Muhterem babaları hazreti Abdullâh, haseb ve nesebce Kureyş’in  en  temiz  soyuna  mensûbdur.  Buhârî,            Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’in  atalarını, İbrâhîm  (a.s.)’a  kadar  çıkarır. İbrâhîm Halîl (a.s.), Kâ’be’nin ilk bânisi (binâ eden) olduğundan, Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’e kadar, bütün İbrâhîm (a.s.) evlâdı,  Kâ’be’ye hizmet edegelmişlerdir. Bu cihetle, Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’in yüce ecdâdının bütün hayatları, kemâl derecede mazbûttur. Hepsi de şeref ve fazîlet  sâhibi  kimselerdir. Muhterem vâlideleri  Hazret-i Âmine bint-i Vehb’dir ki pederleri Vehb, Benî Zühre’nin reîsidir. Vehb, kızının tahsîl ve terbiyesine pek ziyâde özen gösterdiğinden Hz. Âmine,  Kureyş     kızlarının  en  yükseği  addolunurdu. Tevbe sûresi 128’deki  “enfüsiküm” kavl-i şerîfi, şâz olan bir kırâatte “enfesiküm” okunmuş ve ma‘nâsı, “Ey insanlar! Sizin en güzel ve temiz soyunuzdan, size en necîb bir Peygamber geldi.” olmuştur.
Buhârî’nin rivâyetine göre,  Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Kendileri de  Huneyn  gazâsında  İslâm  ordusunun  bozulduğu  sırada Nübüvvet  ve  Risâlet  kuvvetinin Kendilerine bahşettiği  yüksek bir irâde ve mehâbetle münhezim bir orduya hitâb ederek “Ben, Allâh’ın Peygamberiyim, bunda yalan yoktur! Ben, Abdulmuttalib’in torunuyum, soyumda yalancı yoktur!” buyurmuşlardır ve bozulan ordunun kuvve-i ma‘neviyyesini iâde etmişlerdir.
Ebû Leheb’in Dürre diye ma‘rûf kızı Sebîa (r.a.), Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’e
“-Yâ Resûlallâh! Halk, bana “Ey cehennem odununun kızı!” diye hitâb ediyor.” diye şikâyet etmişti.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) de şiddetli bir gadabla kalkıp:
“Bazı kimselerin benim nesebimle uğraşmaya ne hakkı vardır? Kim ki benim nesebimle uğraşırsa, emîn olunuz ki o kimse, bana ezâ verir. Kim ki bana ezâ eder; o kimse, Allâhü Te‘âlâya ezâ verir.” buyurmuşlardır.
Âbâ-i ecdâd-ı Muhammed (s.a.v.) müşrik olmadıklarının temiz  olduklarının  bir  delîli  de,  Resûl-i  Ekrem  (s.a.v.)’in:  “Ben, mütemâdiyen temiz babaların sülbünden, temiz anaların rahmine naklolunageldim.” diye buyurmuş olmalarıdır. Tevbe sûresi 28’de:
“Şübhesiz ki müşrikler, necîsdir.” diye tavsîf edilmiştir.
Tahâret ile necâset; îmân ile şirk; mü’min ile müşrik tezâd teşkîl eder. Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’in yüce ecdâdından her birisi temizdir ve onların müşrik olmadıklarını kabûl etmek vâcibdir.
(Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarîh, 4.c., 543-551.s.)
 
Hâtem-i Enbiyâ (s.a.v.) Efendimizin peder-i âlîleri Abdullâh ibn-i Muttalib ile vâlideleri Âmine bint-i Vehb (r.a.) hazretlerinin cennet ehli olduklarına (aslâ cehennem ehli olmadıklarına) dâir birçok allâme, muhakkik, tefsîr ve hadîs ulamâsınca pekçok eser yazılmıştır. Bu eserlerde beyân edildiği üzere:
“Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’in vâlideyni (ana, baba), cennet ehlindendir. Çünkü onlara hiçbir Nebî (a.s.)’ın  da‘veti ulaşmamıştır ve Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’in  vâlideyninin irtihâlleri de Nebî (s.a.v.)’in bi’setinden (Nebî  olarak  seçilip gönderilmesinden) çok önce olduğu târihen sâbittir. Kendilerine herhangi bir Nebî (a.s.)’ın da‘veti ulaşmadan ölenlere azâb olunmayacağı nâsslarla (âyet ve hadîslerle) sâbittir.
Şerâfüddîn-i Münâvî’ye:
“-Nebî (s.a.v.)’in babası cehennemde  midir?” diye sorulduğunda Münâvî, şiddetle  haykırarak,
“-Nebî (s.a.v.)’in babası, Fetret devrinde vefât etmiştir. Fetret devrinde vefât edenlere İsrâ sûresi 15. âyette:
“Biz, bir peygamber göndermedikçe kimseye azâb edecek değiliz.” diye buyuruluyor.” diyerek cevâb vermiştir. Cessâs Ebû Bekr-i Râzî, Ahkâmü’l-Kur’ân’ında bu âyetin ma‘nâsı “Cenâb-ı Hakk, peygamber lisâniyle, kendi varlığına ve birliğine delîl koymadıkça azâb etmez.” demektir, denilir.
Nasîrüddîn ibn-i Münîr-i Mâlikî de diyor ki:
“Cenâb-ı Hakk, Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’in muhterem ebeveynini diriltmiş ve onları îmânla şereflendirmiş ve Habîbi (s.a.v.)’in kalblerini de ebeveyninin îmânlarından dolayı sürûrla doldurmuştur.”
Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’in Allâhü Te‘âlâ tarafından “Âlemlere rahmet olarak gönderdiği” beyân edilirken, Risâlet ve Nübüvvet Nûrunun Güneşi (s.a.v.), henüz doğmadan O Yüce  Parlak  Nûru, mübârek ve muhterem sînesinde  taşıyan bir ana ve babayı, Evlâdları (s.a.v.)’in O Yüce Nûru’ndan mahrûm  farz  etmek  hem  edebe,  hem  de  mantıka  uygun düşmez. Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’in muhterem vâlideyni (ana, baba) işte O Yüce Nûr’un da‘vetine erişmeden ve Muhterem Oğulları (s.a.v.)’in Nübüvvetini görmeden irtihâl etmişlerdir.
(Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarîh, 4.c., 539-551.s.)
 
Allâhü  Te‘âlâ,  Resûl-i  Ekrem  (s.a.v.)’in  anne  ve  babalarını tekrar diriltmiş ve bu muhterem anne ve baba, Azîz Oğullarının Nübüvvet ve Risâleti’ni kabûlle O (s.a.v.)’e îmân etmişlerdir. Bu görüş, birçok Hadîs hâfızının delîllendirdikleri bir yoldur. İbn-i Şâhin, Hâfız  Ebû  Bekir,  Hatîb-i  Bağdâdî,  Süheylî,  Kurtubî,  Muhibb-i Taberî,  Allâme  Nasîrüddîn  İbn-i  Münîr  ve  daha  bu  tabakadan pekçok Hadîs ehli bu yolda delîl getirmişlerdir.
İbn-i Şâhin’in Nâsih ve Mensûh’unda, Hatîb-i Bağdadî’nin Sâbık ve Lâhik’ında, Dârekutnî ve İbn-i Asâkir’in Garâib’inde tahrîclerine göre,  Hz. Âişe (r.anhâ)  şöyle demiştir: “Haccetü’l-Vedâ’da Resûlullâh (s.a.v.), bizimle birlikte haccettiler. Sonra Hacun kabristanına uğradılar. Resûlullâh (s.a.v.), hazîn ve gamlı olarak ağlıyordu. Orada uzunca bir zamân kaldıktan sonra benim yanıma geldiler. Bu def‘a ferâhlanmış ve mütebessimdiler. Ben, hâllerinde gördüğüm bu bâriz değişikliğin sebebini sorduğumda:
“-Annemin kabrine gittim. Cenâb-ı Hakk’tan annemi hayâta döndürmesini diledim. Kabûl buyurup annemi diriltti ve bana îmân ettikten sonra ebedî hâline redd ve iâde buyurdu.” diye cevâb verdiler.”
Ehl-i hadîsden, râvîler arasında hâlleri meçhûl iki kişi bulunduğu için bu hadîsi zaîf kabûl edenler olmuş ise de, bu husûsta Süheylî’nin cevâbı şudur:
“Allâh (c.c.) her şeye kâdirdir. O’nun rahmeti, hiçbir şekilde âciz ve noksan değildir. O’nun rahmet deryâsının en ziyâde döküldüğü mübârek mansıb ise Resûlullâh (s.a.v.)’in mübârek kalbleridir.” demiştir.
Kurtubî der ki: “Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’in annelerinin ihyâlarını beyân eden hadîsde herhangi bir zaîflik yoktur. Çünkü bunun delîli,  ihyânın  Vedâ  haccında vukûa  gelmesi  ve  Hz.  Âişe  (r.anhâ)’nın rivâyet etmesidir. Peygamber (s.a.v.) Efendimizin ebveyni cennet ehlidir ve diriltilip, (s.a.v.) Efendimize îmân etmeleri de O (s.a.v.)’in ümmetinden olma şerefini kazanmaları içindir.
Sonra ebeveynini diriltip îmân etmeleri aklen ve şer‘an mümkündür. Kur’ân’da, Katîl-i Benî İsrâîl’in diriltilmesi ve kâtilini haber vermesi, vârid olmuştur. Îsâ (a.s.)’ın eliyle, Cenâb-ı Hakk’ın, birçok ölüyü  diriltmesi  bir  hakîkattir.  Bu  i‘tibârla  Resûl-i Ekrem (s.a.v.) hakkında ziyâde kerem ve fazîlet olarak ebeveyninin diriltilip onların Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’e îmân etmelerinde mümkün olmayacak hiçbir durum yoktur.” demiştir.
(Sahîh-i Buhârî, 4.c., 546.s.)
Ebû Nuaym’in Delâil-i Nübüvvet’inden Zührî tarîkiyle Ümm-i Semâa’nın  vâlidesinden  şöyle  dediği  rivâyet  edilmiştir:  Resûlullâh (s.a.v.)’in vâlidesi Âmine’nin maraz-ı mevti olan hastalığında ziyâretine gitmiştim. O sırada beş yaşına girmiş olan Muhammed (s.a.v.) annesinin başucunda oturuyordu. Âmine, bir müddet kemâl-i şefkat ve dikkatle oğlunun yüzüne baktı. İbrâhîm’in nûru tevhîdini, Yûsuf’un güzelliğini taşıyan ve Mûsâ (a.s.)’ın mu’cizelerini, Îsâ (a.s.)’ın asâlet rûhunu hâiz olan oğlunun sîmâsından mülhem olarak şu beyitleri inşâd  eylemiştir.  (Tercümesi):  “Ey  büyük  bir  güvercinin  mahsûl-i hayâtı olan oğlum! Menâmımda gördüğüm rüyâ doğru çıkarsa sen, ins ve cinne, hill ü hareme ba‘s olunup peygamber olacaksın! Azîz oğlum! Sen, İslâm dîninin, ceddin Hazret-i İbrâhîm dîninin hak dîn olduğunu tasdîk ve ta‘lîm için ba‘s olunacaksın. Allâh seni, milletlerle beraber tevâlî edip yaşayagelen şu putlar-dan ve bunlara ibâdetten nehyedip esirgemiştir.”
Hazret-i  Âmine  bu  şiirini  inşâd  ettikten  sonra:  “Her  yaşayan ölür, her yeni eskir, her çok azalır, her büyük fenâ bulur. Şübhesiz ben de öleceğim. Fakat ebedî anılacağım. Dünyâda oğlumu hayrü’l-halef bırakıyorum” deyip müteâkiben vefât etmiştir. Hazret-i Âmine’nin bu şiiri ve bu ifâdeleri kâmil bir muvahhidin lisânına yaraşır bir haldedir. Vâlide-i Nebevî gibi Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’in pederi Hazret-i Abdullâh’ın tevhîde delâlet eder eş‘ârı vardır. Sîret-i İbn-i Hişam’da rivâyet olunduğu üzere, Abdullâh, Âmine’ye hıtbe edilmezden evvel Benî Esed’den bir kadın ki, Varaka b. Nevfel’in hemşîresi idi. Kâ’be derûnunda  açıktan  i‘lân-ı  aşk  etmişti.  Hattâ  muvafakati  sûretinde kendisine mühim bir servet de hediye edeceğini va‘dediyordu. Böyle hayâsızca arz-ı nefs eden bu kadına karşı yüksek bir fazîlet dersi veren şu kıt‘asıdır ki, Hazret-i Abdullâh’ın kemâl-i iffetine de delâlet eder. (Ma‘nâsı):  “Haram o kadar acıdır ki, ölüm acısı ondan çok hafiftir. Helâl ise çok tatlıdır. Var kadın, sen açıkça helâlini ara! İzzet ve şeref sâhibi olan ırzını ve dînini himâye ve muhâfaza eder. Rosbuluk demek olan bir işe nasıl cesâret gösterir?”
Şâir diyor ki:
İki cihan güneşi bürc-i saâdette iken
Vâlideynine Mevlâ nice vermeye şerefi
Çeşm-i insâf ile ey dil nazar et gavvâsa
Alıcak dürrini yabana atar mı sadefi?
(Sahîh-i Buhârî, 4.c. 548.s.)