Şâ‘rânî (rh.a), diyor ki: Resûlullâh (s.a.v.)’in, âzâd etmeyi di­leyip de müslümân olduğunda tereddüd edilen câriyeye “Allâh Nerede” diye suâl sormasındaki hikmet nedir? Ona “Allâh ne­rededir?” dediğinde, câriyenin semâya işâret etmesi üzerine “Ka‘benin Rabbine andolsun ki, mümindir” buyurdu. Hâl­buki Resûlullâh (s.a.v.), “Nerede” suâlinin yaratıcı üzerinde muhal olduğunu kesinlikle bilmektedir, denilirse, buna cevâb olarak denilir ki:
Şeyh Muhyiddîn Arabî’nin Fütûhât-i Mekkîye’nin üçyüz sek-senbeşinci bâbında buyurduğu gibi, Resûlullâh (s.a.v.), câriye­ye “Nerede?” suâli ile hangi mekânda olduğunu kasd ederek sormuş olmayıp, ancak onun aklının seviyesine göre bu suâli tevcih buyurmuştur. Şerî‘at hükümleri bazen âlemdekilerin dil­lerine uygun tarzda iner. Nitekim Allâhü Te‘âlâ şöyle buyurmak­tadır:
“Biz hiçbir peygamberi kendi kavminin dilinden başka­sı ile göndermedik. Tâki onlara apaçık anlatsın.”
Resûlullâh (s.a.v.), halkın, hükümleri anlaması için onların akılları seviyesine iner.
Câriyenin, yaratana akıl erdirmesi, onun kuvveti dâhilinde değildi. O, ancak kendi nefsinde tasavvur ettiği şekilde anlaya­bilirdi. Şâyed Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz ona, kendisinin alış­mış bulunduğu ve nefsinde tasavvur etmesinin dışında bir üs-lûb ile hitâb etmiş olsaydı, istenilen fayda ortadan kalkmış olur ve onda İslâmiyeti kabûl etme fikri hâsıl olmazdı. Suâlin bu tarzda sorulmuş olması, Efendimiz (s.a.v.)’in hikmetinden ol­maktadır. Bu incelikten dolayı, câriye semâya işâret ettiğinde, Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz “O, mü’mindir” buyurdu. Ya‘ni, câ­riye, Allâh’ın gökde de Ma‘bûd olduğunu tasdîk etmiş bulun­maktadır. Nitekim Cenâb-ı Hakk, şöyle buyurmaktadır: “O Allâh, hem göklerde hem de yerde (ibâdete lâyık Ma‘bûd)dur.”
“Cihet” meselesinde sayılamayacak kadar çok kimse helâk olmuştur. Onların vehimleri, akıllarına gâlip geldi de mübârek ve Yüce olan Hakk’ı yüce bir cihette zannettiler.
(Yûsuf en-Nebhânî, Şevâhidü’l Hakk, 214.s.)