Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyurmuştur: “Muhakkak sizleri biraz korku ve biraz açlık ile imtihan edeceğiz… Sabredenleri müjdele!” (Bakara 2/155) Allah Teâlâ başka bir âyette şöyle buyurmuştur: “Onlar kendileri ihtiyaç içinde olsalar bile, başkalarını kendilerine tercih ederler.” (Haşr 59/9)
Enes b. Mâlik (r.a) şöyle rivayet etmiştir: Bir gün Hz. Fâtıma (r.anha), elinde bir parça ekmek ile Hz. Peygamber (s.a.v)’e geldi. Peygamber Efendimiz (s.a.v), ‘‘Ey Fâtıma, bu elindeki ekmek parçası nedir?” diye sordu; Hz. Fâtıma (r.anha), “Pişirdiğim ekmektir. Bu parçayı size getirmeden yemeye gönlüm razı olmadı” dedi. Hz. Peygamber (s.a.v), “Şunu bil ki, üç gündür babanın ağzına giren yemek budur” buyurdu. (Buhari, Müslim) Bunun için açlık, sûfîlerin sıfatlarından biri olmuştur. O aynı zamanda mücahedenin (nefis terbiyesinin) temel esaslarından biridir. Gerçekten seyrü sülük erbabı (manevî terbiye yoluna girenler) açlığa ve yemekten uzak kalmaya kendilerini yavaş yavaş alıştırmışlardır. Onlar hikmetin kaynağını açlıkta bulmuşlardır. İbn Sâlim demiştir ki: “Açlığa alışmanın yolu, alıştığı yemek miktarından her gün bir kedinin kulağı kadarını azaltmaktır.”
Yahya b. Muâz (r.a.) der ki: “Açlık bir nurdur. Tokluk ise kordur. Aşırı arzu ve iştah, odun gibidir; ondan yanma meydana gelir. Onun ateşi sahibini yakmadan sönmez.”
Ebü’l-Kasım Ca’fer b. Ahmed-i Râzî (rh.a.) şöyle anlatmıştır: “Ebü’l-Hayr-ı Askalânî’nin canı senelerdir balık yemek istemişti. Sonra helâl bir paradan balık alma imkânı buldu. Balığı aldı kızarttı yemek için elini uzattığında, balığın kılçıklarından biri parmağına battı ve elini mahvetti. Bunun üzerine Ebü’l-Kasım, ‘Yâ rabbi! İştahla helâle elini uzatanın cezası bu ise, şehvetle harama elini uzatanın cezası nasıl olur acaba?’ dedi.”
(İmâm-ı Kuşeyri, Kuşeyri Risalesi S. 314)