Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur: “De ki: “Hangi şahidin şahitliği daha güvenilirdir?” De ki: “Benimle sizin aranızda Allâh şahittir. Bu Kur’ân bana, hem sizi hem de ulaştığı herkesi onunla uyarmam için vahyedildi. Yoksa siz Allâh ile beraber başka tanrılar olduğuna şahitlik mi ediyorsunuz?” De ki: “Ben buna şahitlik etmem.” De ki: O, ancak bir tek Allâh’tır; ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden kesinlikle uzağım.” (En’am s. 19)
Bu âyet-i kerîme ile kolaylıkla anlaşılır ki, Kur’ân’ın hükümleri nüzûlü vaktinde hâzır olanlara, Efendimiz (s.a.v.)’i dinleyenlere münhasır değildir. Onlardan sonra, kıyâmet gününe kadar, gelecek olanların hepsine şâmildir. Cenâb-ı Peygamber (s.a.v.) yalnız Araplara gönderilmiş bir Peygamber değil, bilâkis, Kur’ân’ın erişeceği her millete, bütün insanlığa gönderilmiştir. Ancak, Kur’ân, kendilerine erişmeyen kimseler muâhâze olunmazlar.
Bir hadîs-i şerîfte: “Bir âyet bile olsa benden tebliğ et.” buyurulmuştur. Diğer bir hadîs-i şerîfte de: “Kim, benim sözlerimi işitip hıfzeder ve onu ümmetime tebliğ eylerse, Allâhü Teâlâ, ona hayat ve güzellik verir.” buyurulmuştur.
Muhammed bin Kâ’b (r.a.): “Bir kimseye Kur’ân erişirse o, Peygamber (s.a.v.)’i görmüş ve onu ondan işitmiş gibidir” der. Bir başka hadîs-i şerîfte ise: “Hâkk celle ve alâ, mahlûklarını karanlıktan halketti ve üzerlerine nûrundan koydu. Bu nûrdan kime isâbet etmişse, o hidâyete erdi. Ve isâbet etmeyen dalâlette kaldı.” buyrulmuştur.(Ayıntabî Mehmed Efendi, Tibyân Tefsiri, c.2, s.12-13)