görmesini talebetmesidir. Nitekim Allâh (c.c.) âyeti kerimesinde bu talebi şöyle haber vermektedir:
“Rabbim, bana görün ki seni göreyim!” (Araf s. 143) Halbuki Musa Peygamber, Allâh (c.c.)’ü hakkıyla biliyor, O’nu mahlûka benzetmekten, bir yönde veya bir şeyin hizasında bulunmuş olmaktan tenzih ediyordu. Bununla beraber o, Allâh’ın görülebileceğine inanmış ve kendisine görünmesini taleb etmişti. İmdi Allâhü Te‘âlânın görülmesini muhal (mümkün olmayan) addedenler Hz. Musa’nın bilemediği ilâhî sıfatları bildiklerini iddia etmiş oluyorlar ki bu yanlıştır. Ayrıca Allâhü Te‘âlâ, “Eğer dağ yerinde durabilirse sen de beni görürsün.” buyurmak suretiyle kendisinin görülebilmesini dağın yerinde durmasına bağlamıştır. Dağın yerinde durması ise aklen mümkün olan bir şeydir. O halde bir hâdisenin mümkün olan bir şarta bağlanması onun da imkân dâhilinde olduğunu gösterir.
Şânı yüce Allâh’ın “Yüzler vardır ki o gün ter ü tazedir, Rablerine bakıcıdır” (Kıyame s. 22-23) mealindeki âyet-i kerimesi, mü’minlerin, Kıyamet gününde cennette iken Rablerini göreceklerini göstermektedir. Zira Arap dili mütehassısları “nazar” kökünün, “ilâ” edatı ile mef’ûl aldığı takdirde, gözle görme ma‘nâsına geldiği noktasında ittifak etmişlerdir.
“Rabbine mülâkî olmayı ümîd eden kimse” (Kehf s. 110) mealindeki âyet-i kerîme ile diğer bazı âyetler de birer delil teşkil eder. Bu âyetlerde yer alan “likâe=mülâkî oluş” rü’yet (görme) ma‘nâsına gelir.
Cenabı Hakk’ın “İyi iş ve güzel amel işleyenlere daha güzel karşılık ve bir de ziyâde vardır”. (Yunus s. 26) mealindeki âyet-i kerîmesi de mevzûmuz için bir delil teşkil eder. Müfessirlerin büyük çoğunluğu, Resûlullâh (s.a.v.)’e kadar ulaştırdıkları bir rivayetle âyetteki “ziyâde”den maksadın Allâh’ı görmek olduğunu zikretmişlerdir”.
Bu konuda ise birçok hadîs-i şerîf mevcuttur.
(Nureddin Essabunî, Maturdiyye Akaidi, 97-99.s.)