“Televizyon; aylak, şuuru iğdiş edilmiş, hiçbir zaman okumak
ve düşünmek alışkanlığı kazanmamış sokaktaki adam için
icad edilmiş bir nevi afyondur…” diyor merhum Cemil Meriç. Bu
tespiti televizyonun ülkemizde tek kanallı olduğu dönemde yapmıştır.
Ömrü olsaydı da ekranların şimdiki hâlini görseydi kim
bilir ne derdi.
Televizyon, gerek yayıncılar gerekse izleyiciler tarafından
uygun kullanıldığı takdirde elbette faydalı bir âlettir. Bilgi,
görgü ve sanat taşıyıcısıdır. Ama bu, “doğru”nun doğru kişiler
tarafından aktarılması hâlinde böyledir. Günümüz kültür aktarmacılığına
dayalı yayıncılık anlayışında maalesef durum çok
farklı. Artık televizyon denince, aklımıza haber, bilgi, sanat gibi
kavramlar gelmiyor. Aksine, her tür mahremiyet perdesinin parçalandığı,
tarihimize hakaretin kol gezdiği, dîni ve ahlâkî değerlerin
ayaklar altında çiğnendiği bir kepazelik meydanı var
karşımızda. Üstelik bu meydanın kâhyaları bizi bizden çalmaya
ahdetmiştir. Çocuklarımızın istikbaline, hanımlarımızın iffetine,
topyekûn manevi hayatımıza ahdetmiştir ve buna dur diyecek
bir mercî yok. Tek kalkanınız iradeniz ve kapatma düğmesi.
İslâm; nefsi, nesli, aklı, malı ve dîni muhafazayı öngörür.
Bunlar bütün dîni hükümlerin dayandığı temel düstûrlardır.
Oysa televizyon kültürü nefsi, nesli, aklı, malı ve dîni ifsâd etmekte,
bunları koruma çabalarına da engel olmaktadır. Ekranlardan
beslenen şiddet, insan güvenliğini ciddi mânâda tehdit
eden bir unsurdur, bu nefsin korunmasıyla ilgilidir. Mahremiyet
duygusunun yok edilmesi, hayasızlığın ve müstehcenliğin yaygınlaştırılması
zinâyı özendirmektedir ki, bu da neslin korunmasına
aykırıdır.
Televizyonun çeşitli fanatizmleri beslemesi, içki tüketimine
özendirmesi, aklın korunması prensibiyle çatışır. İzleyiciyi
ölçüsüz ve gereksiz tüketime yönelten yayınlar, özellikle de
gizli-açık reklamlar, malın korunması ilkesine zıttır. Nihâyet,
doğrudan nefsin hevâ ve heveslerine seslenen, kişinin Rabbi
ile münasebetini aşındıran bugünkü yayıncılık anlayışı dînin
korunması düstûru ile nasıl bağdaşabilir?