Allâhü Te‘âlâ’nın zatı ne mekânlardan bir mekânda ve ne de zamanlardan bir zamandadır. Çünkü zaman ve mekan mahlûkattandır. Allâh Sübhânehu ve Te‘âlâ ezelde var idi. Berâberinde mevcûdattan hiç bir şey yoktu.
İmâm-ı A‘zâm Ebû Hanîfe (r.a.)’e, “Cenâb-ı Hakk gökten iner” meâlindeki hadîs-i şerîfte vârid olan husûstan sordular: “Keyfiyetsiz olarak iner” diye cevâb verdi.
Yine Peygamber (s.a.v.) buyuruyor:
“Allâhü Te‘âlâ Adem (a.s.)’ı kendi sûretinden yaratmıştır.”
Bir rivâyette ise: “Rahmânın sûreti üzere yaratmıştır” diye vârid olmuştur. Bunlar ve bunlar gibi vârid olanların zâhirleri üzerine icrâ edilmesi ve O’nun ilminin, O’nu söyleyene havâle edilmesi, Allâhü Te‘âlâ’nın a‘zâlardan ve hadîs olan mahlûkatın sıfatlarına benzemekten tenzîh edilmesi vâcibdir. İmâm-ı Azam (r.a.) Vasiyyet adlı kitâbında dedi ki: Biz ikrâr ederiz ki, Allâhü Te‘âlâ ihtiyâç olmaksızın Arş üzerinde durmaktadır. Onun istikrârı Arş üzerindedir. Arş’ı ve Arş’ın gayrini muhâfaza eden O’dur. Eğer Allâh muhtâç olmuş olsaydı, mahlûk olan gibi âlemi vâr etmeye, onu sevk ve idâre etmeye kâdir olmazdı. Eğer Allâh oturmaya ve bir yerde karar kılmaya muhtâç olmuş olsaydı Arş’ın yaratılmasından önce Allâhü Te‘âlâ nerede idi? Öyle ise Allâhü Te‘âlâ oturmaktan ve karar kılmaktan yücedir.
İmâm Mâlik’e Arş üzerinde istivâdan sorulunca verdiği şu cevâb ne kadar güzeldir! O diyor ki; “İstivâ ma‘lûmdur, fakat keyfiyeti meçhûldür. Onu sormak bid‘attir; ona îmân etmek vâcibdir.” Bu ise selefin benimsediği yoldur. En sâlim yol da budur. Allâh en iyi bilendir.
(Aliyyül Kârî, Fıkh-ı Ekber Şerhi, 97-107.s.)