İstikâmet; her şeyin kendisi ile kemâl bulduğu ve tamam olduğu (ahlâki ve dini) bir derecedir. Her nevi hayrın ortaya çıkması ve düzene konulması istikâmetin varlığı ile mümkündür. Hâlinde istikâmet üzere bulunmayanın gayreti boşa gider, cehdi zayi olur. Allâhü Te‘âlâ: “İpliği güzel bir şekilde eğirdikten sonra tekrar bozan kadın gibi olmayınız” (Nahl s. 92) buyurmuştur.
Nebî (s.a.v.) de: “Allâhü Te‘âlâ’ya amellerin en sevimlisi az da olsa devamlı olanıdır.” buyurmuşlardır.
Hidâyet ehline mahsus istikâmetin emaresi (Allah ile olan) muamelelerinde bezginlik halinin arız olmamasıdır. Yolun ortasında bulunan kimselere mahsus istikâmetin emaresi makamlarında durgunluğun bulunmaması (ve hallerini güzel görmemeleri) dir. Nebî (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Tam olarak başaramazsanız bile yine de istikâmet üzere olunuz ve biliniz ki, dinî hükümlerin en hayırlısı namazdır, mü’minden başkası abdesti muhafaza edemez” denilmiştir ki: Büyükler hariç istikâmete kimsenin takati yetmez. Zira istikâmet, alışkanlıkların dışına çıkmak, resmi (ve şekilci)likten ve âdetlerden ayrılmak, (sünnetlere uyarak) hakiki mânadaki sıdk ile Hakk Te‘âlâ’nın huzurunda durmaktır. Bunun içindir ki, Resûlullâh (s.a.v.): “Her ne kadar (hakiki istikâmete) güç yetiremezseniz de yine de istikâmet üzere bulununuz” buyurmuştur. Ebû Abdurrahman Sülemî’nin (r.a.) şöyle dediğini işittim: Sülemî, Ebû Ali Şebevî’nin Resûlullâh’ı (s.a.v.) rüyasında gördüğünü ve ona şu soruyu sorduğunu söylediğini işitmiş: “Ya Resûlullâh ‘Benim saçlarımı Hud suresi ağarttı’ sözünün senden rivâyet edildiği doğru mudur? Bu doğru ise, Hud suresinin hangi kısmı seni ihtiyarlattı, nebilerin kıssaları mı, yoksa geçmiş milletlerin mahvolmaları mı? Resûlullâh (s.a.v.): ‘Bunların hiç biri değil, sadece Hakk Te‘âlâ’nın: ‘Emrolunduğun gibi istikâmet üzere ol!’ sözü beni ihtiyarlattı, saçlarımı ağarttı” (Hud s. 112) buyurdu.
(İmâm Kuşeyri, Kuşeyri Risalesi, 411-413.s.)