Besmele, tam bir Âyet’tir. sûre başlarındaki Besmele, teberrüken ve iki Sûre’yi birbirinden ayırmak içindir. Eûzü’nün Besmele’ye takdimi (öne alınması) de namazdan evvel taharet gibidir. Mâsivadan  (Allâh’tan gayrı her şeyle ilgiyi kesmek) tecerrüd edip (soyunup) Cenâb-ı Hakk’a yönelmek içindir.
Müslümanlara, her hayırlı işe Allâh’ın ismiyle başlamaları Allâh tarafından emrolunmuştur.
Bütün ilimler, Besmele’nin “Bâ”sında derc olunmuştur (toplanmıştır). Hz. Ali (K.V.): “Eğer yazmak istese idim: Besmele’nin Bâ’sı hakkında deve yükü kitab yazardım.” demişlerdir.
Allâh: İsm-i Celâli, Allâh’ın isimleri içinde İsm-i A’zam’dır.
Birisi dese ki: “İsm-i A’zam kendisiyle duâ edildiğinde muhakkak kabul edilen ve kendisiyle bir şey istenince muhakkak verilen bir İsm-i İlâhîdir. Halbuki biz bu isimle duâ ediyoruz; Fakat ekseri vakitler icâbet olunmuyor.”
Biz deriz ki: “Duânın birtakım âdab ve şartları vardır. Ancak bu âdab yerine getirildiği takdirde icâbet olunur. Duânın kabul olmasının ilk şartı helâl lokma ile Islâh-ı batın (içi, kalbi sırrı temizlemek) eylemektir.”
Denilmiştir ki: Duâ göklerin anahtarıdır. Bu anahtarın dişleri, helâl lokmadır.
Duânın kabul olmasının son şartı, ihlâs ve        huzûr-ı kalbdir ki Cenâb-ı Hakk: “Allâh’a dini halis kullar olarak duâ ediniz…” (Gâfir:14) İnsanın bir şeyi sadece diliyle söylemesi, kalb huzûru olmadan oruç tutması, duâ etmesi, rûhsuz kalıba benzer. Duvardaki resim gibidir. Ancak huzûr-ı kalble yapılırsa bir fâidesi vardır.
Errahmanirrahim: Dünyada rahmeti bütün mevcûdâta şâmil bulunan, bütün mahlûkâtına rızık veren, onlardan türlü belâları def eden, ahirette rahmetini yalnız mü’minlere tahsis eden demektir. Dünyada, takvasından dolayı müttekînin rızkını artırmaz; fısk ü fücûrundan dolayı da fâcirin rızkını kesmez. Herbir mahlûkâtını kendi dilediğince rızıklandırır.
Rahmet: O’nun Sıfat-ı Zâtiyyesindendir, aynı zamanda Cenâb-ı Hakk’ın  murâdı rahmettir. Kulları için hayır murâd eder; şerr murâd etmez. İrâde de Sıfat-ı Zâtiyyesidir.
(Hz. Mahmûd Sâmî Ramazanoğlu (K.S.), Fâtihâ Sûresi Tefsiri, S.17)