Abdullâh b. Selâm (r.a.)’ın Hz. Osman (r.a.)’i şehîd etmeye gelen asîlere hutbesi şöyledir:
“Ey insanlar! Allâhü Te‘âlâ, Muhammed (s.a.v.)’i kendisine itaat edenlere cenneti müjdelemesi, isyân edenleri ise cehennem ateşiyle korkutması için gönderdi. Müşriklerin hoşuna gitmese de Allâh (c.c.) dînini ve Peygamberi Muhammed (s.a.v.)’e tâbi olanları bütün dînlere galip getirmiştir. Sonra O (c.c.), peygamberi için yurt olarak Medine’yi seçti. Yemin ederim ki Hz. Peygamber (s.a.v.)’in Medine’ye geldikleri günden bu yana Medine’nin etrafı meleklerle çevrilidir ve yine o günden beri Allâhü Te‘âlâ’nın kılıcı kınında bulunmaktadır. Şunu biliniz ki geçmiş ümmetlerden, öldürülen her bir peygamber yetmiş bin savaşçının; öldürülen her bir halife de otuz beş bin savaşçının ölümüne sebep olmuştur. Bunun için de sakın Hz. Osman (r.a.)’i katletmeye acele etmeyiniz. Allâh (c.c.)’a yemin ederim ki sizden onu öldürenler kıyâmet gününde Allâh (c.c.)’un huzûruna elleri kesik ve sakat olarak çıkacaklardır. Şunu da biliniz ki bu ihtiyarın her biriniz üzerinde, bir babanın evlâdı üzerindeki hakkı kadar hakkı vardır.” Bunun üzerine âsiler, “Ey Yahûdî! Yalan söylüyorsun!” diye bağırmaya baş-ladılar. Abdullâh b. Selâm (r.a.) de onlara şöyle karşılık verdi:
“Allâh (c.c.)’a yemin ederim ki asıl siz yalan söylüyorsunuz. Siz günahkâr kimselersiniz. Ben yahudi değilim; Müslümânlardan birisiyim. Allâhü Te‘âlâ, Hz. Peygamber (s.a.v.) ve mü’minler bunu bilirler ve buna şahittirler. Allâh (c.c.) benim hakkımda âyet indirmiştir:
“De ki: ‘Benimle sizin aranızda (peygamberliğime) şahit olarak Allâh ve yanında Kitab’ın ilmi bulunanlar (Yahudi ve Hıristiyanlardan mü’min olanlar) yeter!” (Ra’d s. 43)
“(Ey Rasûlüm!) De ki: “(Ey Yahudiler!) Siz Kur’ân’ı inkâr ettiğiniz halde, eğer o Allâh tarafından gönderilmiş ise ve İsrailoğulları’ndan bir şahit, onun benzeri üzerinde şahitlik edip imân etmiş iken, siz yine büyüklük taslamışsanız, bu durumda sizler zâlimler olmaz mısınız? Şüphesiz ki Allâh zâlim bir kavme hidâyet etmez” (Ahkâf s. 10)
(M. Yusuf Kandehlevi, Hayatü’s-Sahâbe, c.3, s.241)