İster takvâ sâhibi sâlih olsun, isterse günâhkâr olsun her
mü’minin arkasında namâz kılmak câizdir.
Îmânı mevcut olduğundan, câiz olmasına rağmen, fâcirin
ardında namâz kılmak mekrûhtur. Mekrûh oluşu da, o kişinin
dînî emirlere ihtimâm göstermemesinden, gereken
önemi vermemesîndendir. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz
buyurdular:
“Takvâ sâhibi, âlim bir kimsenin ardında namâz
kılan, peygamberlerden birinin ardında namâz kılmış
gibidir. Peygamberlerden birinin ardında namâz kılan
kimsenin, (küçük) geçmiş günâhları mağfiret olunur.”
Biz, “işlediği günâhlar, mü’mine zarar vermez”, demeyiz.
Günâhkâr mü’minin cehenneme girmeyeceğini de söylemeyiz.
Dünyâdan mü’min olarak göçtükten sonra, fâsık
bile olsa, bir kimsenin cehennemde ebedî kalacağını da
söylemeyiz.
İmâm-ı ‘zam (r.a.) hazretleri buyurdular ki: (Harâmı
helâl saymadıkça, her hangi bir günâh işlediği için,
müslümâna kâfir diyemeyiz. Ondan îmân ismini kaldıramayız.
O’na, gerçek ma‘nâsıyla, mü’min deriz. Bir mü’minin,
kâfir olmadan, fasık (günâhkâr) olması da câizdir).
İmâm Fahreddîn er-Râzî, el-Erbaîn adlı eserinde der ki:
“Kâfir olmayan, fakat, büyük günâh işlemiş olan
(mürtekib-i kebire) kişi hakkında üç görüş vardır:
1- Büyük günâh işleyenin cezâ görmeyeceğini kesinlikle
söyleyenler. Bu görüşün sâhibi Mukatil b. Süleyman ve
Mürcie mezhebidir.
2- Büyük günâh işleyenler muhakkak cezâ göreceklerdir,
diyenler ki, bunlarda Mutezile ile Haricî mezhebi mensuplarıdır.
3- Cezâ görmesi ve affedilmesi konusunda kesin konuşmayanların
görüşü. Bu görüş âlimlerin çoğunun görüşüdür.
Görüşler içinde makbul ve muteber olan da budur.”
(Fıkh-ı Ekber Şerhi, 280-281.s.)