İbâdeti yalnız Allâh (c.c.) için yapmak vâciptir. İbâdette
riyâ şudur: Kişinin, ibâdet ederken, yalnız Allâh (c.c.)’u kastdetmemesidir.
Bu haramdır. Meselâ: Namâz kılan şahsın
ihlâs ile namâz kılması gereklidir. Çünkü biz ibâdet etmekle
emrolunmuşuz. Hâlbuki ihlâs olmaksızın ibâdet olmaz.
İhlâs, kulun kendi fiillerini Allâh (c.c.) için yapmasından
ibârettir. Bu da ancak niyetle olur ve aynı zamânda
riyâkarlığın karıştırılmaması da gerekir. Niyetin merkezi ise
kalptir. Söz konusu niyet, amelin sahih olması için değil,
sevâb kazanmak içindir. Çünkü amelin sahih olması, ilgili
şart ve rükünlere bağlıdır. Namâzın sıhhatine şart olan niyet,
hangi namâzı kılacağını kalben bilmesinden ibârettir.
Sevâb ise, kişinin azminin sıhhati ile ilgilidir. O da bilindiği
üzere ihlâstır.
İbâdetin aslında olan riyâkarlık, tam riyâkarlık olur ki
sevâbı kökünden yok eder. Meselâ, insanlara göşteriş için
namâz kılanın namâzı gibi. Şâyet onlar mevcut bulunmasaydı
namâz kılmayacaktı. Eğer bu fikir, namâzın ortasında
peydâ olursa, anlamsız olur. Çünkü onlar için namâz kılmamış,
sâdece Allâh (c.c.) için kılmıştır.
Eğer namâzda riyâ düşüncesi geldikten sonra namâzı
daha güzel kılmaya başlarsa, güzel kılmanın sevâbı düşer.
(Bununla birlikte yine de farz yerine getirilmiş olunur.)
Ancak riyâkarlık yapan günâh kazanır. Çünkü riyâ büyük
günâhlardan olmakla haramdır. Aynı şekilde riyâkar, kat kat
artan sevâba da hak kazanamaz. Riyâkarlık nâfile namâzda
olursa, hiç kılmamış gibi kökten sevâbını yok eder. Meselâ
insanlar görsün diye öğle namâzının sünnetini kılan, hiç kılmayan
gibidir.
Ücretle okunan Kur’ân-ı Kerîm de riyâya girer. Çünkü
onunla Allâh (c.c.)’u değil, malı kasteder. İşte bunun için “ne
okuyan ne de ölü için sevâb yoktur” demişlerdir. Ücreti veren
ve alan ikisi de günâh kazanırlar.
(Muhammed Alaaddin, el-Hediyyetü’l Alaiyye, 339-341.s.)