İslâm’da akla çok önemli bir yer verilmiş, “Aklı olmayanın dîni de yok gibidir” buyrulmuştur. Ancak İslâm’da, Kur’ân ve Sünnet’in emrindeki akla, değer verilmiştir.
Dinimizi, “İslâm mantıktır, akıldır.” diye açıklamak tam doğru değildir. Evet, mantık dışı değildir ama hangi mantık, kimin mantığı? Hz. Ali (k.v.)’nin buyurduğu gibi “Eğer her şey bizim şu mantığımızla olsaydı, mestlerin üstüne değil; altına meshetmemiz gerekirdi.” Bazı şeylerin hikmeti vardır, akla ters değildir; ama akıl, onun hikmetini kavrayamayabilir.
İslâm’ı derinlemesine incelememiş kimselere göre, İslâm dünyasındaki tasavvuf, felsefe zannedilmiş ve tasavvuf büyüklerinin, evliyâların, pek çoğu haksız ve yanlış bir şekilde filozof olarak isimlendirilmiştir. “İslâm felsefesi” tâbiri de bu yanlışlıktan doğmuştur.
Felsefe; her şeyin aslını akıl ile aramayı, böylece akıl ile neticeye varmayı kendine gaye edinmiştir. Felsefeci, kendi başına hakikati bulması mümkün olmayan, kendi kısa aklının esîri, mahkûmu bir kimsedir. Hâlbuki akıl, göz; dîn bilgileri de ışık gibidir. Işık olmadan göz göremez. Akıl ile her şey hâlledilmiş olsaydı, peygamberlerin gönderilmesi lüzumsuz olurdu.
Filozoflar, akıllarına geleni söylemiş, İslâm âlimleri ise Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in bildiriklerini, yâni Allahü Teâlâ tarafından vahyedileni söylemiş ve açıklamışlardır.
İslamda felsefe değil, tefekkür vardır. Hz. Ebûbekir (r.a.) Efendimiz, günler ve geceler boyu süren tefekkürden sonra: “İdrâkin aczini idrâk etmekten daha büyük idrâk olmaz.” diyerek, insanın Allâhü Teâlâ’yı anlamakta âcizliğini ve O (c.c.)’a teslim olmanın şart olduğunu belirtmiştir.
Yine meşhur mütefekkir ve İslâm âlimlerinden İmâm-ı Gazâlî (r.âleyh) Hazretleri, “Gördüm ki akıl, yıkım içindedir. Akıl, kendisinden bile habersizdir. Her şey, peygamberlik gerçeğindedir. Bu gerçeğe yapıştım ve kurtuldum.” demiştir.
(Hakk Dinin Batıl Yorumlarına Cevaplar, 245.s., Misvâk Neşriyat)