Ararım ağlayarak katrede, ummanda seni
Gül açan goncede, nâle-i hicranda seni
Izdırâbınla yanan sîne-i sûzanda seni
Hissedip leyl-ü nehar tende seni, canda seni
Firkatin yıktığı, şu ömr-ü perişanda seni.
Ağlıyor ben gibi ufkumda sönen bin emelim
Ağlıyor dîdelerim, her taatim, her amelim
İrtihâlin ile birdenbire lâl oldu dilim
Açılıp göklere gündüz, gece bîçâre elim
Dilerim görmeği ben, Ravza-i Rıdvanda seni.
Bir muhabbetki onun her ânı dünyaya bedel
Kays-ı Mecnûn eyleyen maşuka, Leylaya bedel
Adının her hecesi ni’meti uzmâya bedel
Asumanımda yanan necm-i süreyyâya bedel
Bir ömür gördü gönül mihr-i dirahşanda seni.
Seni Peygamber-i Zîşan çağırıp hânesine
Severek okşayarak sardı aziz sinesine
Kenz-i mahfide yazılmış seferin gayesine
Nail oldun girerek cennetin ol bahçesine
Saklayıp Rabb-i Celil gûşe-i sultanda seni.
Geçiyorken yine sensiz, şu ömür yaz ile güz
Silinip gitti gönülden bütün eşya kül, cüz
Neme lâzım benim artık gece, akşam, gündüz
Ağlayan Câhid’e bir bak yapayalnız, öksüz
Arıyor yaş dökerek zerrede, cihanda seni…
Câhid ERCAN
İRŞÂD VESİKASI
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla.
Hamd, âlemlerin Rabbi olan Cenâb-ı Hakk’a; salât ve selâm O’nun yüce Resulü Efendimiz Muhammed’e, âline ve bütün ashabının üzerine olsun.
Din kardeşlerime, sadakat ve yakin erbabına açıkça arz ve ifade olunur ki:
Dervişane icazetnamemizi taşıyan manevî evlâdımız Sami Efendi, gençlik günlerini nezîh dînimizin kurtarıcı dairesi içerisinde geçirmiş. Yüce Nakşibendiyye tarikatına hizmetle bütün gayretini ve mesâisini bu yolda harcamış, ciddiyetini apaçık ortaya koyarak kendisini kabul ettirmiş olduğundan ve yürürlükte bulunan usûl ve kaidelere göre Hazret-i Hâcegân’ın muamelesine uygun olarak önce emr âlemine ait «beş latîfe»sini tasfiye ederek mâsivâ lekelerinden temizlemiş, sonra da halk âlemine ait «beş latifesi»ni her türlü bulanıklıktan kurtarma ve tezkiyeye gayret etmiş, Allah Teâlâ’ya hamdolsun zahirî hâli ve nâsiyesinde muvaffakiyet emareleri görülmüştür, ilahî inayet letaif-i aşeresinde apaçık tezahür etmiştir. Vuslata erebilmek için gerekli usûl ve marifet-i ilâhiyyeye olan arzusunu sağlam ve sâdık, tevhid ağacının meyvesini elde edebilmek için lüzumlu olan gönül, himmet ve kalp gücünü fevkalâde yüksek görmüş olduğum gibi; belli bir müddette nefy, isbât ve murakabeler gibi esaslara riayetle zâtını ve sıfatını süslemekte olduğunu gördüm.
İRŞÂD VESİKASI
Binâenaleyh saadet ve ferahlığın engin pınarından damla damla içmek, selâmet vadisinden serinletici soluklar almak isteyen yâni Yüce Nakşibendiyye tarikatına bağlanmak ve intisab arzusunda bulunan din kardeşlerime de tarikat âyin ve merasimlerini öğretmek için kendilerini izinli kıldım.
Allah Teâlâ Muhakkak ki Allah emanetleri ehline vermenizi emreder, buyurmuştur. Cenâb-ı Hakk ve Hâdi-i Mutlak —celle celâlüh— Hazretlerinden istirham ederim ki, tertemiz şeriat ve apaydınlık tarikatın hükümlerinin yerine getirilmesindeki şevk, şetaret ve neş’esini bir kat daha artırıp, birtakım tevhîd ehli kimselere söz ve hâlinden istifade ettirsin, âmin.
( Ne ticaret, ne de alışverişin, Allah’ın zikrinden alıkoymadığı kimseler vardır, âyet-i celilesinin ilâhi hükmüne vâkıf olan muhterem ihvanımıza arz edebilirim ki, bâtınını tasfiye ve nefsini tezkiyeye tâlib olanların ve daha doğrusu Nakşibendiyye silsilesinden feyz almak isteyenlerin Sami Efendi’nin sohbetlerine devam ve açıklayacağı usûl ve âdaba uymaya gösterecekleri gayret ve ihtimam sayesinde bu isteklerine kavuşacaklarından şüphe yoktur. Bu Allah’a güç değildir. Ve lâ havle ve la kuvvete illâ billahi’l-aliyyi’l-azîm.
Ve sallellahü âlâ seyyidina Muhammedin ve âlihi ve sahbihi ecma’în. Velhamdülillahi Rabbi’l alemin.
CENNETÜ’L-BAKİ’Yİ İSTERİM
Uzun seneler önceydi… İstanbul’da büyük bir âlim vefat etmiş, Eyyüb Sultan sırtlarında toprağa verilmişti…
O zaman yakınlan Hacı Sâmi (k.s) Efendi’ye Eyüp Sultan sırtlarında Halic’e hâkim bir noktada kabir yeri almak istediler. Ve huzuruna gelip dediler ki:
( Ey din diyarının şeyhi, iznin olur mu size de Eyyüb Sultan’da bir kabir yeri alalım?
O yaradılışı büyük pir, bir an daldılar. Sonra gözlerini göklere doğru çevirip buyurdular ki:
( Eğer herkesin istediğini verselerdi, bizim gönlümüz Cennetül Baki’yi isterdi!..
Tabiî ki bu sözün manasını kimse anlayamamıştı… Aradan seneler geçti.. Tam yarım asır kadar bir zaman evvel böyle söylemişlerdi… Vakit tamam olunca kanatlı kuşlar gibi çırpınmaya başladılar ve nur şehri Medine’ye, peygamber diyarına gitme arzusunu izhâr ettiler. Ve bütün sevdikleriyle vedâlaşarak Allah (c.c.) Resulü’nün mübarek beldesine sefer eylediler. Onun böyle aceleyle gidişi de bir başka mâna taşıyordu… Artık ömür günlerinin sona erdiği anlaşılıyordu.. Yine yanık gönüller onun ardından pınarlar gibi çağlıyordu…
(M.N.Bursalı İstanbul ve Anadolu Evliyaları Sh: 558)
HZ.ÖMER (R.A.) DİYOR Kİ:
“Sırrını ketm eden kendine hâkim olur.”
1892 Yılında Adana’nm Tepebağ mahallesinde dünyayı teş-îf eden Hazret-i Sâmî (k.s.)’un babaları Müctebâ Efendi, anne-eri Ümmügülsüm Hanımefendilerdir. Dedelerinin ismi Abdur-ahmân, büyük dedeleri İshâk ve Hüseyin Efendilerdir. Büyük Türk beyliklerinden Ramazânoğlu Beyliği’nin en son beylerinden olan Abdülhâdî Efendinin (ki Sâmî Efendi Hazretlerinin büyük dedelerindendir) tesbîtine göre Ramazânoğlu Beyliği as-en Türklerin Oğuz boyunun Üçoklar kabîlesindendir. Bu kabî-enin de şecereleri büyük Türk Hakanı Nureddîn Zengî (Şehîd) vasıtası ile Seyfullâh Hz. Hâlid bin Velîd (r.a.)’e dayanır. Efendi Hazretleri kendi ifadeleriyle doğumlarını şöyle nakletmektedir-er:”-Benim doğumum (1308) tarihindedir: Adana’da Vakıfsara-yı’ndadır. Doğumumdan evvel kapıya bir zât gelmiş: “-Bu evde, /akında bir doğum olacaktır, oğlan olacaktır, adını: Sâmî koyunuz; hayırlı bir insan olacaktır.” diyor, gidiyor. Bir müddet sonra doğum oluyor, oğlan oluyor. Adı: “Mahmûd Sâmî” konuyor. Sonra o zât tekrar geliyor. Oğlan, doğduğunu söylüyorlar. Adının da “Muhammed Mahmûd Sâmî” konulduğunu öğrenince:”-Sandıktaki emânetimi veriniz!” diyor. Ona benzer bn- emâneti veriyorlar:”-Bu değil; esâs sandıktaki bana âid emâneti veriniz!” diyor. Veriyorlar. Memnun oluyor. Dua edip gidiyor.” Efendi Hazretleri bu ma’lûmât hakkında:”-Bunu kaydediniz. Mühimdir. Gelen zât, boş değildir. Bunları olduğu gibi sen kaydet, ileride neşredilir. İyi olur. Hayırlı olur.” diye buyurdular. Not: Bu ma’lûmât, Muhterem Ömer Kirazoğlu (Rh. Aleyh) Ağabey’in kendi el yazısı ile not defterinden alınmıştır. Metinden Hazretin ism-i şeriflerinin tam olarak “Muhammed Mahmûd Sâmî” olduğu öğreniliyor. Hazretin 6 KASIM 1937’de kendi el yazılarıyla latince olarak, “Kadastro ve Tapu Tahrîrine Mahsûs Beyânnamede, sâdece “Sâmî” ismini ve imzasını kullandıklarına ve nüfus cüzdanlarında da sâdece “Sâmî” ismi kullandığına göre tam ism-i şeriflerinin kullanılmaması o devirdeki birtakım ya sakları akla getirmektedir. Bu “Beyânnâme”de, Hazretin doğ dukları ev Seyhan vilâyeti, Adana kazası, Kayalıdağ mahallesi Sabuncu Abdullah sokağı olarak belirtilmiştir ki burada da isimler değiştirilmiştir. Hazretin doğdukları evin bulunduğu mahalle en son Tepebağ olmuştur.
Doğumundan i’tibâren bütün hayatı boyunca bu müjdenin şanlı izlerini taşıyan bu zâta “Âlî makam sahibi” ma’nâsma gelen Sâmî ismi konur. Her hâlleri büyük, yüksek makam sahibi oluşlarının dışarıya tezahürüdür.
Hakk idâresinin kaldırılıp, halk idâresinin müslümanlara da sevdirilmeğe çalışıldığı şu cehalet asrında; ekseriyetin İslâm dışı davranışlarına;
“Bugünkü şartlarda ancak bu kadar olur.” diyerek kılıf bulup, İslâm’ın bazı şartlarda tam olarak yaşanamayacağı iddiasını hâlleri ile çürütüp, asra yakın ömrünün, doğumundan i’tibâren tamamını, sünnete harfiyyen riâyet ederek geçirip, İslâm, fitnenin zirveye çıktığı devirlerde sünnete tam olarak ittibâ edilerek yaşanabilir ve kıyamete kadar da yaşanacaktır diye hayatı ile bunu isbât etmiş bir âlî kadirdir Hazret-i Sâmî (k.s.).
Allah (c.c.) dostlarının büyüklerinden bir zâtın ifâdesi ile “Asırların nâdir yetiştirdiği bir büyük velîdir” Hazret-i Sâmî
1950’li yılların başlarında İstanbul’a intikâllerinden sonra kendilerine Fahr-i Kâinat sallallâhü aleyhi vesellem Efendimiz tarafından “MAHMÛD” ismi verilmiş ve kendileri icazetli halîfeleri Adanalı Hacı Hasan Efendiye:
“-Fakire bundan sonra Mahmûd Sâmî denilmesini ihvana bildiriniz; bize böyle emrolundu.” diye emir gereği büyük teb-şîrâtı bildirirler.
Çocuk yaşlarında muhterem anneleri kendilerini akranlarıyla oynamak üzere dışarı gönderdiklerinde Hazret-i Sâmî (k.s.) Efendimiz ellerini dizlerinin üzerine koyup “tahiyyât” oturuşundaki gibi oturup, uzaklara gözlerini diker, devamlı olarak düşünür, tefekkür ederler. Çünkü Allah (c.c.)’un Resulü (s.a.v.) Efendimiz, Mi’râc’da tahiyyâtta gibi oturmuşlardı. Bu sünneti ömürleri boyunca hep böyle sürdürdüler. Hiç bir zaman kendilerini bunun dışındaki bir şekilde otururken gören olmamıştır.
“Neden arkadaşları ile oynamayıp oturduğu” sorulduğunda: “-Biz oyun için yaratılmadık.” buyurmuşlardır.
İşte hadîs-i şerifi telmih; İşte sünnete ittibâ’.
Bu sünnete uygun hayat günümüz insanlarının ancak örneklerini kitâblarda görebildiği bir şekilde tam 96 yıl devam etmiştir. Doğumlarından dâr-ı bekaya intikâllerine kadar gecesiyle, gündüzüyle, harekâtı ve sekenâtı ile günün 24 saatinde sünnet-i seniyyeye; Hazret-i Abdullah ibn-i Ömer radıyallâhu anhümânm dediği gibi ve Pîr Efendimiz Hazretlerinin de mıs-ralaştırdığı şekilde: “Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi vesellem Efendimiz Hazretlerinin eşiğinde aklı kurbân ederek” katıksız, tam teslîmiyetli bir sünnet tatbikatıdır bu mübarek hayat!
İşte kerameti maddî ve ma’nevî olarak ikiye ayıran Muhyid-dîn-i Arabi Hazretlerinin: “Esâs keramet ma’nevî keramettir; o da yirmi dört saatin tamâmını Resûl-i Ekrem sallallâhü aleyhi vesellem Efendimiz Hazretlerinin sünnetine uygun olarak geçirmektir. Bizce makbul olan da budur.” dediği ma’nevî kerametler manzumesidir Hazret-i Sâmî (k.s.) Efendimizin asırlık ömürleri.
Muhyiddîn-i Arabî Hazretleri: “Ehlullâh kendilerinden keramet zuhur etmesini kadınların hayız ve nifas hâli gibi görürler.” buyuruyor.
Bütün hayatlarında buna son derece dikkat eden Efendimiz (k.s.) Hazretleri bir sohbetlerinde (1970’li yılların ikinci yarısında Erenköy’de bir evde) Abdü’l-kâdir-i Gîlânî hazretlerinin kendisini yardıma çağıran Adana’nm Misis nahiyesinin Abdoğlu <öyünden bir Ermeni çocuğunun hayvanına, düşen çuvalları Diiznillâh yüklemesine âid kıssayı anlatırken, son derece saf ihvanlardan Merhum Dr. Bahâ Bey, ayağa kalkarak:
“- Vallahi bu Zât, asrın Abdü’l-kâdir-i Gîlânî’sidir, ne zaman sıkışıp yetiş yâ Hazret-i Sâmî desem bu Zât’ın himmetiyle biiz-nillâh her müşkülüm hallolur.” diye bağırınca, Sâmî (k.s.) Efendimiz Hazretleri mu’tâdlarını bozarak yeni başlamış olan sohbeti “EI-Fâtiha” diyerek bitirip, fakire dönerek:
“-Arabayı hazırlayın”, buyurdular ve sohbeti yarıda bırakıp, ev sahibinin yapacağı ikramı da: “-İkramınızı kabul ettik, Allah (c.c.) razı olsun” diyerek yemeden oradan ayrıldılar.
İşte kendilerine karşı sırrı fahş edip kerametlerini açığa vu-Irana verdikleri kendi üslûblarınca en ağır ders. /
Bütün hayatı ma’nevî keramet (ya’ni istikâmet) olan Efendimiz Hazretleri, kendilerinden sâdır olan kerametleri böylece saklamamızı bize öğretmiş oluyorlardı. Böylece kerametin matlûb olmadığını, zuhurunun o kişilere Allah (c.c.)’un rahmeti olduğunu anlatmış oluyorlardı. Buna da hamdetmek lâzımdı ve hemen takılmadan istikâmet üzere Hakk yola devamı öğretiyorlardı. Böylece inkılâb kabiliyetini hâiz olan kalbimiz hakîkî ve tek matlûb olan Allah (c.c.) ile olacaktı. Ağyardan ictinâb gerekliydi. İşte kalbin hâllerini anlatırlarken verdikleri bir misâl: “Bukalemun denilen, Türkçe adı “bahtabakan” kertiş cinsinden kuyruğu ile dala sarılan bir hayvan vardır. Çocukluğumuzda, bu boz renkli hayvanı tutar, erkeklerin o zaman kullandığı kırmızı renkli, püsküllü, kalıba konan feslerini onun üzerine koyardık. Kısa bir süre sonra fesi kaldırdığımızda, bukalemunun kıpkırmızı olduğunu görürdük. Biraz açıkta kalınca eski boz rengine avdet ederdi. Yine kadınların başını örttüğü siyah renkli yağlığı (başörtüsü), alır bukalemunun üzerine örterdik. Bir müddet beklettikten sonra başörtüsünü açtığımızda hayvanın renginin siyahlaştığmı müşâhade ederdik. Biraz sonra asıl rengine avdet ederdi.” “İşte bir hayvanda bu derece bulunduğu yere intibak kâbiliyyeti olursa; ya kalbimizi nasıl muhafaza gerekir; teemmül edelim buyururlardı. Hadîs-i şerifte buyuruldu ki: “Cenâb-ı Hakk, sizin kalıbınıza değil; kalblerinize nazar atfeder. Kalb na-zargâh-ı İlâhîdir; ona göre dikkat etmeliyiz.” Yine buyuru-yorlar:”Gençliğimde dergâhta hâl ehli, ehl-i keşiften Âdil Beğ bana:”-Sâmî evlâdım, münâsebette bulunduğun kişilere çok dikkat et, sakın kasvetli kimselerle karşı karşıya oturma. Bir defa Ayasofya camiinde mevlid dinliyordum; bir de baktım letâiflerim durmuş. Karşımda diz dize oturduğum adamın kalbi hasta imiş (ya’ni katı). Letâiflerimi üç günde zor çalıştırdım.” dedi. “Câmiide mevlid dinleyenin kalbinden bu in’ikâs olursa ona göre dikkat edelim.”
Gönüller sultânı Hazret-i Sâmî (k.s.), kalbin Kur’ân-ı kerîmde beş sınıf olarak beyân edildiğini anlatırlardı. Ezcümle: 1- Ölü kalb, 2- Hastalıklı kalb, 3- Gafil kalb, 4- Zâkir kalb, 5- Ma’nen diri (hayy) kalb.
Kalbimizi her türlü hastalık ve tehlikelerden koruyacak birinci şartın zikru’llâha devam olduğunu her defasında tekrar tekrar beyân buyururlardı. Bunun da, az yiyip oruç tutarak ve şartlarına riâyetle yapılırsa netice hâsıl olacağını bildirirlerdi. Çünkü kul, hadîs-i şerifte beyân buyuruldu-ğu üzere:
“Kalben zikre muvaffak olursa şeytân me’yûs olarak geri çekilir; zikirden gafil olursa kalbe yeniden girer.”
“Allah azîmüşşânı kalben zikreden ile zikretmeyenin farkı cesed dirisi ile ölüsünün farkı gibidir.” buyururlardı. Bu yüzden insanlar, kendilerini Allah (c.c.)’u ve O’nun zikrini hatırlatanlarla beraber olmağa çağrılıyordu. Tevbe sûresinde Cenâb-ı Hakk: “Ey îmân edenler, Allah’tan korkun da sâlih ve sâdıklarla beraber olun.” diye emrediyor. Sâ-lihlerden bu dünyada istifâde olacağı gibi kabirde ve mahşerde de istifâde olunacağını tefsîr ve hadîsten misâllerle anlatırdı, Hazret-i Sâmî (k.s.).
Bu hususta kendilerine âid şu menkıbeyi anlatırlardı: “Çocukluğumda kız kardeşim yürüyemiyordu. Yakınlarımız Pozantı’ya yakın bir köyde Kaplanca Dede adlı bir zât var; kızı ona götürün; inşâallâh onun vesîlesi ile Allah (c.c.) şifâ’ verir dediler. Ben, annem ve kız kardeşim o zâtın türbesine gittik. Geceyi orada geçirdik. Gece bir ara kız kardeşim bağırarak uyandı. Annem: “- Kızım ne var, ne oldu, niye bağırdın?” dedi. Kız kardeşim:
“- Anne şu kabirdeki dede kalktı, geldi benim kalçamın üzerine oturdu” dedi. Bu hâlden sonra yürüyemeyen kız kardeşim Allah (c.c.)’un izni ile ayağa kalktı yürüdü. Ömrü boyunca da bir daha ayağı ağrımadı” diye buyurdular.
İşte sâlihlerden biiznillâh “kabirdeki istifâde”.
1892 Yılında Adana’nın Tepebağ mahallesinde Dünyaya teşrîf eden Hazret-i Sâmî (k.s.)’un babaları Müctebâ Efendi, anneleri Ümmügülsüm Hanımefendilerdir. Dedelerinin ismi Abdurrahmân, büyük dedeleri İshâk ve Hüseyin Efendilerdir. Büyük Türk beyliklerinden Ramazânoğlu beyliğinin en son beylerinden olan Abdülhâdî Efendinin (ki Sâmî Efendi Hazretlerinin büyük dedelerindendir) tesbîtine göre Ramazânoğlu beyliği aslen Türklerin Oğuz boyunun Üçoklar kabîlesindendir. Bu kabîlenin de şecereleri büyük Türk Hâkânı Nureddîn Zengî (Şehîd) vasıtası ile Seyfullâh Hz. Hâlid bin Velîd (r.a.)’e dayanır. Efendi Hazretleri kendi ifâdeleriyle doğumlarını şöyle nakletmektedirler: “-Benim doğumum (1308) târihindedir: Adana’da Vakıfsarayı’ndadır. Doğumumdan evvel kapıya bir zât gelmiş: “-Bu evde, yakında bir doğum olacaktır, oğlan olacaktır, adını: Sâmî koyunuz; hayırlı bir insan olacaktır.” diyor, gidiyor. Bir müddet sonra doğum oluyor, oğlan oluyor. Adı: “Mahmûd Sâmî” konuyor. Sonra o zât tekrâr geliyor. Oğlan, doğduğunu söylüyorlar. Adının da “Muhammed Mahmûd Sâmî” konulduğunu öğrenince: “-Sandıktaki emânetimi veriniz!” diyor. Ona benzer bir emâneti veriyorlar: “-Bu değil; esâs sandıktaki bana âid emâneti veriniz!” diyor. Veriyorlar. Memnûn oluyor. Duâ edip gidiyor.” Efendi Hazretleri bu ma’lûmât hakkında:“-Bunu kaydediniz. Mühimdir. Gelen zât, boş değildir. Bunları olduğu gibi sen kaydet. İleride neşredilir. İyi olur. Hayırlı olur.” diye buyurdular. Not: Bu ma‘lûmât, Muhterem Ömer Kirazoğlu (Rh. Aleyh) Ağabey’in kendi el yazısı ile not defterinden alınmıştır. Metinden Hazretin ism-i şerîflerinin tam olarak “Muhammed Mahmûd Sâmî” olduğu öğreniliyor. Hazretin 6 KASIM 1937’de kendi el yazılarıyla, latince olarak, “Kadastro ve Tapu Tahrîrine Mahsûs Beyânnâme”de, sâdece “Sâmî” ismini ve imzâsını kullandıklarına ve nüfus cüzdanlarında da sâdece “Sâmî” ismi kullandığına göre, tam ism-i şerîflerinin kullanılmaması o devirdeki birtakım yasakları akla getirmektedir. Bu “Beyânnâme”de, Hazretin doğdukları ev Seyhân vilâyeti, Adana kazası, Kayalıdağ mahallesi, Sabuncu Abdullâh sokağı olarak belirtilmiştir ki burada da isimler değiştirilmiştir. Hazretin doğdukları evin bulunduğu mahalle en son Tepebağ olmuştur.
Doğumundan i‘tibâren bütün hayatı boyunca bu müjdenin şanlı izlerini taşıyan bu zâta “Âlî makâm sâhibi” ma‘nâsına gelen Sâmî ismi konur. Her hâlleri büyük, yüksek makâm sâhibi oluşlarının dışarıya tezâhürüdür.
Hakk idâresinin kaldırılıp, halk idâresinin müslümânlara da sevdirilmeğe çalışıldığı şu cehâlet asrında; ekseriyetin İslâm dışı davranışlarına;
“Bugünkü şartlarda ancak bu kadar olur.” diyerek kılıf bulup, İslâm’ın bazı şartlarda tam olarak yaşanamayacağı iddiâsını hâlleri ile çürütüp, asra yakın ömrünün, doğumundan i‘tibâren tamamını, sünnete harfiyyen riâyet ederek geçirip, İslâm, fitnenin zirveye çıktığı devirlerde sünnete tam olarak ittibâ edilerek yaşanabilir ve kıyâmete kadar da yaşanacaktır diye hayatı ile bunu isbât etmiş bir âlî kadîrdir Hazret-i Sâmî (k.s.).
Allâh (c.c.) dostlarının büyüklerinden bir zâtın ifâdesi ile “Asırların nâdir yetiştirdiği bir büyük velîdir” Hazret-i Sâmî (k.s.).
1950’li yılların başlarında İstanbul’a intikâllerinden sonra kendilerine Fahr-i Kâinat sallallâhü aleyhi vesellem Efendimiz tarafından “MAHMÛD” ismi verilmiş ve kendileri icâzetli halîfeleri Adanalı Hacı Hasan Efendiye:
“-Fakire bundan sonra Mahmûd Sâmî denilmesini ihvâna bildiriniz; bize böyle emrolundu.” diye emir gereği büyük tebşîrâtı bildirirler.
Çocuk yaşlarında muhterem anneleri kendilerini akrânlarıyla oynamak üzere dışarı gönderdiklerinde Hazret-i Sâmî (k.s.) Efendimiz ellerini dizlerinin üzerine koyup “tahiyyât” oturuşundaki gibi oturup, uzaklara gözlerini diker, devâmlı olarak düşünür, tefekkür ederler. Çünkü Allâh (c.c.)’ün Resûlü (s.a.v.) Efendimiz, Mi‘râc’da tahiyyâtta gibi oturmuşlardı. Bu sünneti ömürleri boyunca hep böyle sürdürdüler. Hiç bir zaman kendilerini bunun dışındaki bir şekilde otururken gören olmamıştır. “Neden arkadaşları ile oynamayıp oturduğu” sorulduğunda:
“-Biz oyun için yaratılmadık.” buyurmuşlardır.
İşte hadîs-i şerîfi telmîh; işte sünnete ittibâ‘.11
Bu sünnete uygun hayat günümüz insanlarının ancak örneklerini kitâblarda görebildiği bir şekilde tam 96 yıl devâm etmiştir. Doğumlarından dâr-ı bekâya intikâllerine kadar gecesiyle, gündüzüyle, harekâtı ve sekenâtı ile günün 24 sâatinde sünnet-i seniyyeye; Hazret-i Abdullâh ibn-i Ömer radıyallâhu anhümânın dediği gibi ve Pîr Efendimiz Hazretlerinin de mısralaştırdığı şekilde: “Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi vesellem Efendimiz Hazretlerinin eşiğinde aklı kurbân ederek” katıksız, tam teslîmiyetli bir sünnet tatbîkâtıdır bu mübârek hayat!
İşte kerâmeti maddî ve ma‘nevî olarak ikiye ayıran Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin: “Esâs kerâmet ma‘nevî kerâmettir; o da yirmi dört sâatin tamâmını Resûl-i Ekrem sallallâhü aleyhi vesellem Efendimiz Hazretlerinin sünnetine uygun olarak geçirmektir. Bizce makbûl olan da budur.” dediği ma‘nevî kerâmetler manzûmesidir Hazret-i Sâmî (k.s.) Efendimizin asırlık ömürleri.
Muhyiddîn-i Arabî hazretleri: “Ehlullâh kendilerinden kerâmet zuhûr etmesini kadınların hayız ve nifas hâli gibi görürler.” buyuruyor.
Bütün hayatlarında buna son derece dikkat eden Efendimiz (k.s.) Hazretleri bir sohbetlerinde (1970’li yılların ikinci yarısında Erenköy’de bir evde) Abdü’l-kâdir-i Geylânî hazretlerinin kendisini yardıma çağıran Adana’nın Misis nâhiyesinin Abdoğlu köyünden bir Ermeni çocuğunun hayvanına, düşen çuvalları biiznillâh yüklemesine âid kıssayı anlatırken, son derece sâf ihvânlardan Merhûm Dr. Bahâ Bey, ayağa kalkarak:
“- Vallâhi bu Zât, asrın Abdü’l-kâdir-i Geylânî’sidir, ne zaman sıkışıp yetiş yâ Hazret-i Sâmî desem bu Zât’ın himmetiyle biiznillâh her müşkülüm hallolur.” diye bağırınca, Sâmî (k.s.) Efendimiz Hazretleri mu‘tâdlarını bozarak yeni başlamış olan sohbeti “el-Fâtiha” diyerek bitirip, fakîre dönerek:
“-Arabayı hazırlayın” buyurdular ve sohbeti yarıda bırakıp, ev sahibinin yapacağı ikrâmı da: “-İkrâmınızı kabûl ettik, Allâh (c.c.) râzı olsun” diyerek yemeden oradan ayrıldılar.
İşte kendilerine karşı sırrı fahş edip kerâmetlerini açığa vurana verdikleri kendi üslûblarınca en ağır ders.
Bütün hayatı ma‘nevî kerâmet (ya‘ni istikâmet) olan Efendimiz Hazretleri, kendilerinden sâdır olan kerâmetleri böylece saklamamızı bize öğretmiş oluyorlardı. Böylece kerâmetin matlûb olmadığını, zuhûrunun o kişilere Allâh (c.c.)’ün rahmeti olduğunu anlatmış oluyorlardı. Buna da hamdetmek lâzımdı ve hemen takılmadan istikâmet üzere Hakk yola devâmı öğretiyorlardı. Böylece inkılâb kâbiliyetini hâiz olan kalbimiz hakîkî ve tek matlûb olan Allâh (c.c.) ile olacaktı. Ağyârdan ictinâb gerekliydi. İşte kalbin hâllerini anlatırlarken verdikleri bir misâl: “Bukâlemun denilen, Türkçe adı “bahtabakan” kertiş cinsinden kuyruğu ile dala sarılan bir hayvan vardır. Çocukluğumuzda, bu boz renkli hayvanı tutar, erkeklerin o zaman kullandığı kırmızı renkli, püsküllü, kalıba konan feslerini onun üzerine koyardık. Kısa bir süre sonra fesi kaldırdığımızda, bukalemunun kıpkırmızı olduğunu görürdük. Biraz açıkta kalınca eski boz rengine avdet ederdi. Yine kadınların başını örttüğü siyah renkli yağlığı (başörtüsünü) alır bukalemunun üzerine örterdik. Bir müddet beklettikten sonra başörtüsünü açtığımızda hayvanın renginin siyahlaştığını müşâhade ederdik. Biraz sonra asıl rengine avdet ederdi. İşte bir hayvanda bu derece bulunduğu yere intibâk kâbiliyyeti olursa; ya kalbimizi nasıl muhâfaza gerekir; teemmül edelim” buyururlardı. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Cenâb-ı Hakk, sizin kalıbınıza değil; kalblerinize nazar atfeder. Kalb nazargâh-ı İlâhîdir; ona göre dikkat etmeliyiz.” Yine buyuruyorlar: “Gençliğimde dergâhta hâl ehli, ehl-i keşiften Âdil Beğ bana:“-Sâmî evlâdım, münâsebette bulunduğun kişilere çok dikkat et, sakın kasvetli kimselerle karşı karşıya oturma. Bir def‘a Ayasofya câmiinde mevlid dinliyordum; bir de baktım letâiflerim durmuş. Karşımda diz dize oturduğum adamın kalbi hasta imiş (ya‘ni katı). Letâiflerimi üç günde zor çalıştırdım.” dedi. Câmiide mevlid dinleyenin kalbinden bu in‘ikâs olursa ona göre dikkat edelim.”
Gönüller sultânı Hazret-i Sâmî (k.s.), kalbin Kur’ân-ı kerîmde beş sınıf olarak beyân edildiğini anlatırlardı. Ezcümle: 1- Ölü kalb, 2- Hastalıklı kalb, 3- Gâfil kalb, 4- Zâkir kalb, 5- Ma‘nen diri (hayy) kalb.
Kalbimizi her türlü hastalık ve tehlikelerden koruyacak birinci şartın zikru’llâha devâm olduğunu her def‘asında tekrâr tekrâr beyân buyururlardı. Bunun da, az yiyip oruç tutarak ve şartlarına riâyetle yapılırsa netice hâsıl olacağını bildirirlerdi. Çünkü kul, hadîs-i şerîfte beyân buyurulduğu üzere:
“Kalben zikre muvaffak olursa şeytân me’yûs olarak geri çekilir; zikirden gâfil olursa kalbe yeniden girer.”
“Allâh azîmüşşânı kalben zikreden ile zikretmeyenin farkı cesed dirisi ile ölüsünün farkı gibidir.” buyururlardı. Bu yüzden insanlar, kendilerini Allâh (c.c.)’ü ve O’nun zikrini hatırlatanlarla berâber olmağa çağrılıyordu. Tevbe sûresinde Cenâb-ı Hakk: “Ey îmân edenler, Allâh’tan korkun da sâlih ve sâdıklarla beraber olun.” diye emrediyor. Sâlihlerden bu dünyada istifâde olacağı gibi kabirde ve mahşerde de istifâde olunacağını tefsîr ve hadîsten misâllerle anlatırdı, Hazret-i Sâmî (k.s.).
Bu husûsta kendilerine âid şu menkîbeyi anlatırlardı: “Çocukluğumda kız kardeşim yürüyemiyordu. Yakınlarımız Pozantı’ya yakın bir köyde Kaplanca Dede adlı bir zât var; kızı ona götürün; inşâallâh onun vesîlesi ile Allâh (c.c.) şifâ’ verir dediler. Ben, annem ve kız kardeşim o zâtın türbesine gittik. Geceyi orada geçirdik. Gece bir ara kız kardeşim bağırarak uyandı. Annem:
“- Kızım ne var, ne oldu, niye bağırdın?” dedi. Kız kardeşim:
“- Anne şu kabirdeki dede kalktı, geldi benim kalçamın üzerine oturdu” dedi. Bu hâlden sonra yürüyemeyen kız kardeşim Allâh (c.c.)’ün izni ile ayağa kalktı yürüdü. Ömrü boyunca da bir daha ayağı ağrımadı” diye buyurdular.
İşte sâlihlerden biiznillâh “kabirdeki istifâde”.
14
Sâlih dostların birbirlerine olan yardımlarının Kıyâmet günü de devâm edeceğinin tefsîrde beyân edildiğini sohbetlerinde sık sık anlatırlardı:
Kıyâmet günü hesâba çekilen bir kulun seyyiâtı hasenâtına denk geliyor. Meselâ, 1000 seyyiesi varsa 1000 de hasenesi var. Cenâb-ı Hakk azze ve celle hazretleri o kuluna anne babana git bir hasene iste, verirlerse bana getir seni cennete dâhil edeyim diye buyuruyor. O kul Mahşer gününün o sıkıntılı anında Allâh’ın lûtfu ile anne ve babasını bulup durumunu onlara anlatıyor. Onlar da evlâdım bugünkü günde biz kendimizi kurtaramadık ki sana bir faydamız olsun; sana bir şey veremeyiz diyorlar. O eli boş olarak, mahzûn bir hâlde Hakk’ın huzûruna varıyor. Annem babam bana bir şey vermediler yâ Rabbi diye durumu arz ediyor. Bunun üzerine Hakk Te‘âlâ ve tekaddes hazretleri o kuluna:
“-Senin dünya hayatında benim rızam için sevdiğin bir dostun yok mu idi?” diye soruyor. Cenâb-ı Hakk kulunun o anda hatırına getiriyor ve evet yâ Rabbi, filân kulun ile biz dünya hayatında senin rızân için sevişirdik diyor. Allâh (c.c.)’un lûtfu ile o dostunu bulup durumunu ona anlatıyor. Kardeşi cevâben diyor ki:
“-Ey kardeşim ne kadar hasene istersen alabilirsin. Ben kendimi kurtaramadım, bâri sen kendini kurtar” diyor. Hesâb veren kul, Cenâb-ı Hakk’ın huzûruna sevinçle geliyor ve durumu arz ediyor. Bunun üzerine Sübhân olan Rabbimiz:
“-Yâ öyle mi; o böyle bir ızdırâblı gününde kardeşine acıyarak hasene veriyor; bense Cevvâdü Kerîmim, Erhâmü’r-Rahimînim, her ikinizi de affettim” buyuruyor.
Ne büyük tebşîrât-ı ilâhî. El-hamdü li’llâhi rabbî’l-‘âlemîn. Allâh (c.c.) cümlemize rızâsı için sevişmeyi nasîb etsin (Âmîn).
13
İlk, orta ve lise tahsîlini Adana’da tamamlayan Hz. Sâmî (k.s.) yüksek tahsîlini İstanbul’da yaparlar. Hukuk Fakültesi’ni birincilikle bitiren Hz. Sâmî (k.s.) bu arada bir müddet Gümüşhâneli Dergâhı’na devâm ederler. Bu sırada Bâyezıd dersiâmlarından Rüşdü Efendi (Eski Beşiktaş müftüsü Merhûm Fuat Çamdibi Hocanın babası): “Sâmî Evlâdım, gel seni Şeyhülmeşâyih Es‘âd Erbilî Hazretlerine götüreyim.” der. Bu teklifi kabûl eden Efendi Hazretleri Rüşdü Efendi ile berâber Kelâmî Dergâhı’na giderler. Bu ilk karşılaşmanın devâmını kendileri şöyle anlatıyorlar: “Üstâdımızın huzûruna varıp ellerini öptük. Rüşdü Efendi Hoca: -Üstâdım bu getirdiğim genç Gümüşhâneli Ahmed Ziyâeddin Efendi’nin evlâdlarından Adanalı Sâmî Efendi- deyince; birden Üstâdımız Es‘âd Efendi Hazretleri: “Hayır! O bizim evlâdımız” buyurdular. Ve orada devâm ettiğim evrâdın ne olduğunu sordular. Günde beşbin zikrullâh, bir cüz Kur’ân-ı kerîm tilâveti, Delâil-i Hayrât diye cevâb verdim. -Evlâdım hastalık nerede ise tedâviye oradan başlamak lâzım, bu yüzden şimdilik bunları terk edip kalbî zikre başlayacaksın buyurdular ve Fakîre inâbe verdiler.” Akarsu deryâya kavuşmuş; su mecrâını bulmuştu. Cenâb-ı Hakk’ın lûtfu inâyeti ile Hz. Sâmî Efendimiz bir kaç ayda seyr u sülûkunu ikmâl buyurdular. Daha önce iki yıl devâm edilen dergâhta olmayan tecellî burada bir kaç ayda olmuştu el-hamdü li’llâh. Kısa sürede icâzet ve mutlak hilâfet alan Efendimiz Hazretleri mürşid-i kâmilin görevine âid şu kıssaları naklediyorlar: “Gençliğimde dergâha devâm ediyordum. Orada vazîfesi müntesiblerin ayakkabılarının tozunu almak olan bir dervîş vardı. Bir gün onun elindeki bezi aldım, pertavsızın altına tutarak bir müddet güneşin altında tuttum. Güneşin harâretinin pertavsız vasıtasiyle bezin üzerine teksîf edilmesi ile bez tutuştu ve yanmağa başladı. Dervîş hayretler içinde kaldı. İşte mürşid-i kâmil, iki cihânın Serveri ve Rahmet Güneşi Nebî salla’llâhu ‘aleyhi ve sellem Efendimizden aldığı nûru müntesiblerden müsâid kimselerin kalblerine teksîf edip, o nûr-ı Muhammedî (s.a.v.) ile kalbleri diriltip kemâle erdiren kişidir, bi-izni’llâh. Mürşid-i kâmil çobana benzer; çoban dağda koyunları otlatırken bacağı kırılanı orada bırakır mı? Sırtına atıp ağıla kadar getirir. Mürşid-i kâmil de hiç bir evlâdını bırakmaz ve terk etmez bi-izni’llâh.
14
Mürşid-i kâmilini bulan ve Zât-ı ‘Âlîlerinin onun ifâdesi ile “Eyyâm-ı şebâbını şerîat-ı mutahhare ve tarîkat-ı ‘âliyye hizmetinde” geçiren Hazreti Sâmî Efendimiz ma‘nevî mertebeleri hızla aşıyorlardı. Bu yolda kendi ifâdeleri ile ihlâs ve tam teslîmiyet şarttı. Ölünün yıkayıcısına teslîmiyeti gibi mürid de mürşidine teslîm olmalıydı ki bi-izni’llâh neticeye ulaşsın. Kendileri anlatıyorlar: “Allâme Taftadânî hazretlerinin talebelerinden biri bir şeyhe intisâb etmiş. Bu talebeden hocasının huzûrunda hikmetli kelâmlar sâdır olmuş. Hocası: “-Evlâdım, bunları ben sana öğretmedim; sen bunları nereden öğrendin?” diye soruyor. Talebe: “-Efendim ben bir şeyhe intisâb ettim; zikir çekiyorum, doğuş oluyor ve böylece hikmetli konuşuyorum.” diyor. Bunun üzerine ‘Allâme Taftadânî hazretleri: “Oğlum beni de şeyhine götür”; diyor. Kendileri de aynı şeyhe intisâb ediyorlar. Fakat ya teslîmiyet yok veyâ nasîbi yok aynı tecelliyâtlar kendilerinde zuhûr etmiyor, aynı istifâde olmuyor. Sâmî Efendimiz Hazretlerinin bu anlattığı kıssadan çıkan hükme göre nasîbi olan müstaid kişiler mürşid-i kâmili bulup ona tam olarak teslîm olurlarsa bi-izni’llâh neticeye ulaşır, ma‘nevî mertebelerde hızla ilerleyerek kemâle ererler. Bunların hepsi kendilerinde bi-izni’llâh mevcûd olan Hazreti Sâmî (k.s.) kısa zamânda icâzet alırlar irşâdla görevlendirilirler. Kelâmî Dergâhı’ndaki hizmet günlerine âid Adapazarlı Pehlivân Efendi şu hâtırayı anlatır: “Adapazarı’ndan on arkadaşımla berâber Es‘ad Efendi Hazretlerinin ziyâretlerine gittik. Sohbet esnâsında tekkeye dâhil olmuştuk. İçerisi kalabalık olduğundan dışarıda oturuyor, Es‘ad Efendi Hazretlerinin kendilerini göremiyor, sâdece seslerini işitiyorduk. İlk def‘a sohbetlerine gelmenin heyecânı içindeydik. Sohbet sırasında ihvân arasında genç bir zât dolaşıp hizmet ediyordu. “Bu Genç orada dolaşmasa o zamân dikkatimiz dağılmaz, daha çok istifâde ederdik.” diye içimden geçirdim. Sohbet biter bitmez Es‘ad Efendi Hazretleri: “-Adapazarlı Pehlivân Efendi ve on arkadaşı buraya gelsin!” dediler. Hâlbuki bizi hiç tanımıyorlar ve geldiğimizi de görmemişlerdi.
“-Sâmî evlâdımız hakkında sû-i zan ettiniz, helâllık alın.” buyurdular. Afvımızı taleb edip böylece bu iki Zâtı ve aralarındaki derûnî muhabbet ve bağı öğrenmiş olduk.
El-hamdü li’llâh.
15
Üstâdına olan bu muhabbet ve bağlılığını dâimâ arttırarak devâm ettiren Hazreti Sâmî Efendimiz bütün gün ve gecelerini hizmet yolunda geçirdiler. Dergâhın temizliğinden ihvânın her türlü hizmetlerine varıncaya kadar her an Sâmî Efendimiz, yatalak hasta olan ihvânın da her türlü hizmetlerini seve seve yaparlardı. Hazreti Es‘âd Erbilî Efendimizin: “Mâ‘nen bizimle aynı mertebededir, lâkin bu vazîfe bize verildi” diye tarif ettikleri Hüseyin Efendi Hazretleri yatalak olunca: “Bu Zâtın hizmeti için kim tâlib olur?” diye ihvâna sorarlar. Hemen Sâmî Efendimiz o Zâtın hizmetlerine koşarlar. Def‘i hâcetleri dâhil her hizmetlerini uzun müddet seve seve görürler. Nihâyet bu hizmetleri sonunda Hüseyin Efendi Hazretleri: “-Evlâdım, Cenâb-ı Hakk’a niyâz ediyorum; Allâh ‘azîmüşşân bize ihsân ettiklerini fazlası ile sana ihsân etsin!” diye duâ buyururlar. Dünya hayatını Nebî-yi Ekrem (s.a.v.) Efendimizin buyurdukları gibi: “Benimle dünyanın misâli ağaç altında bir mikdâr dinlendikten sonra yoluna devâm eden yolcunun hâline benzer” diye ana rahmi ile kabir arasında bir sefer olarak görürdü; Hz. Sâmî Efendimiz. Ve bunu uzun bir ömürde her an tatbîk ettiler. “Bir yabancı âlim, fakire kendilerinin hâl ve kelâmlarından sordular. O anda hâtırıma gelen şu hâllerini anlattım: Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz: “-Seferden döndüğünüzde hanımlarınızın yanına haber vermeden girmeyiniz.” buyuruyorlar. Hz. Sâmî (k.s.) hayatı bir sefer olarak gördüğü için her yerinden kalkmalarını bir sefer kabûl ediyorlardı. Abdest almak için her lavaboya gidişlerinde yol zevcelerinin odasından geçiyordu. Yarım asırdan fazla süren evlilik hayatlarında bıkmadan, usanmadan, seve seve her def‘asında zevcelerini haberdâr ederlerdi. O’nun “Efendi buyur!” diye sesini duyunca odaya girer ve diğer tarafa geçerlerdi. Bu hâl altmış küsur yıl günde en az on def‘a devâm etti” deyince yabancı ‘âlim ayağa kalkarak: “-Bu zât Sâhibü’z-zamân’dır. Onun dışında hiç bir velî sünnet-i seniyyeyi bu kadar derin ve ihâtalı anlayıp tatbîk edemez, ancak o yapabilir” dedi.
El-hamdü li’llâhi rabbi’l-‘âlemîn.
16
Hayatının tek gâyesi Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz Hazretlerinin sünnetine uymak ve onu ihyâ etmek olan Hz. Sâmî Efendimiz; daha önceki kitâplarda: “Kılıcı boynunda asılı Peygamber” olarak ta‘rîf edilen (s.a.v.) Efendimize bu husûsta da ittibâ edip gazâya iştirâk ederek “Gâzî” olmuşlardı. Bu husûsu kendileri şöyle anlatıyorlardı: “-Birinci Cihân harbinde Osmânlı ordusunda levâzım subayı olarak vazîfe gördüm. Alayımız Edirne’de vazîfe görüyordu. Açlık ve kıtlık son derece şiddetli idi. Askerlerimizin uzun süre yiyecek bulamadıkları oluyordu. Bu yüzden askerler ellerinin yetiştiği yere kadar kavak ağaçlarının kabuklarını yolarak onları çiğniyorlar ve böylece açlıklarını bir nebze olsun gidermeğe çalışıyorlardı. Hz. Ebû Bekir es-Sıddîk (r.a.) Efendimizin: “Cihâdı terk eden millet zillete düçâr olur.” sözünü bütün talebelerine ezberleten Hz. Sâmî (k.s.) Cenâb-ı Hakk’ın: “Niçin yapamadığınızı söylüyorsunuz?” Kavl-i şerîfini de bize kendileri yaşayarak öğretiyorlardı. Yaşayarak, tatbîk ederek bize cihâdı öğretiyorlardı. Harbe iştirâk ederek Gâzî olmuşlar, ve ömürleri boyunca İslâm için kılıç sallama arzusu ile yaşamışlardı. Mübârek ömürleri doksanı bulduğunda dahî sohbetlerinde Uhud harbinde Amr ibn-i Sâbit (r.a.)’in müslüman oluşunu anlatırken; onun lâkabını: “Asram lâkabı ile mülakkab; keskin kılıç saldırıcı, diye ta‘rîf ederken oldukları yerde dizleri üzerine doğrularak ellerini havaya kaldırarak elindeki kılıcı ile derhâl düşman üzerine saldıracakmış gibi olan hâlleri ancak görülmekle anlaşılabilirdi. Yaşıyor; ondan sonra anlatıyorlar; anlatırken de o hâli aynen yaşıyorlardı. Hayatı cihâddı Hz. Sâmî Efendimizin. Ömür boyu cihâd. Ve bu cihâdı elinde silâhı gazâda da yaşamış ve Gâzî olmuşdu Hz. Sâmî (k.s.).
Ve nefe‘ana’llâhü te‘âlâ bi şefâatihi, Allâh (c.c.) cümlemizi O’nun muhabbetini hakkı ile yaşayıp öylece haşrolanlardan eylesin (Âmîn). Bi hurmeti seyyidi’l- enbiyâ-i ve’l- mürselîn salla’llâhu te‘âlâ ‘aleyhi vesellem.
17
KURULUŞUNUN 92. YILINDA MTTB (MİLLÎ TÜRK TALEBE BİRLİĞİ)
Birinci Cihan Harbi sırasında, düşmanları tarafından ablukaya alınarak ortadan kaldırılmak istenen tek büyük Müslüman Türk toplumunun temelleri sarsılırken, bu iç ve dış şer güçlerine karşı, Türk Yüksek Tahsil Gençliğini organize etmek ve bu güçlerin zararlı faaliyetlerinden gençliği(n dinini, imanını ve vatanı) korumak gayesiyle Darü’l-Fünun talebeleri tarafından 4 ARALIK 1916’da İstanbul’da kurulmuştur.
İstiklâl Harbi’nin sona erip yeni Türkiye Cumhuriyetinin kurulmasıyla, İslâm Dünyası’nı parçalayıp yok etmek amacındaki bu şer güçlerin içimize mikroplarını ve bu mikropların portörlüğünü yapacak ajanlarını sokmasıyla Millî Türk Talebe Birliği’nin esas görevi başlamış oldu.
Millî Türk Talebe Birliği, Türk Yüksek Tahsil Gençliğini, aralarda uğradığı bazı inkıtalar haricinde, başındaki idarecilerinin bilgi, beceri ve gayretleri oranında, dış güçlerin ajanları vasıtasıyla estirilen kuzey ve batı rüzgarlarından korumuş, gençliği bu memlekete sahip çıkacak bir gençlik olarak yetiştirmeye gayret etmiştir.
Özellikle 1971 yılında Genel Başkan olan Muhterem Ömer Öztürk, Millî Türk Talebe Birliği’ni hakikî gayesini yerine getirmesi yolunda ideal bir şekilde yöneterek, iç ve dış düşmanların bütün hücumlarına rağmen Türkiye’ye damgasını vurmuş, memlekette estirilen zararlı rüzgarlara kapılmayan, maneviyatı kuvvetli, bugünlerde memleket idaresinde söz sahibi olan Müslüman Türk Gençliğini yetiştiren MTTB’yi hakiki fonksiyonunu icra eden bir teşkilat haline getirmiştir.
Bu dönem, gençliğin sokaktan kütüpheneye ve kitaba, ilmî ve kültürel çalışmalara çekildiği dönem olmuştur.
12 EYLÜL 1980 ihtilâline kadar bu gayesini devam ettiren Millî Türk Talebe Birliği, bu tarihten itibaren memleket idaresine el koyan Askerî Yönetim tarafından faaliyetten men edilmiş, kapatılması neticesinde gençliğin yetişmesine yönelik sorumlulukları ve tüzüğü gereği tüm mevcudiyeti Fatih Gençlik Vakfı’na devredilmiştir.
MTTB
Kuruluş gayesine yönelik faaliyetlerini 1971 yılına kadar aralıklı devam ettirmeye çalışan MTTB, bu tarihe kadar belli mihrakların kontrol ve desteğindeki faaliyetleri ile ön plana çıkmıştır. Bir önceki dönem Genel Muhasiblik vazifesinde iken, Türkiye Temsilcisi olarak katıldığı “Dünya Gençlik Kurultayı”nda ön plana çıkan, konferans müddetince Birleşmiş Milletler binasında Müslüman Ülke temsilcileri için beş vakit ezan okutturup, mescid açtırarak namaz kılmalarını temin eden Muhterem Ömer Öztürk’ün 26 MART 1971 yılında Genel Başkan olmasıyla, MTTB, gerçek kimliğine bürünüp, temsil ettiği misyon için iftihar vesîlesi olmuştur.
MTTB’nin gerçek sahiblerinin bu teşkilata sahip çıktıklarını fark eden belli mihraklar, Bakanlar Kurulu Kararı ile MTTB’ye tahsisli olan binasını 1972 Mayıs ayında el altından bedava denebilecek bir fiyata Halkevlerine satışını yapmış, ancak Genel Başkan Muhterem Ömer Öztürk’ün son andaki müdahelesiyle bu oyunları boşa çıkmıştır. Bu amaçlarını gerçekleştiremeyince, bu kez 1972 yılı sonunda sırf MTTB’yi kapatmak gayesiyle 1630 sayılı Dernekler Kanunu çıkarılmış, ancak Genel Başkan Muhterem Ömer Öztürk’ün üstün gayretleri ve kıvrak zekâsı sayesinde kanuna rağmen mahkeme kararıyla MTTB ayakta kalmıştır.
Bu döneme kadar sadece kamoyuna yönelik ve belli mihrakların kontrol ve desteğindeki faaliyetlerinden öteye gidemeyen, Türkiye’deki güdümlü kör döğüşün bir aktörü durumunda olan MTTB, 1971’de Muhterem Ömer Öztürk’ün Genel Başkan olmasıyla, hiçbir mihrakın kontrolü ve desteği olmaksızın ve Türkiye’de bu mihrakların sahnelediği senaryoların hiçbirinin aktörü olmadan, Türkiye’nin en güvenilir teşkilatlarından biri olmuş, ama bunun yanında Gençliğin eğitimi için birbirinden değerli kurumlar, kurslar ve enstitüleri, icraat sahasına dökmüştür.
Eğitim, Kültür ve Kütüphane gibi müdürlüklerin faaliyette zirveye çıkması, Sosyal İlimler Enstitüsü gibi Türkiye’de bir ilki gerçekleştirmesi, Spor Klubü’nün, Amatör branşlarda Türkiye’nin en büyük klüplerinden biri haline gelmesi bu dönemi özet olarak anlatmaya yeter.
Muhterem Ömer Öztürk’ün verdiği bu rûh ve ivme ile MTTB 1980’e kadar aynı misyonunu devam ettirmiştir. Türkiye’de sol’un temsilciliğini yapan bazı fikir adamlarının dediği gibi, buna engel olmak için ise Türkiye’de bir ihtilal yapılmıştır.
4
MTTB VE MUHTEREM ÖMER ÖZTÜRK
1971’de kendisine teklif edilen, ancak reddeden MTTB Genel Başkanlığını; ma‘nevi terbiyesinde yetiştiği Sâhibü’z-zaman Hz. Mahmûd Sâmî Ramazanoğlu (k.s.)’un “İnşaallah hizmetiniz olur.” işaretiyle kabul eden Muhterem Ömer Öztürk Ağabey, “Burası siyasi bir kuruluştur, siyaset ise yalanla iç içedir.” kuşkusuna yine O yüce zatın verdiği “Evladım doğru konuşmak en büyük siyasettir. Yalan söylememek şartıyla ağzınıza geldiğini söyleyin.” cevâbını kendisine düstur edinmiş, 2,5 yıla yakın MTTB Genel Başkanlığı döneminde bu düsturun ne kapılar açtığını hepimize göstermiştir. 26 MART 1971’de Genel Başkan olarak yaptığı ilk konuşma onun takip edeceği yolun ve düsturların ne olduğunu bize göstermektedir:
“Memleketimizin içinde bulunduğu şartlar dahilinde yüksek tahsil gençliğine büyük görevler düşmektedir. Yarının ürkütücü kadrosu olan gençlik, bugünün sakat maarif politikası neticesinde maziden kopuk istikbali düşünebilme imkanı ve kapasitesinden mahrum bir tarzda yetiştirilmektedir. Eğitimimizin millî olması, mazisine lâyık, istikbaldeki vazifesine hazır, mukaddesatına bağlı gençler yetiştirmesinde, orta tahsilden itibaren talebelerle çok yakından ilgilenmek ve onları kazanmak, birer mücahit rûhuyla yetişmelerini sağlamak başlıca görevimiz olmalıdır. Asırlardır yerleşmiş ebede kadar devam edecek olan prensiplerin Anayasam olacağına sizleri şahit tutuyorum. Seçilsem de seçilmesem de, inandığım davanın neferi olarak son nefesime kadar hakka hizmet yolunda olacağım.”
Gerek Genel Başkanlık döneminde, gerekse daha sonra, günümüze kadar, yaşadıkları ve söyledikleri ile bu davanın bir neferinden öte kumandanlarından olduğunu gören gözlere göstermiştir. İslâm düşmanlarının her türlü yolları deneyerek alternatif İslam gençliği yetiştirme yoluna gittiği bu 36 yıllık zaman dilimi bizlere hakîkati haykırıyor: Zamanımızda mazi âti arasındaki köprü ancak bu zatın muhafaza etmeğe çalıştığı köprüdür. Diğerleri hayaldir ve batmaya mahkumdur!
MTTB (MİLLÎ TÜRK TALEBE BİRLİĞİ)
Birinci Cihan Harbi sırasında, düşmanları tarafından ablukaya alınarak ortadan kaldırılmak istenen tek büyük Müslüman Türk toplumunun temelleri sarsılırken, bu iç ve dış şer güçlerine karşı, Türk Yüksek Tahsil Gençliğini organize etmek ve bu güçlerin zararlı faaliyetlerinden gençliği(n dinini, imanını ve vatanı) korumak gayesiyle Darü’l-Fünun talebeleri tarafından 4 ARALIK 1916’da İstanbul’da kurulmuştur.
İstiklâl Harbi’nin sona erip yeni Türkiye Cumhuriyetinin kurulmasıyla, İslâm Dünyası’nı parçalayıp yok etmek amacındaki bu şer güçlerin içimize mikroplarını ve bu mikropların portörlüğünü yapacak ajanlarını sokmasıyla Millî Türk Talebe Birliği’nin esas görevi başlamış oldu.
Millî Türk Talebe Birliği, Türk Yüksek Tahsil Gençliğini, aralarda uğradığı bazı inkıtalar haricinde, başındaki idarecilerinin bilgi, beceri ve gayretleri oranında, dış güçlerin ajanları vasıtasıyla estirilen kuzey ve batı rüzgarlarından korumuş, gençliği bu memlekete sahip çıkacak bir gençlik olarak yetiştirmeye gayret etmiştir.
Özellikle 1971 yılında Genel Başkan olan Muhterem Ömer Öztürk, Millî Türk Talebe Birliği’ni hakikî gayesini yerine getirmesi yolunda ideal bir şekilde yöneterek, iç ve dış düşmanların bütün hücumlarına rağmen Türkiye’ye damgasını vurmuş, memlekette estirilen zararlı rüzgarlara kapılmayan, maneviyatı kuvvetli, bugünlerde memleket idaresinde söz sahibi olan Müslüman Türk Gençliğini yetiştiren MTTB’yi hakiki fonksiyonunu icra eden bir teşkilat haline getirmiştir.
12 EYLÜL 1980 ihtilaline kadar bu gayesini devam ettiren Millî Türk Talebe Birliği, bu tarihten itibaren memleket idaresine el koyan Askerî Yönetim tarafından faaliyetten men edilmiş, kapatılması neticesinde tüzüğü gereği tüm mevcudiyeti Fatih Gençlik Vakfı’na devredilmiştir.
KURULUŞUNUN 91. YILINDA MTTB
(MİLLÎ TÜRK TALEBE BİRLİĞİ)
Birinci Cihan Harbi sırasında, düşmanları tarafından ablukaya alınarak ortadan kaldırılmak istenen tek büyük Müslüman Türk toplumunun temelleri sarsılırken, bu iç ve dış şer güçlerine karşı, Türk Yüksek Tahsil Gençliğini organize etmek ve bu güçlerin zararlı faaliyetlerinden gençliği(n dinini, imanını ve vatanı) korumak gayesiyle Darü’l-Fünun talebeleri tarafından 4 ARALIK 1916’da İstanbul’da kurulmuştur.
İstiklâl Harbi’nin sona erip yeni Türkiye Cumhuriyetinin kurulmasıyla, İslâm Dünyası’nı parçalayıp yok etmek amacındaki bu şer güçlerin içimize mikroplarını ve bu mikropların portörlüğünü yapacak ajanlarını sokmasıyla Millî Türk Talebe Birliği’nin esas görevi başlamış oldu.
Millî Türk Talebe Birliği, Türk Yüksek Tahsil Gençliğini, aralarda uğradığı bazı inkıtalar haricinde, başındaki idarecilerinin bilgi, beceri ve gayretleri oranında, dış güçlerin ajanları vasıtasıyla estirilen kuzey ve batı rüzgarlarından korumuş, gençliği bu memlekete sahip çıkacak bir gençlik olarak yetiştirmeye gayret etmiştir.
Özellikle 1971 yılında Genel Başkan olan Muhterem Ömer Öztürk, Millî Türk Talebe Birliği’ni hakikî gayesini yerine getirmesi yolunda ideal bir şekilde yöneterek, iç ve dış düşmanların bütün hücumlarına rağmen Türkiye’ye damgasını vurmuş, memlekette estirilen zararlı rüzgarlara kapılmayan, maneviyatı kuvvetli, bugünlerde memleket idaresinde söz sahibi olan Müslüman Türk Gençliğini yetiştiren MTTB’yi hakiki fonksiyonunu icra eden bir teşkilat haline getirmiştir.
Bu dönem, gençliğin sokaktan kütüpheneye ve kitaba, ilmî ve kültürel çalışmalara çekildiği dönem olmuştur. 12 EYLÜL 1980 ihtilâline kadar bu gayesini devam ettiren Millî Türk Talebe Birliği, bu tarihten itibaren memleket idaresine el koyan Askerî Yönetim tarafından faaliyetten men edilmiş, kapatılması neticesinde gençliğin yetişmesine yönelik sorumlulukları ve tüzüğü gereği tüm mevcudiyeti Fatih Gençlik Vakfı’na devredilmiştir.
MTTB
Kuruluş gayesine yönelik faaliyetlerini 1971 yılına kadar aralıklı devam ettirmeye çalışan MTTB, bu tarihe kadar belli mihrakların kontrol ve desteğindeki faaliyetleri ile ön plana çıkmıştır. Bir önceki dönem Genel Muhasiblik vazifesinde iken, Türkiye Temsilcisi olarak katıldığı “Dünya Gençlik Kurultayı”nda ön plana çıkan, konferans müddetince Birleşmiş Milletler binasında Müslüman Ülke temsilcileri için beş vakit ezan okutup, mescid açtırarak namaz kılmalarını temin eden Muhterem Ömer Öztürk’ün 26 MART 1971’de Genel Başkan olmasıyla, MTTB, gerçek kimliğine bürünüp, temsil ettiği misyon için iftihar vesilesi olmuştur.
MTTB’nin gerçek sahiblerinin bu teşkilata sahip çıktıklarını fark eden belli mihraklar, Bakanlar Kurulu Kararı ile MTTB’ye tahsisli binasını 1972 Mayıs ayında el altından bedava denebilecek bir fiyata Halkevlerine satışını yapmış, ancak Genel Başkan Muhterem Ömer Öztürk’ün son andaki müdahelesiyle bu oyunları boşa çıkmıştır. Amaçlarını gerçekleştiremeyince, bu kez 1972 yılı sonunda sırf MTTB’yi kapatmak gayesiyle 1630 sayılı Dernekler Kanunu çıkarılmış, ancak Genel Başkan Muhterem Ömer Öztürk’ün üstün gayretleri ve kıvrak zekası sayesinde kanuna rağmen mahkeme kararıyla MTTB ayakta kalmıştır.
Bu döneme kadar sadece kamoyuna yönelik ve belli mihrakların kontrol ve desteğindeki faaliyetlerinden öteye gidemeyen, Türkiye’deki güdümlü kör döğüşün bir aktörü durumunda olan MTTB, 1971’de Muhterem Ömer Öztürk’ün Genel Başkan olmasıyla, hiçbir mihrakın kontrolü ve desteği olmaksızın ve Türkiye’de bu mihrakların sahnelediği senaryoların hiçbirinin aktörü olmadan, Türkiye’nin en güvenilir teşkilatlarından biri olmuş, ama bunun yanında Gençliğin eğitimi için birbirinden değerli kurumlar, kurslar ve enstitüleri, icraat sahasına dökmüştür.
Eğitim, Kültür ve Kütüphane gibi müdürlüklerin faaliyette zirveye çıkması, Sosyal İlimler Enstitüsü gibi Türkiye’de bir ilki gerçekleştirmesi, Spor Klubü’nün, Amatör branşlarda Türkiye’nin en büyük klüplerinden biri haline gelmesi bu dönemi özet olarak anlatmaya yeter.
Muhterem Ömer Öztürk’ün verdiği bu ruh ve ivme ile MTTB 1980’e kadar aynı misyonunu devam ettirmiştir. Türkiye’de sol’un temsilciliğini yapan bazı fikir adamlarının dediği gibi, buna engel olmak için ise Türkiye’de bir ihtilal yapılmıştır.
MTTB VE MUHTEREM ÖMER ÖZTÜRK
1971’de kendisine teklif edilen, ancak reddeden MTTB Genel Başkanlığını; manevi terbiyesinde yetiştiği Sâhibü’z-zaman Hz. Mahmûd Sâmî Ramazanoğlu (k.s.)’un “İnşaallah hizmetiniz olur.” işaretiyle kabul eden Muhterem Ömer Öztürk Ağabey, “Burası siyasi bir kuruluştur, siyaset ise yalanla iç içedir.” kuşkusuna yine O yüce zatın verdiği “Evladım doğru konuşmak en büyük siyasettir. Yalan söylememek şartıyla ağzınıza geldiğini söyleyin.” cevabını kendisine düstur edinmiş, 2,5 yıla yakın MTTB Genel Başkanlığı döneminde bu düsturun ne kapılar açtığını hepimize göstermiştir. 26 MART 1971’de Genel Başkan olarak yaptığı ilk konuşma onun takip edeceği yolun ve düsturların ne olduğunu bize göstermektedir:
“Memleketimizin içinde bulunduğu şartlar dahilinde yüksek tahsil gençliğine büyük görevler düşmektedir. Yarının ürkütücü kadrosu olan gençlik, bugünün sakat maarif politikası neticesinde maziden kopuk istikbali düşünebilme imkanı ve kapasitesinden mahrum bir tarzda yetiştirilmektedir. Eğitimimizin millî olması, mazisine lâyık, istikbaldeki vazifesine hazır, mukaddesatına bağlı gençler yetiştirmesinde, orta tahsilden itibaren talebelerle çok yakından ilgilenmek ve onları kazanmak, birer mücahit ruhuyla yetişmelerini sağlamak başlıca görevimiz olmalıdır. Asırlardır yerleşmiş ebede kadar devam edecek olan prensiplerin Anayasam olacağına sizleri şahit tutuyorum. Seçilsem de seçilmesem de, inandığım davanın neferi olarak son nefesime kadar hakka hizmet yolunda olacağım.”
Gerek Genel Başkanlık döneminde, gerekse daha sonra, günümüze kadar, yaşadıkları ve söyledikleri ile bu davanın bir neferinden öte kumandanlarından olduğunu gören gözlere göstermiştir. İslam düşmanlarının her türlü yolları deneyerek alternatif İslam gençliği yetiştirme yoluna gittiği bu 36 yıllık zaman dilimi bizlere hakikati haykırıyor: Zamanımızda mazi âti arasındaki köprü ancak bu zatın muhafaza etmeğe çalıştığı köprüdür. Diğerleri hayaldir ve batmaya mahkumdur!
KURULUŞUNUN 93. YILINDA
MTTB (MİLLÎ TÜRK TALEBE BİRLİĞİ)
Birinci Cihan Harbi sırasında, düşmanları tarafından ablukaya alınarak ortadan kaldırılmak istenen tek büyük Müslümân Türk toplumunun temelleri sarsılırken, bu iç ve dış şer güçlerine karşı, Türk Yüksek Tahsil Gençliğini organize etmek ve bu güçlerin zararlı faaliyetlerinden gençliği(n dînini, îmânını ve vatanı) korumak gâyesiyle Darü’l-Fünûn talebeleri tarafından 4 Aralık 1916’da İstanbul’da kurulmuştur.
İstiklâl Harbi’nin sona erip yeni Türkiye Cumhuriyetinin kurulmasıyla, İslâm Dünyâsı’nı parçalayıp yok etmek amacında-ki bu şer güçlerin içimize mikroplarını ve bu mikropların portörlüğünü yapacak ajanlarını sokmasıyla Millî Türk Talebe Birli-ği’nin esâs görevi başlamış oldu.
Millî Türk Talebe Birliği, Türk Yüksek Tahsil Gençliğini, aralarda uğradığı bazı inkıtâlar hâricinde, başındaki idârecilerinin bilgi, beceri ve gayretleri oranında, dış güçlerin ajanları vasıtasıyla estirilen kuzey ve batı rüzgârlarından korumuş, gençliği bu memlekete sâhib çıkacak bir gençlik olarak yetiştirmeye gayret etmiştir.
Özellikle 1971 yılında Genel Başkan olan Muhterem Ömer Öztürk, Millî Türk Talebe Birliği’ni hakîkî gâyesini yerine getirmesi yolunda ideal bir şekilde yöneterek, iç ve dış düşmanların bütün hücûmlarına rağmen Türkiye’ye damgasını vurmuş, memlekette estirilen zararlı rüzgârlara kapılmayan, ma‘neviyatı kuvvetli, bugünlerde memleket idâresinde söz sâhibi olan Müslümân Türk Gençliğini yetiştiren MTTB’yi hakîkî fonksiyonunu icrâ eden bir teşkilât hâline getirmiştir.
Bu dönem, gençliğin sokaktan kütüphâneye ve kitâba, ilmî ve kültürel çalışmalara çekildiği dönem olmuştur.
12 Eylül 1980 ihtilâline kadar bu gâyesini devâm ettiren Millî Türk Talebe Birliği, bu tarihten itibâren memleket idâresine el koyan Askerî Yönetim tarafından faaliyetten men edilmiş, kapatılması netîcesinde gençliğin yetişmesine yönelik sorumlulukları ve tüzüğü gereği tüm mevcûdiyeti Fatih Gençlik Vak-fı’na devredilmiştir.
MTTB
Kuruluş gâyesine yönelik faaliyetlerini 1971 yılına kadar aralıklı devâm ettirmeye çalışan MTTB, bu tarihe kadar belli mihrakların kontrol ve desteğindeki faaliyetleri ile ön plana çıkmıştır. Bir önceki dönem Genel Muhâsiblik vazîfesinde iken, Türkiye Temsilcisi olarak katıldığı “Dünyâ Gençlik Kurultayı”nda ön plana çıkan, konferans müddetince Birleşmiş Milletler binasında Müslümân Ülke temsilcileri için beş vakit ezân okutturup, mescîd açtırarak namâz kılmalarını temin eden Muhterem Ömer Öztürk’ün 26 Mart 1971 yılında Genel Başkan olmasıyla, MTTB, gerçek kimliğine bürünüp, temsil ettiği misyon için iftihâr vesîlesi olmuştur.
MTTB’nin gerçek sâhiblerinin bu teşkilata sâhib çıktıklarını fark eden belli mihraklar, Bakanlar Kurulu Kararı ile MTTB’ye tahsisli olan binâsını 1972 Mayıs ayında el altından bedâva denebilecek bir fiyata Halkevlerine satışını yapmış, ancak Genel Başkan Muhterem Ömer Öztürk’ün son andaki müdâhelesiyle bu oyunları boşa çıkmıştır. Bu amaçlarını gerçekleştiremeyince, bu kez 1972 yılı sonunda sırf MTTB’yi kapatmak gâyesiyle 1630 sayılı Dernekler Kânunu çıkarılmış, ancak Genel Başkan Muhterem Ömer Öztürk’ün üstün gayretleri ve kıvrak zekâsı sâyesinde kânuna rağmen mahkeme kararıyla MTTB ayakta kalmıştır.
Bu döneme kadar sadece kamoyuna yönelik ve belli mihrakların kontrol ve desteğindeki faaliyetlerinden öteye gidemeyen, Türkiye’deki güdümlü kör döğüşün bir aktörü durumunda olan MTTB, 1971’de Muhterem Ömer Öztürk’ün Genel Başkan olmasıyla, hiçbir mihrakın kontrolü ve desteği olmaksızın ve Türkiye’de bu mihrakların sahnelediği senaryoların hiçbirinin aktörü olmadan, Türkiye’nin en güvenilir teşkîlâtlarından biri olmuş, ama bunun yanında Gençliğin eğitimi için birbirinden değerli kurumlar, kurslar ve enstitüleri, icraat sahasına dökmüştür.
Eğitim, Kültür ve Kütüphâne gibi müdürlüklerin faaliyette zirveye çıkması, Sosyal İlimler Enstitüsü gibi Türkiye’de bir ilki gerçekleştirmesi, Spor Klubü’nün, Amatör branşlarda Türkiye’nin en büyük klüplerinden biri hâline gelmesi bu dönemi özet olarak anlatmaya yeter.
Muhterem Ömer Öztürk’ün verdiği bu rûh ve ivme ile MTTB 1980’e kadar aynı misyonunu devâm ettirmiştir. Türkiye’de sol’un temsilciliğini yapan bazı fikir adamlarının dediği gibi, buna engel olmak için ise Türkiye’de bir ihtilâl yapılmıştır.
MTTB VE MUHTEREM ÖMER ÖZTÜRK
1971’de kendisine teklif edilen, ancak reddeden MTTB Genel Başkanlığını; ma‘nevi terbiyesinde yetiştiği Sâhibü’z-zaman Hz. Mahmûd Sâmî Ramazanoğlu (k.s.)’un “İnşâallâh hizmetiniz olur.” işâretiyle kabûl eden Muhterem Ömer Öztürk Ağabey, “Burası siyâsî bir kuruluştur, siyâset ise yalanla iç içedir.” kuşkusuna yine O yüce zatın verdiği “Evlâdım dürüstlük en büyük siyâsettir. Yalan söylememek şartıyla ağzınıza geldiğini söyleyin.” cevâbını kendisine düstûr edinmiş, 2,5 yıla yakın MTTB Genel Başkanlığı döneminde bu düstûrun ne kapılar açtığını hepimize göstermiştir. 26 Mart 1971’de Genel Başkan olarak yaptığı ilk konuşma onun ta‘kîb edeceği yolun ve düstûrların ne olduğunu bize göstermektedir:
“Memleketimizin içinde bulunduğu şartlar dâhilinde yüksek tahsil gençliğine büyük görevler düşmektedir. Yarının ürkütücü kadrosu olan gençlik, bugünün sakat maârif politikası netîcesinde mâzîden kopuk istikbâli düşünebilme imkânı ve kapasitesinden mahrûm bir tarzda yetiştirilmektedir. Eğitimimizin millî olması, mâzîsine lâyık, istikbâldeki vazîfesine hazır, mukaddesâtına bağlı gençler yetiştirmesinde, orta tahsilden itibâren talebelerle çok yakından ilgilenmek ve onları kazanmak, birer mücâhid rûhuyla yetişmelerini sağlamak başlıca görevimiz olmalıdır. Asırlardır yerleşmiş ebede kadar devâm edecek olan prensiplerin Anayasam olacağına sizleri şâhid tutuyorum. Seçilsem de seçilmesem de, inandığım da‘vânın neferi olarak son nefesime kadar hakka hizmet yolunda olacağım.”
Gerek Genel Başkanlık döneminde, gerekse daha sonra, günümüze kadar, yaşadıkları ve söyledikleri ile bu da‘vânın bir neferinden öte kumandanlarından olduğunu gören gözlere göstermiştir. İslâm düşmânlarının her türlü yolları deneyerek alternatif İslâm gençliği yetiştirme yoluna gittiği bu 38 yıllık zaman dilimi bizlere hakîkati haykırıyor: Zamanımızda mâzî âti arasındaki köprü ancak bu zâtın muhâfaza etmeğe çalıştığı köprüdür. Diğerleri hayaldir ve batmaya mahkûmdur!
1892 Yılında Adana’nın Tepebağ mahallesinde dünyâya teşrîf
eden Hazret-i Sâmî (k.s.)’un babaları Müctebâ Efendi, anneleri
Ümmügülsüm Hanımefendilerdir. Dedelerinin ismi Abdurrahmân,
büyük dedeleri İshâk ve Hüseyin Efendilerdir. Büyük Türk bey-
liklerinden Ramazânoğlu beyliğinin en son beylerinden olan Ab-
dülhâdî Efendinin (ki Sâmî Efendi Hazretlerinin büyük dedelerin-
dendir) tesbîtine göre Ramazânoğlu beyliği aslen Türklerin Oğuz
boyunun Üçoklar kabîlesindendir. Bu kabîlenin de şecereleri
büyük Türk Hâkânı Nureddîn Zengî (Şehîd) vasıtası ile Sey-
fullâh Hz. Hâlid bin Velîd (r.a.)’e dayanır. Efendi Hazretleri kendi
ifâdeleriyle doğumlarını şöyle nakletmektedirler:
“-Benim doğumum (1308) târihindedir: Adana’da
Vakıfsarayı’ndadır. Doğumumdan evvel kapıya bir zât gelmiş:
“-Bu evde, yakında bir doğum olacaktır, oğlan olacaktır, adını:
Sâmî koyunuz; hayırlı bir insan olacaktır.” diyor, gidiyor. Bir müd-
det sonra doğum oluyor, oğlan oluyor. Adı: “Mahmûd Sâmî”
konuyor. Sonra o zât tekrâr geliyor. Oğlan, doğduğunu söylüy-
orlar. Adının da “Muhammed Mahmûd Sâmî” konulduğunu
öğrenince: “-Sandıktaki emânetimi veriniz!” diyor. Ona benzer bir
emâneti veriyorlar: “-Bu değil; esâs sandıktaki bana âid emâneti
veriniz!” diyor. Veriyorlar. Memnûn oluyor. Duâ edip gidiyor.”
Efendi Hazretleri bu ma‘lûmât hakkında:“-Bunu kaydediniz. Müh-
imdir. Gelen zât, boş değildir. Bunları olduğu gibi sen kaydet.
İleride neşredilir. İyi olur. Hayırlı olur.” diye buyurdular.
Not: Bu ma‘lûmât, Muhterem Ömer Kirazoğlu (Rh. Aleyh)
Ağabey’in kendi el yazısı ile not defterinden alınmıştır. Metinden
Hazretin ism-i şerîflerinin tam olarak “Muhammed Mahmûd
Sâmî” olduğu öğreniliyor. Hazretin 6 Kasım 1937de kendi el
yazılarıyla, latince olarak, “Kadastro ve Tapu Tahrîrine Mahsûs
Beyânnâme”de, sâdece “Sâmî” ismini ve imzâsını kullandıklarına
ve nüfus cüzdanlarında da sâdece “Sâmî” ismini kullandığına
göre, tam ism-i şerîflerinin kullanılmaması o devirdeki birtakım
yasakları akla getirmektedir. Bu “Beyânnâme”de, Hazretin
doğdukları ev Seyhân vilâyeti, Adana kazâsı, Kayalıdağ mahall-
esi, Sabuncu Abdullâh sokağı olarak belirtilmiştir ki burada da
isimler değiştirilmiştir. Hazretin doğdukları evin bulunduğu ma-
halle en son Tepebağ adını almıştır.
Doğumundan i‘tibâren bütün hayatı boyunca bu müjdenin
şanlı izlerini taşıyan bu zâta “Âlî makâm sâhibi” ma‘nâsına
gelen Sâmî ismi konur. Her hâlleri büyük, yüksek makâm
sâhibi oluşlarının dışarıya tezâhürüdür.
Hakk idâresinin kaldırılıp, halk idâresinin müslümânlara
da sevdirilmeğe çalışıldığı şu cehâlet asrında; ekseriyetin
İslâm dışı davranışlarına;
“Bugünkü şartlarda ancak bu kadar olur.” diyerek kılıf
bulup, İslâm’ın bazı şartlarda tam olarak yaşanamayacağı
iddiâsını hâlleri ile çürütüp, asra yakın ömürlerinin, doğu-
mundan i‘tibâren tamâmını, sünnete harfiyyen riâyet ederek
geçirip, İslâm, fitnenin zirveye çıktığı devirlerde bile sünnete
tam olarak ittibâ edilerek yaşanabilir ve kıyâmete kadar da
yaşanacaktır diye hayatı ile bunu isbât etmiş bir âlî kadîrdir
Hazret-i Sâmî (k.s.).
Allâh (c.c.) dostlarının büyüklerinden bir zâtın ifâdesi ile
“Asırların nâdir yetiştirdiği bir büyük velîdir” Hazret-i Sâmî
(k.s.).
1950’li yılların başlarında İstanbul’a intikâllerinden sonra
kendilerine Fahr-i Kâinat sallallâhü aleyhi vesellem Efendi-
miz tarafından “MAHMÛD” ismi verilmiş ve kendileri icâzetli
halîfeleri Adanalı Hacı Hasan Efendiye:
“-Fakire bundan sonra Mahmûd Sâmî denilmesini ihvâna
bildiriniz; bize böyle emrolundu.” diye emir gereği büyük
tebşîrâtı bildirirler.
Çocuk yaşlarında muhterem anneleri kendilerini
akrânlarıyla oynamak üzere dışarı gönderdiklerinde Hazret-i
Sâmî (k.s.) Efendimiz ellerini dizlerinin üzerine koyup
“tahiyyât” oturuşundaki gibi oturup, uzaklara gözlerini di-
ker, devâmlı olarak düşünür, tefekkür ederler. Çünkü Allâh
(c.c.)’ün Resûlü (s.a.v.) Efendimiz, Mi‘râc’da tahiyyâtta gibi
oturmuşlardı. Bu sünneti ömürleri boyunca hep böyle sürdür-
düler. Hiç bir zaman kendilerini bunun dışındaki bir şekilde
otururken gören olmamıştır. “Neden arkadaşları ile oynama-
yıp oturduğu” sorulduğunda:“-Biz oyun için yaratılmadık.” bu-
yurmuşlardır. İşte hadîs-i şerîfi telmîh; işte sünnete ittibâ.‘
Bu sünnete uygun hayat günümüz insanlarının ancak ör-
neklerini kitâblarda görebildiği bir şekilde tam 96 yıl devâm
etmiştir. Doğumlarından dâr-ı bekâya intikâllerine kadar gecesi-
yle, gündüzüyle, harekâtı ve sekenâtı ile günün 24 saatinde
sünnet-i seniyyeye; Hazret-i Abdullâh ibn-i Ömer radıyallâhu
anhümânın dediği gibi ve Pîr Efendimiz Hazretlerinin de
mısralaştırdığı şekilde: “Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi
vesellem Efendimiz Hazretlerinin eşiğinde aklı kurbân ederek”
katıksız, tam teslîmiyetli bir sünnet tatbîkâtıdır bu mübârek
hayat!
İşte kerâmeti maddî ve ma‘nevî olarak ikiye ayıran Muhyid-
dîn-i Arabî hazretlerinin: “Esâs kerâmet ma‘nevî kerâmettir; o
da yirmi dört sâatin tamâmını Resûl-i Ekrem sallallâhü aleyhi
vesellem Efendimiz Hazretlerinin sünnetine uygun olarak
geçirmektir. Bizce makbûl olan da budur.” dediği ma‘nevî
kerâmetler manzûmesidir Hazret-i Sâmî (k.s.) Efendimizin
asırlık ömürleri.
Muhyiddîn-i Arabî hazretleri: “Ehlullâh kendilerinden
kerâmet zuhûr etmesini kadınların hayız ve nifas hâli gibi
görürler.” buyuruyor. Bütün hayatlarında buna son derece dik-
kat eden Efendimiz (k.s.) Hazretleri bir sohbetlerinde (1970’li
yılların ikinci yarısında Erenköy’de bir evde) Abdü’l-kâdir-i
Geylânî hazretlerinin kendisini yardıma çağıran Adana’nın
Misis nâhiyesinin Abdoğlu köyünden bir Ermeni çocuğunun
hayvanına, düşen çuvalları biiznillâh yüklemesine âid kıssayı
anlatırken, son derece sâf ihvânlardan Merhûm Dr. Bahâ Bey,
ayağa kalkarak:
“- Vallâhi bu Zât, asrın Abdü’l-kâdir-i Geylânî’sidir, ne za-
man sıkışıp yetiş yâ Hazret-i Sâmî desem bu Zât’ın himmetiyle
biiznillâh her müşkülüm hallolur.” diye bağırınca, Sâmî (k.s.)
Efendimiz Hazretleri mu‘tâdlarını bozarak yeni başlamış olan
sohbeti “el-Fâtiha” diyerek bitirip, fakîre dönerek:
“-Arabayı hazırlayın” buyurdular ve sohbeti yarıda bırakıp,
ev sâhibinin yapacağı ikrâmı da: “-İkrâmınızı kabûl ettik, Allâh
(c.c.) râzı olsun” diyerek yemeden oradan ayrıldılar.
İşte kendilerine karşı sırrı fahş edip kerâmetlerini açığa
vurana verdikleri kendi üslûblarınca en ağır ders.
Bütün hayatı manevî kerâmet (ya‘ni istikâmet) olan Efen-
dimiz Hazretleri, kendilerinden sâdır olan kerâmetleri böylece
saklamamızı bize öğretmiş oluyorlardı. Böylece kerâmetin
matlûb olmadığını, zuhûrunun o kişilere Allâh (c.c.)’ün rah-
meti olduğunu anlatmış oluyorlardı. Buna da hamdetmek
lâzımdı ve hemen takılmadan istikâmet üzere Hakk yola
devâmı öğretiyorlardı. Böylece inkılâb kâbiliyetini hâiz olan
kalbimiz hakîkî ve tek matlûb olan Allâh (c.c.) ile olacaktı.
Ağyârdan ictinâb gerekliydi. İşte kalbin hâllerini anlatırlarken
verdikleri bir misâl:
“Bukâlemun denilen, Türkçe adı “bahtabakan” kertiş
cinsinden kuyruğu ile dala sarılan bir hayvan vardır.
Çocukluğumuzda, bu boz renkli hayvanı tutar, erkeklerin
o zaman kullandığı kırmızı renkli, püsküllü, kalıba konan
feslerini onun üzerine koyardık. Kısa bir süre sonra fesi
kaldırdığımızda, bukalemunun kıpkırmızı olduğunu görürdük.
Biraz açıkta kalınca eski boz rengine avdet ederdi. Yine
kadınların başını örttüğü siyah renkli yağlığı (başörtüsünü) alır
bukalemunun üzerine örterdik. Bir müddet beklettikten sonra
başörtüsünü açtığımızda hayvanın renginin siyahlaştığını
müşâhade ederdik. Biraz sonra asıl rengine avdet ederdi.
İşte bir hayvanda bu derece bulunduğu yere intibâk kâbiliyyeti
olursa; ya kalbimizi nasıl muhâfaza etmemiz gerekir; teem-
mül edelim” buyururlardı.
Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Cenâb-ı Hakk, sizin
kalıbınıza değil; kalblerinize nazar atfeder.” Kalb
nazargâh-ı İlâhî’dir; ona göre dikkat etmeliyiz. Yine buyu-
ruyorlar: “Gençliğimde dergâhta hâl ehli, ehl-i keşiften Âdil
Beğ bana: “-Sâmî evlâdım, münâsebette bulunduğun kişilere
çok dikkat et, sakın kasvetli kimselerle karşı karşıya oturma.
Bir defa Ayasofya câmiinde mevlid dinliyordum; bir de baktım
letâiflerim durmuş. Karşımda diz dize oturduğum adamın kalbi
hasta imiş (ya‘ni katı). Letâiflerimi üç günde zor çalıştırdım.”
dedi. Câmiide mevlid dinleyenin kalbinden bu in‘ikâs olursa
ona göre dikkat edelim.”
Gönüller sultânı Hazret-i Sâmî (k.s.), kalbin Kur’ân-ı
Kerîm’de beş sınıf olarak beyân edildiğini anlatırlardı. Ez-cüm-
le: 1- Ölü kalb, 2- Hastalıklı kalb, 3- Gâfil kalb, 4- Zâkir kalb,
5- Ma‘nen diri (hayy) kalb.
Kalbimizi her türlü hastalık ve tehlikelerden koruyacak bir-
inci şartın zikru’llâha devâm olduğunu her defasında tekrâr
tekrâr beyân buyururlardı. Bunun da, az yiyip oruç tutarak ve
şartlarına riâyetle yapılırsa netice hâsıl olacağını bildirirlerdi.
Çünkü kul, hadîs-i şerîfte beyân buyurulduğu üzere:
“Kişi kalben zikre muvaffak olursa şeytân me’yûs olarak
geri çekilir; zikirden gâfil olursa kalbe yeniden girer.”
“Allâh azîmüşşânı kalben zikreden ile zikretmeyenin
farkı cesed dirisi ile ölüsünün farkı gibidir.” buyururlardı.
Bu yüzden insanlar, kendilerini Allâh (c.c.)’yü ve O’nun zikrini
hatırlatanlarla berâber olmağa çağrılıyordu. Tevbe sûresinde
Cenâb-ı Hakk: “Ey îmân edenler, Allâh’tan korkun da sâlih
ve sâdıklarla beraber olun.” diye emrediyor. Sâlihlerden bu
dünyâda istifâde olacağı gibi kabirde ve mahşerde de istifâde
olunacağını tefsîr ve hadîslerden misâllerle anlatırdı, Hazret-i
Sâmî (k.s.).
Bu husûsta kendilerine âid şu menkîbeyi anlatırlardı:
“Çocukluğumda kız kardeşim yürüyemiyordu. Yakınlarımız
Pozantı’ya yakın bir köyde Kaplanca Dede adlı bir zât var; kızı
ona götürün; inşâallâh onun vesîlesi ile Allâh (c.c.) şifâ verir
dediler. Ben, annem ve kız kardeşim o zâtın türbesine gittik.
Geceyi orada geçirdik. Gece bir ara kız kardeşim bağırarak
uyandı. Annem: “- Kızım ne var, ne oldu, niye bağırdın?” dedi.
Kız kardeşim:
“- Anne şu kabirdeki dede kalktı, geldi benim kalçamın üz-
erine oturdu” dedi. Bu hâlden sonra yürüyemeyen kız kardeşim
Allâh (c.c.)’ün izni ile ayağa kalktı yürüdü. Ömrü boyunca da
bir daha ayağı ağrımadı.” İşte sâlihlerden biiznillâh “kabirdeki
istifâde.”
Not:Yazının devamı 1-5 Nisan tarihlerindedir.
(www.ramazanoglumahmudsamiks.com )
Hz. Sâmi (k.s.), sâlih dostların birbirlerine olan
yardımlarının Kıyâmet günü de devâm edeceğinin tefsîrde
beyân edildiğini sohbetlerinde sık sık anlatırlardı:
Kıyâmet günü hesâba çekilen bir kulun seyyiâtı
hasenâtına denk geliyor. Meselâ, 1000 seyyiesi (günahı)
varsa 1000 de hasenesi (sevabı) var. Cenâb-ı Hakk azze
ve celle hazretleri o kuluna anne babana git bir hasene iste,
verirlerse bana getir seni cennete dâhil edeyim diye buyu-
ruyor. O kul Mahşer gününün o sıkıntılı anında Allâh’ın lûtfu
ile anne ve babasını bulup durumunu onlara anlatıyor. On-
lar da evlâdım bugünkü günde biz kendimizi kurtaramadık
ki sana bir faydamız olsun; sana bir şey veremeyiz diyor-
lar. O eli boş olarak, mahzûn bir hâlde Hakkın huzûruna
varıyor. Annem babam bana bir şey vermediler yâ Rabbi
diye durumu arz ediyor. Bunun üzerine Hakk Te‘âlâ ve
tekaddes hazretleri o kuluna:
“-Senin dünyâ hayatında benim rızâm için sevdiğin bir
dostun yok mu idi?” diye soruyor. Cenâb-ı Hakk kulunun
o anda hâtırına getiriyor ve evet yâ Rabbi, filân kulun ile
biz dünyâ hayatında senin rızân için sevişirdik diyor. Allâh
(c.c.)’un lûtfu ile o dostunu bulup durumunu ona anlatıyor.
Kardeşi cevâben diyor ki:
“-Ey kardeşim ne kadar hasene istersen alabilirsin. Ben
kendimi kurtaramadım, bâri sen kendini kurtar” diyor. Hesâb
veren kul, Cenâb-ı Hakkın huzûruna sevinçle geliyor ve du-
rumu arz ediyor. Bunun üzerine Sübhân olan Rabbimiz:
“-Yâ öyle mi; o böyle bir ızdırâblı gününde kardeşine
acıyarak hasene veriyor; bense Cevvâdü Kerîmim, Erhâ-
mü’r-Râhimînim, her ikinizi de affettim” buyuruyor.
Ne büyük tebşîrât-ı ilâhî. El-hamdü li’llâhi rabbî’l-
‘âlemîn. Allâh (c.c.) cümlemize rızâsı için sevişmeyi nasîb
etsin (Âmîn).
İlk, orta ve lise tahsîlini Adana’da tamâmlayan Hz. Sâmî (k.s.)
yüksek tahsîlini İstanbul’da yaparlar. Hukuk Fakültesini birincilikle
bitiren Hz. Sâmî (k.s.) bu arada bir müddet Gümüşhâneli Dergâhı’na
devâm ederler. Bu sırada Bâyezıd dersiâmlarından Rüşdü Efendi
(Eski Beşiktaş müftüsü Merhûm Fuat Çamdibi Hocanın babası):
“Sâmî Evlâdım, gel seni Şeyhülmeşâyih Es‘âd Erbilî Hazretlerine
götüreyim.” der. Bu teklifi kabûl eden Efendi Hazretleri, Rüşdü
Efendi ile berâber Kelâmî Dergâhı’na giderler. Bu ilk karşılaşmanın
devâmını kendileri şöyle anlatıyorlar:
“Üstâdımızın huzûruna varıp ellerini öptük. Rüşdü Efendi
Hoca: -Üstâdım bu getirdiğim genç Gümüşhâneli Ahmed Ziyâed-
din Efendi’nin evlâdlarından Adanalı Sâmî Efendi, deyince; birden
Üstâdımız Es‘âd Efendi Hazretleri: “Hayır! O bizim evlâdımız”
buyurdular. Ve orada devâm ettiğim evrâdın ne olduğunu sordu-
lar. Günde beşbin zikrullâh, bir cüz Kur’ân-ı Kerîm tilâveti, Delâil-i
Hayrât diye cevâb verdim. -Evlâdım hastalık nerede ise tedâviye
oradan başlamak lâzım, bu yüzden şimdilik bunları terk edip kalbî
zikre başlayacaksın buyurdular ve Fakîre inâbe verdiler.”
Akarsu deryâya kavuşmuş; su mecrâını bulmuştu. Cenâb-ı
Hakk’ın lûtfu inâyeti ile Hz. Sâmî Efendimiz bir kaç ayda seyr u sül-
ûkunu ikmâl buyurdular. Daha önce iki yıl devâm edilen dergâhta
olmayan tecellî burada bir kaç ayda olmuştu el-hamdü li’llâh. Kısa
sürede icâzet ve mutlak hilâfet alan Efendimiz Hazretleri mürşid-i
kâmilin görevine âid şu kıssaları naklediyorlar: “Gençliğimde
dergâha devâm ediyordum. Orada vazîfesi müntesiblerin
ayakkabılarının tozunu almak olan bir dervîş vardı. Bir gün onun
elindeki bezi aldım, pertavsızın (mercek) altına tutarak bir müddet
güneşin altında tuttum. Güneşin harâretinin pertavsız vasıtasiyle
bezin üzerine teksîf edilmesi ile bez tutuştu ve yanmağa başladı.
Dervîş hayretler içinde kaldı.
İşte mürşid-i kâmil, iki cihânın Serveri ve Rahmet Güneşi
Nebî salla’llâhu ‘aleyhi ve sellem Efendimizden aldığı nûru mün-
tesiblerden müsâid kimselerin kalblerine teksîf edip, o nûr-ı
Muhammedî (s.a.v.) ile kalbleri diriltip kemâle erdiren kişidir, bi-
zni’llâh. Mürşid-i kâmil çobana benzer; çoban dağda koyunları
otlatırken bacağı kırılanı orada bırakır mı? Sırtına atıp ağıla kadar
getirir. Mürşid-i kâmil de hiç bir evlâdını bırakmaz ve terk etmez
bi-izni’llâh.
Mürşid-i kâmilini bulan ve Zât-ı ‘Âlîlerinin onun ifâdesi ile
“Eyyâm-ı şebâbını şerîat-ı mutahhare ve tarîkat-ı ‘âliyye hizme-
tinde” geçiren Hazreti Sâmî Efendimiz ma‘nevî mertebeleri hızla
aşıyorlardı. Bu yolda kendi ifâdeleri ile ihlâs ve tam teslîmiyet
şarttı. Ölünün yıkayıcısına teslîmiyeti gibi mürîd de mürşîdine
teslîm olmalıydı ki bi-izni’llâh neticeye ulaşsın.
Kendileri anlatıyorlar: “Allâme Taftadânî hazretlerinin tale-
belerinden biri bir şeyhe intisâb etmiş. Bu talebeden hocasının
huzûrunda hikmetli kelâmlar sâdır olmuş. Hocası: “-Evlâdım,
bunları ben sana öğretmedim; sen bunları nereden öğrendin?”
diye soruyor. Talebe: “-Efendim ben bir şeyhe intisâb ettim; zikir
çekiyorum, doğuş oluyor ve böylece hikmetli konuşuyorum.” di-
yor. Bunun üzerine ‘Allâme Taftadânî hazretleri: “Oğlum beni de
şeyhine götür”; diyor. Kendileri de aynı şeyhe intisâb ediyorlar.
Fakat ya teslîmiyet yok veyâ nasîbi yok aynı tecelliyâtlar kendile-
rinde zuhûr etmiyor, aynı istifâde olmuyor.
Sâmî Efendimiz Hazretlerinin bu anlattığı kıssadan çıkan
hükme göre nasîbi olan müsta‘îd kişiler mürşid-i kâmili bulup ona
tam olarak teslîm olurlarsa bi-izni’llâh neticeye ulaşır, ma‘nevî
mertebelerde hızla ilerleyerek kemâle ererler. Bunların hepsi
kendilerinde bi-izni’llâh mevcûd olan Hazreti Sâmî (k.s.) kısa
zamânda icâzet alırlar, irşâdla görevlendirilirler.
Kelâmî Dergâhı’ndaki hizmet günlerine âid Adapazarlı Pe-
hlivân Efendi şu hâtırayı anlatır: “Adapazarı’ndan on arkadaşımla
berâber Es‘ad Efendi Hazretlerinin ziyâretlerine gittik. Sohbet
esnâsında tekkeye dâhil olmuştuk. İçerisi kalabalık olduğundan
dışarıda oturuyor, Es‘ad Efendi Hazretlerinin kendilerini göremi-
yor, sâdece seslerini işitiyorduk. İlk defa sohbetlerine gelmenin
heyecânı içindeydik. Sohbet sırasında ihvân arasında genç
bir zât dolaşıp hizmet ediyordu. “Bu genç orada dolaşmasa o
zamân dikkatimiz dağılmaz, daha çok istifâde ederdik.” diye
içimden geçirdim. Sohbet biter bitmez Es‘ad Efendi Hazretleri: “-
Adapazarlı Pehlivân Efendi ve on arkadaşı buraya gelsin!” dedi-
ler. Hâlbuki bizi hiç tanımıyorlar ve geldiğimizi de görmemişlerdi.
“- Sâmî evlâdımız hakkında sû-i zan ettiniz, helâllık alın.” buyur-
dular. Affımızı taleb edip böylece bu iki Zâtı ve aralarındaki derûnî
muhabbet ve bağı öğrenmiş olduk. El-hamdü li’llâh.
Üstâdına olan bu muhabbet ve bağlılığını dâimâ arttırarak
devâm ettiren Hazreti Sâmî Efendimiz bütün gün ve gecelerini
hizmet yolunda geçirdiler. Dergâhın temizliğinden ihvânın her
türlü hizmetlerine varıncaya kadar her an Sâmî Efendimiz,
yatalak hasta olan ihvânın da her türlü hizmetlerini seve seve
yaparlardı. Hazret-i Es‘âd Erbilî Efendimizin: “Mâ‘nen bizimle
aynı mertebededir, lâkin bu vazîfe bize verildi” diye ta‘rîf et-
tikleri Hüseyin Efendi Hazretleri yatalak olunca: “Bu Zâtın
hizmeti için kim tâlib olur?” diye ihvâna sorarlar. Hemen Sâmî
Efendimiz o Zâtın hizmetlerine koşarlar. Defi hâcetleri dâhil
her hizmetlerini uzun müddet seve seve görürler. Nihâyet
bu hizmetleri sonunda Hüseyin Efendi Hazretleri: “-Evlâdım,
Cenâb-ı Hakk’a niyâz ediyorum; Allâhü ‘azîmüşşân bize ihsân
ettiklerini fazlası ile sana ihsân etsin!” diye duâ buyururlar.
Dünyâ hayatını Nebî-yi Ekrem (s.a.v.) Efendimizin
buyurdukları gibi: “Benimle dünyânın misâli ağaç altında bir
mikdâr dinlendikten sonra yoluna devâm eden yolcunun hâline
benzer” diye ana rahmi ile kabir arasında bir sefer olarak
görürdü; Hz. Sâmî Efendimiz. Ve bunu uzun bir ömürde her
an tatbîk ettiler. “Bir yabancı âlim, Fakire kendilerinin hâl ve
kelâmlarından sordular. O anda hâtırıma gelen şu hâllerini
anlattım:
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz: “-Seferden döndüğünüzde
hanımlarınızın yanına haber vermeden girmeyiniz,” buyuruyor-
lar. Hz. Sâmî (k.s.) hayatı bir sefer olarak gördüğü için her ye-
rinden kalkmalarını bir sefer kabûl ediyorlardı. Abdest almak
için lavaboya her gidişlerinde yol zevcelerinin odasından geçi-
yordu. Yarım asırdan fazla süren evlilik hayatlarında bıkmadan,
usanmadan, seve seve her defasında zevcelerini haberdâr ed-
erlerdi. O’nun “Efendi buyur!” diye sesini duyunca odaya girer
ve diğer tarafa geçerlerdi. Bu hâl altmış küsûr yıl günde en
az on defa devâm etti” deyince yabancı ‘âlim ayağa kalkarak:
“-Bu zât Sâhibü’z-zamân’dır. Onun dışında hiç bir velî sünnet-i
seniyyeyi bu kadar derin ve ihâtalı anlayıp tatbîk edemez, an-
cak o yapabilir” dedi. El-hamdü li’llâhi rabbi’l-‘âlemîn.
Hayatının tek gâyesi Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz Haz-
retlerinin sünnetine uymak ve onu ihyâ etmek olan Hz. Sâmî
Efendimiz; daha önceki kitâblarda: “Kılıcı boynunda asılı Pey-
gamber” olarak tarîf edilen (s.a.v.) Efendimize bu husûsta da
ittibâ edip gazâya iştirâk ederek “Gâzî” olmuş-lardı.
Bu husûsu kendileri şöyle anlatıyorlardı: “-Birinci Cihân
harbinde Osmânlı ordusunda levâzım subayı olarak vazîfe
gördüm. Alayımız Edirne’de vazîfe görüyordu. Açlık ve kıtlık
son derece şiddetli idi. Askerlerimizin uzun süre yiyecek bula-
madıkları oluyordu. Bu yüzden askerler ellerinin yetiştiği yere
kadar kavak ağaçlarının kabuklarını yolarak onları çiğniyorlar
ve böylece açlıklarını bir nebze olsun gidermeğe çalışıyor-
lardı.
Hz. Ebû Bekir es-Sıddîk (r.a.) Efendimizin: “Cihâdı terk
eden millet zillete düçâr olur.” sözünü bütün talebelerine
ezberleten Hz. Sâmî (k.s.) Cenâb-ı Hakk’ın: “Niçin yapama-
dığınızı söylüyorsunuz?” Kavl-i şerîfini de bize kendileri ya-
şayarak öğretiyorlardı. Yaşayarak, tatbîk ederek bize cihâdı
öğretiyorlardı. Harbe iştirâk ederek Gâzî olmuşlar, ve ömür-
leri boyunca İslâm için kılıç sallama arzusu ile yaşamışlardı.
Mübârek ömürleri doksanı bulduğunda dahî sohbetlerinde
Uhud harbinde Amr ibn-i Sâbit (r.a.)’in müslümân oluşunu an-
latırken; onun lâkabını: “Asram lâkabı ile mülakkab; keskin
kılıç saldırıcı, diye tarîf ederken oldukları yerde dizleri üzerine
doğrularak ellerini havaya kaldırarak elindeki kılıcı ile derhâl
düşman üzerine saldıracakmış gibi olan hâlleri ancak görül-
mekle anlaşılabilirdi. Yaşıyor; ondan sonra anlatıyorlar; anla-
tırken de o hâli aynen yaşıyorlardı. Hayatı cihâddı Hz. Sâmî
Efendimizin. Ömür boyu cihâd… Ve bu cihâdı elinde silâhı
gazâda da yaşamış ve Gâzî olmuştu Hz. Sâmî (k.s.).
Ve nefe‘ana’llâhü Te‘âlâ bi şefâatihi, Allâh (c.c.) cümlemizi
O’nun muhabbetini hakkı ile yaşayıp öylece haşrolanlardan
eylesin (Âmîn). Bi hurmeti seyyidi’l-enbiyâ-i ve’l- mürselîn
salla’llâhu Te‘âlâ aleyhi vesellem.
(www .ramazanoglu mahmud samiks .com )
MUHTEREM ÖMER MUHAMMED ÖZTÜRK’ÜN
HAYATIMIZA IŞIK TUTAN SÖZLERİ
– Bir tek bilen vardır. O da Nebî (s.a.v.)’dir. Söylenen söz
ancak O (s.a.v.)’in sözüne uyuyorsa muteberdir.
– Peygamberlerden sonra insanların en akıllısı Hz.
Ebûbekir (r.a.)’dir. Çünkü Nebî (s.a.v.)’in yolunda her şeyini
fedâ etmiştir.
– Bu dünyada (nefs ve hevâsına uyarak) yaşama hakkı-
nı kullanan kimse, âhiretteki yaşama hakkını kaybetmiştir.
– Şerî’at, tarîkat; zikir ve fikir hepsinden maksad; ahlâkı
güzelleştirmektir.
– Ta’zîm ile yapılan ibâdet kişiyi Allah (c.c.)’nun zâtına
yaklaştırır.
– Edebe riâyet etmezsen yıktığın yaptığından fazla olur.
– Edebi zâyi’ edersen, İslâm’ı muhafaza edemezsin.
– İslam taharet-i kâmile (tam bir temizlik) dînidir.
– Toplumun temeli tesettüre dayanır.
– Aile reisinin temel görevlerinden ikisi şunlardır: Teset-
türe uymayı sağlamak ve eve helâl rızık getirmek.
– Para cepte olabilir, kasada olabilir; ama kalpte olması
câiz değildir.
-Ancak, dünya muhabbetiyle kalbi dolmuş kimseler fâiz
alıp verebilirler.
-Müslümanın tatili iş değişikliği yapmaktır. Müslüman
böylece dinlenir.
– İslâm’ın propagandaya ihtiyacı yoktur. En güzel propa-
ganda onu sünnete tam olarak uyarak yaşamaktır.
– Allah (c.c.); kendi yolunda bulunan kulunu imtihân
eder, ama mahrûm etmez.
– Kimin istikâmeti daha düzgün ise o Allah (c.c.)’ya daha
yakındır.
– Sabırla muâmele hayırlı neticeler getirir.
– Vazîfemiz Allah (c.c.) demek, kullara da Allah (c.c.)
dedirtmektir.
FATİH GENÇLİK VAKFI (21 HAZİRAN 1971)
MTTB’nin 47. ve 48. Dönemi’nde Fatih Sultan Mehmed
Hân’a layık bir eser vücûda getirmek gâyesiyle bir komite
ku¬rulmuş ve halktan para toplanmıştı. Orta Öğretim Komi-
tesi adını taşıyan bu komitenin gâyesi sâdece rozet mukâbili
halktan yardım toplamaktı. Bu şekilde toplanan 210 bin TL
civarındaki yardım 48. Dönem MTTB Genel Başkanı İsmail
Kahraman’a teslim edilmiş ancak Fatih Sultan Mehmed Hân’ın
hatırasını yaşatacak güzel bir eser vücûda getirme düşünce¬si
1971 Nisan’ına kadar fiiliyata geçirilememişti.
terem Ömer Öztürk, bu düşünceyi hayata geçirmek için hemen
işe koyuldu. Bu öyle bir eser olmalıydı ki ecdâdın ebe¬diyete
uzanan eserlerine benzemeliydi: Sebiller, imârethaneler, köprü-
ler, kervansaraylar, hanlar, çeşmeler, mekteblerle… Ecdâd ken-
dini mezarında mütevâzî bir şekilde; fakat eserlerini cemiyetin
hizmetinde bırakmayı tercîh etmişti. Onların torunları olduğu-
muzu iddiâ eden bizlerin, onların rûhlarına tezat teşkil edecek
birtakım teşebbüslerde bulunmamız elbette düşünülemezdi.
Muhterem Ömer Öztürk, bu düşüncelerin neticesinde Fatih
Sultan Mehmed Hân’ın hatırasını yaşatacak en uygun eserin
bir Vakıf kurulması olduğuna karar verdi. Daha önceki dönem-
lerde toplanan 210 bin TL civarındaki paranın 140 bin TL’si ile
İsmail Kahraman, noter kanalıyla kendi adına vakıf tesis senedi
hazırlamış, Muhterem Ömer Öztürk, bu vakıf senedini kabûl
ederek hemen teşebbüslerine başlamış, kuruluş hazırlığını ta-
mamlayarak 18 Haziran 1971 günü İstanbul 3. Asliye Hukuk
Mahkemesi’ne mürâcaat etmiştir. Yine aynı mahkemenin verdi-
ği 21 Haziran 1971 tarihli kararı ile Fatih Gençlik Vakfı resmen
tescil edilmiştir.
Ağustos 1971 tarih ve 13919 sayılı Resmî Gazete’de Va-
kıflar Genel Müdürlüğü’nün tescilinin yayınlanmasıyla Fatih
Gençlik Vakfı’nın resmen kuruluşu tamamlanmış ve Muhterem
Ömer Muhammed Öztürk’ün MTTB Genel Başkanlığı dönemi-
nin önemli icraatları arasına girmiştir.
EHLULLAH’LA BERABER OLMANIN FAZİLETİ
Saâdetin sebepleri, hak ve hakîkat ehlini hakkı ve gerçek-
leri söyleyenleri dinlemek, karanlıkları ilim ve irfanlarıyla ay-
dınlatmaya çalışan, tehlikeli virajlarda bizleri işâret taşları ile
uyaran mânâ ehlinin eserlerini, kendilerini dinlemektir. Onların
bu eserlerini okumak, varlık aleminde tefekkür etmek, riyâzet
yoluyla nefsini terbiye etmeye çalışmak, nefsin tersliğini ve
sertliğini kırmak, onun meşru olmayan istek ve şehvetlerini
geri çevirmek demektir.Takva ve yakîn ehli ile dostluk kurup,
sohbet etmek, ârif kişilerle beraber oturup kalkmak, onlara
hürmet ve saygıda kusur etmemek, dualarını almak, edep-
leriyle edeplenmeye çalışmak, kitaplarını okumak, yollarında
yürümek ve sık sık ziyâretlerini ihmâl etmemek bu yolda en
büyük yardımcılardır. Bunun tersini yapmak ve davranmak ise
dalâlet ve felâkettir.
Çünkü Yüce Allah’ın sâlih kullarıyla beraber olmak ve on-
larla dostluk kurmakda dine hizmet ve yardım vardır. Onların
sohbeti, kalbi aydınlatır. Mânâ âleminin basamaklarına yüksel-
tir. Onların mübarek yüzlerine bakmak, hem ibâdet ve hem de
saâdettir. Fâsık ve günahkârlarla beraber olmaktada, Allahü
Teâlâ’dan uzaklaşmak ve kötülüklere batmak vardır.
Kesin delîllerle sâbit olmuştur ki, mübârek ve hayırlı insan-
larla arkadaşlık eden ve onlara yakın olan, dâimâ iyiliğe ve
mutluluğa nâil olur. Hayırsız ve kötü insanlara yakınlık duyan,
onlarla arkadaşlık edenler de dâimâ kötülüğe ve şerre vesîle
olmuştur.
Bu yüzden yüce Rabbimiz sürekli iyi insanlarla dostluk
kurmamızı emretmiştir: “Ey müminler, Allah’tan korkun,
(kötülüklerden sakının) îmânında ve sözünde doğru olan-
larla (sâlih ve sadıklarla) beraber olun.” (Tevbe s, 119) Sâdık
olmak, onların sohbetlerinde bulunmak ve onları sevmek, hak-
kın sevgisini ve bâtıldan uzaklaşmayı doğurur, takvâya vesîle
olur. Müttakîlerle beraber olmak, doğrularla beraber olmak,
hayır sahibi, fazılet sahibi ilim adamlarıyla birlikte olmak, onla-
rın sohbetlerinde bulunmakla muhakkak onların iyilik ve feyiz-
lerinden istifâde edilir.
(Mehmed Çağlayan, Ehl-i Sünnet ve Âkâidi, 193.s.)
MUHTEREM ÖMER MUHAMMED ÖZTÜRK’Ü
TANIYALIM
13 Ağustos 1946 (15 Ramazân 1365)’te Adana’da dünyâyı
teşrîf eden zât-ı âlileri, babaları Merhum Hacı Mehmed Öztürk
Efendi’nin Hz. Mahmûd Sâmî Ramâzanoğlu (k.s.) ile İstanbul’a
hicret etmeleriyle küçük yaşta İstanbul’a yerleşmişlerdir.
Doğduklarında “Ömer” İsm-i şerîflerini Hz. Mahmûd Sâmî
(k.s.) koymuşlar ve doğumlarından itibâren kendilerine mürebbî
(terbiyeci) olmuşlardır. Galatasaray Lisesi’nde orta öğrenimi-
ni tamamlayan zât-ı âlileri, İstanbul İktisâdî ve Ticârî İlimler
Akademisi’ni bitirmişler ve birkaç ay orada öğretim görevlisi ola-
rak görev yapmışlardır.
Allâh Resûlü (s.a.v.)’in yolundaki her hususta en büyük ön-
der olan Hz. Ebû Bekir Sıddîk (r.a.)’in yolundan gitmeye çalışan
Muhterem Ömer Muhammed Öztürk, 1979 yılında Hz. Ebû Be-
kir (r.a.)’in Fahr-i Kâinât (s.a.v.) Efendimiz’e Medîne’ye hicretle-
rinde yol arkadaşı olduğu gibi Sâhibü’z-zamân Mahmûd Sâmî
Ramazânoğlu (k.s.) Hazretleri’ne yol arkadaşı olarak Medîne’ye
hicret etmişlerdir.
Hz Mahmûd Sâmî Ramâzanoğlu (k.s.), dünya hayâtlarının
sonlarına doğru yakın dostlarının ve sonradan O’nun yerine geç-
tiğini iddiâ eden ihvânın da içinde bulunduğu devlethânelerindeki
bir sohbetlerinde “Bizden sonra inşâallâh Evlâdımız Ömer Öztürk
kılavuzdur. Mûsâ Bey’e de kılavuz olsun.” buyurarak Muhterem
Ömer Muhammed Öztürk’ün ma’nevî derecesini îlân etmişlerdir.
Yine husûsî bir sohbetlerinde “Ömer Öztürk ma’nen vazîfelidir.
Bizim yerimiz Medîne; onunki ise Mekke’dir.” buyurmuşlardır.
Ömürlerinin son demlerinde ise vasiyetlerinin tamâmını Muhte-
rem Ömer Muhammed Öztürk’e yapmışlar, techîz ve tekfîn işleri-
nin de ne şekilde yapılacağını kendilerine bizzât söylemişlerdir.
Onun şu övgülerine mazhar olmuşlardır: Torunu Mahmûd
Kirazoğlu’na şöyle söylemişlerdir:
“Ömer Öztürk Ağabey’ine selâmımı söyle. Senin Medîne’de
ikâmetin için Ravza’da duâ etsin. Cenâb-ı Hakk O’nun duâsını
reddetmez. Duâsı makbûl kişilerdendir O.”
Medîne-i Münevvere’de de birçok kereler aynı lafızla “Ömer
Öztürk benim en emîn ihvânımdır. Kendisi ma’nen vazîfelidir.”
buyurmuşlardır.
(www .ramazanoglu mahmud samiks .com )
CÂMİÎ ŞERÎF’İ
17 Eylül 2006 tarihinde yapımına başlanmış ve yaklaşık iki yıl-
da tamamlanmıştır. Bânisi Hz. Sami (k.s.)’nun ma‘nevî evlâdı ve
ihvâna kılavuzu Muhterem Ömer Muhammed Öztürk’tür.
23.5 x 28.5 metre ebadında bir alana yerleşmiş, dört ana kolon
üstüne tek ana kubbe ve etrafında dört yarım kubbe şeklinde inşâ
edilmiştir. Câminin külliye şekline getirilmesine devâm edilmekte-
dir.
İstanbul’un Pendik ilçesine bağlı Yenişehir mahallesinde bulu-
nan cami; Yavuz Sultân Selîm Câmii gibi Osmanlı mîmârîsinin ince
estetiğini açığa çıkaran bir eser olmuştur.
Caminin kendi adına yapıldığı Zât hakkında Kitâbe’de şöyle
denilmektedir: “Silsile-i aliyye-i Nakşîbendiyye’nin otuz üçüncü
postnişînleri olup silsile-i aliyyenin otuz ikinci postnişîni Şeyhü’l-
meşâyîh es-Seyyid Muhammed Es‘âd Erbilî kuddise sirrûh haz-
retlerinin hâlîfelerindendirler. Hazret-i Zât-ı akdes’in şecere-i
mübârekeleri, Ramazanoğlu Beğliği’nden Hz. Seyfullâh Hâlid bin
Velîd (r.a.)’e uzanır. Hicrî 1308’de Adana’da dünyâyı teşrîf eden
Zât-ı âli-kadrleri, 1404’te Medîne-i Münevvere’de irtihâl-i dâr-ı bekâ
eylediler. Kabr-i şerîfleri Cennetü’l bakîde ziyâretgâhtır.
Ulemâ-yı İslâm, “Bir asırlık mübârek ömürlerinin her ânında
Sünnet-i seniyye-i Resûl-i Kibriyâ (s.a.v.)’i ihyâ eylediklerinde ve
nice yüksek makamların sâhibi; Gavs*, Müceddid**, Sâhibü’z-
zamân*** ve Câna yakın ülfet makâmının sâhibi ve asırların nâdir
yetiştirdiği bir Zât-ı akdes olduklarında” ittifâk-ı ârâ eylemişlerdir.”
Allâhü Te‘âlâ yollarına ve şefâatlerine cümlemizi dâhil eylesin.
Âmîn.
*Gavs: Yardım etmek, imdada yetişmek demektir. Bunun yerine
“kutub” da kullanılır. En yüksek ma’nevî makamdır. Allah (c.c.) onla-
rın duası sebebiyle gelmesi muhtemel belâları def eder.
**Müceddid: Her asır başında geleceği Nebi (s.a.v.) tarafından
müjdelenen, dinin yüksek hâdimleridir. Kendilerinden ve yeniden bir
şey ortaya çıkarmazlar, yeni ahkâm getirmezler. İslâmî hükümlere
harfiyen uyarak dinin aslını ortaya koyarlar ve ona karıştırılmak is-
tenilen bid’atleri def ederler.
***Sâhibü’z-zamân: Zamanın etkisinden kurtulmuş; geçmiş, ge-
lecek düşüncesinden sıyrılmış, ân-ı vâhidi yakalayan ve onu sürekli
yaşayan kişidir. O, bu durumuyla zamanı aşmıştır.
İnsanları Hakk’a da‘vet eden, doğru yolu gösterip hakîkî
saâdete kavuşturan ve kendilerine Silsile-i Âliyye denilen
büyük âlim, velî ve mürşîdlerin otuz üçünçüsüdür.
Hz. Sâmi (k.s.) tarafından ismi konulan; yirmi küsür sene,
yakın hizmetinde bulunan, Medîne’ye hicretlerinde kendisine
refîk olan, vasîyetini de kendisine yaptığı -ki bunun tarikâtta
mânâsı açıktır- ve hakkında “Benim en emin ihvânımdır.”
“Seni seviyorum, senin sevdiklerini de seviyorum.” buyurdu-
ğu, mânevî evlâdı Muhterem Ömer Muhammed Öztürk’ün
sohbetlerinden derlenen menkîbeleri şöyledir:
“Efendi hazretlerini Tahtakale’deki dükkanda muhase-
becilik yaptığı zamanlarda (Halîfesi, Adanalı Bakkal) Ha-
san Efendi Amca’ya “Bundan sonra bana Mahmûd Sâmi
denmesi emrolundu. İhvana bildiriniz.” diye buyurdular. Bu
tebşirât da; kendisine şefaat makâmının Allah Resûlü (s.a.v)
tarafından verildiğinin beyânıdır. Allah hepimizi şefâatlerine
nail eylesin. (amin) (Hasan Efendi Amca: Efendi Hazretleri-
nin tam icazetli hakîkî halîfesi idi. 1969‘de Adana’da vefât
etti. Son nefesinde yanında idim. Onun da anlatılacak çok
kerâmeti var ama bana son nefesinde: “Şurada gördüklerini
başka bir ferde anlatırsan âhirette on parmağım yakanda
olur. Hiç kimseye anlatmayacaksın” dedi. Onun için o gör-
düklerimizi maalesef anlatamıyoruz.)
Hazreti Sâmi Efendimiz’in kızıp kaşlarını çatma diye bir
huyları yoktu. Hoşlarına gitmeyen bir hal ortaya çıksa kıza-
mazlar, kaşlarını dahi çatamazlardı.
Adanalı Hasan Efendi Amca Sâmi Efendimiz’e “ Efendim
ihvânın içerisinde çok azanlar var. Celal sıfatınızı bir takın-
sanız da şunları bir yola getirseniz” deyince Efendi Hazret-
leri “ Hasan o bizde yok maalesef, Allah onu bize vermedi.
O işi sen yap.” buyurmuşlardı. Onun üzerine Hasan Efendi
Amca, Sâmi Efendimiz’in buyurdukları gibi Celal sıfatıyla
ihvânı terbiye etmeye başlamışlardı.”
(www .ramazanoglu mahmud samı ks .com )
KURULUŞUNUN 96. YILINDA MTTB
(MİLLÎ TÜRK TALEBE BİRLİĞİ)
Allâh (c.c.)’nun “O günler (öyle günlerdir ki) biz onları insan-
lar arasında döndürür dururuz” (Âl-i İmrân s. 140) âyeti hükmün-
ce takdîr ettiği 700 yıllık ömrünü, Dîn-i Mübîn-i İslâm’ı yeryüzüne
hâkim kılmak için cihâdla geçiren muhteşem Osmânlı, dış güçler
tarafından içerideki bazı gâfil ve hâin kimselerin kullanılmasıyla,
Cihân Harbi’ne sokulmuş ve millet ateşe atılıp küfrün eline ikrâm
edilmiştir. İçine düşülen bu durumdan memleketi kurtarmak isteyen
o günkü Dârü’l Fünûn (bugünkü üniversite gençliği) 1916 yılının
ortalarına doğru Türk Talebe Birliği’ni (TTB) kurmuşlar, ardından
da birçoğu cephelere giderek şehîd olmuşlardır.
Savaş yıllarından sonra Millî Türk Talebe Birliği, Türk Yüksek
Tahsil Gençliğini, aralarda uğradığı bazı kesintiler haricinde, başın-
daki idârecilerinin bilgi, beceri ve gayretleri oranında, dış güçlerin
ajanları vasıtasıyla estirilen kuzey ve batı rüzgarlarından korumuş,
gençliği bu memlekete sâhib çıkacak bir gençlik olarak yetiştirme-
ye gayret etmiştir. Özellikle 1971 yılında Genel Başkan olan Muh-
terem Ömer Muhammed Öztürk, Millî Türk Talebe Birliği’ni hakikî
gâyesini yerine getirmesi yolunda ideal bir şekilde yönetmişler ve
hakîki hedefine taşımışlardır.
1971’e kadar sadece kamuoyuna yönelik ve belli mihrâkların
kontrol ve desteğindeki faaliyetlerinden öteye gidemeyen,
Türkiye’deki güdümlü kör dövüşün bir aktörü durumunda olan
MTTB, 1971’de Muhterem Ömer Muhammed Öztürk’ün Genel
Başkan olmalarıyla, siyâsi birçok kurumun MTTB’yi kendi çıkarla-
rı için kullanmak istemesine rağmen, hiçbir mihrâkın kontrolü ve
desteği olmaksızın Türkiye’nin en güvenilir teşkilâtlarından biri ol-
muştur. Gençliğin eğitimi için birbirinden değerli kurumlar, kurslar
ve enstitüler kurmuştur.
Muhterem Ömer Muhammed Öztürk’ün kazandırdıkları bu rûh
ve ivme ile MTTB 1980’e kadar aynı misyonunu devâm ettirmiştir.
Türkiye’de “sol”un temsilciliğini yapan bazı fikir adamlarının dediği
gibi: “Buna engel olmak için Türkiye’de bir ihtilâl yapılmıştır.”
12 Eylül 1980’de memleket idâresine el koyan askerî yönetim
tarafından faaliyetten men edilmiş, kapatılması neticesinde genç-
liğin yetişmesine yönelik sorumlulukları ve tüzüğü gereği bütün
mevcûdiyeti Fâtih Gençlik Vakfı’na devredilmiştir.
(www .ramazanoglu mahmud samiks .com )
MTTB’NİN ALTIN DEVRİ VE
MUHTEREM ÖMER MUHAMMED ÖZTÜRK
Kimseyi ve hiçbir şeyi kolay kolay beğenmeyen Merhum Necip
Fâzıl, üniversitelerin ve MTTB’nin bir tahlîlinin yaparken Muhte-
rem Ömer Muhammed Öztürk dönemi için “Süt beyazı dönemi”
hükmünü vermiştir.
Ömer Muhammed Öztürk, mücâhidliğiyle bize hep şu iki husûsu
düşündürmüştür:
ve Resûlullâh (s.a.v.)’in ilmine vâris olan Horasan Erleri vasıtasıy-
la Türkistan’dan Anadolu’ya ve Balkanlar’a kadar dünyanın birçok
yerine İslâm’ın yayılmasında Ahmed Yesevi (k.s.) Hazretleri’nin
himmeti vardır.
Bütün ömrü cihâdla geçen Muhterem Ömer Muhammed Öz-
türk 1969’da 23 yaşlarındadır ve Hz. Mahmûd Sâmî Ramazânoğlu
(k.s.) tarafından MTTB’de Müslümân bir gençlik yetiştirmekle
vazîfelendirilmiştir. MTTB ile doğrudan veyâ dolaylı ilgisi olan her
Müslümân gençte Ömer Muhammed Öztürk’ün emeği ve hakkı
vardır. Bu hak, hem ma’nevî hem maddîdir.
ittihadcıların hidâyet üzere olmaları, vatana, millete hizmet etmele-
ri için olağanüstü gayretler göstermiş, onların ellerinden tutmuş ve
pek çoğuna kendi cebinden altınlar vermişdir.
Muhterem Ömer Muhammed Öztürk de geceli gündüzlü ve
her şeyini ortaya koyarak çalışmış, yetişmesine gayret ettiği birçok
kimselerin cebine harçlık koymuş, hatta evinin kirasını vermiş,
ancak bu kimseler sonraları politika fitnesi batağına düşmekten
kendilerini kurtaramamışlardır.
Bu yoğun çalışmaları esnâsında yaşadıkları bir hâdise şöyledir:
“Muhterem Ömer Muhammed Öztürk, 12 Mart 1971’de MTTB’nin
kapatılması kararının iptali için uğraşmaktadırlar. Sâmî Efendi
Hazretlerinin de duâ ve iznini almak için huzûruna girip “Efendim
duâ buyurun Allâhü Te’âlâ bize şu binada on sene daha İslâm’a
hizmet etmeyi ihsân buyursun” diye duâ ister ve Sâmî Efendi Hz.
de “Amin” derler.
Hz. Sâmî (k.s.)’un duâsı her zaman kendisiyle olan Muhterem
Ömer Muhammed Öztürk: “O duâdan sonra tam on sene daha
MTTB hizmete devâm etti. Eh söyleyene değil, söyletene bak.”
buyurmuşlardır
Hazret-i Sâmi (k.s.)’un hayatını manevi görevlisi ve ihvâna kı-
lavuzu Muhterem Ömer Muhammed Öztürk’ün kaleminden yayın-
lıyoruz:
1892 Yılında Adana’nın Tepebağ mahallesinde dünyâya teşrîf
eden Hazret-i Sâmî (k.s.)’un babaları Müctebâ Efendi, anneleri Üm-
mügülsüm Hanımefendilerdir. Dedelerinin ismi Abdurrahmân, büyük
dedeleri İshâk ve Hüseyin Efendilerdir. Büyük Türk beyliklerinden
Ramazânoğlu beyliğinin en son beylerinden olan Abdülhâdî Efen-
dinin (ki Sâmî Efendi Hazretlerinin büyük dedelerindendir) tesbîtine
göre Ramazânoğlu beyliği aslen Türklerin Oğuz boyunun Üçok-
lar kabîlesindendir. Bu kabîlenin de şecereleri büyük Türk Hâkânı
Nureddîn Zengî (Şehîd) vasıtası ile Seyfullâh Hz. Hâlid bin Velîd
(r.a.)’e dayanır. Efendi Hazretleri kendi ifâdeleriyle doğumlarını şöy-
le nakletmektedirler:
“-Benim doğumum (1308) târihindedir: Adana’da Vakıfsara-
yı’ndadır. Doğumumdan evvel kapıya bir zât gelmiş: “-Bu evde,
yakında bir doğum olacaktır, oğlan olacaktır, adını: Sâmî koyunuz;
hayırlı bir insan olacaktır.” diyor, gidiyor. Bir müddet sonra doğum
oluyor, oğlan oluyor. Adı: “Mahmûd Sâmî” konuyor. Sonra o zât
tekrâr geliyor. Oğlan doğduğunu söylüyorlar. Adının da “Muhammed
Mahmûd Sâmî” konulduğunu öğrenince: “-Sandıktaki emânetimi ve-
riniz!” diyor. Ona benzer bir emâneti veriyorlar: “-Bu değil; esâs san-
dıktaki bana âid emâneti veriniz!” diyor. Veriyorlar. Memnûn oluyor.
Duâ edip gidiyor.” Efendi Hazretleri bu ma‘lûmât hakkında:“-Bunu
kaydediniz. Mühimdir. Gelen zât, boş değildir. Bunları olduğu gibi
sen kaydet. İleride neşredilir. İyi olur. Hayırlı olur.” diye buyurdular.
Not: Bu ma‘lûmât, Muhterem Ömer Kirazoğlu (Rh. Aleyh)
Ağabey’in kendi el yazısı ile not defterinden alınmıştır. Metinden
Hazretin ism-i şerîflerinin tam olarak “Muhammed Mahmûd Sâmî”
olduğu öğreniliyor. Hazretin 6 Kasım 1937’de kendi el yazılarıyla,
latince olarak, “Kadastro ve Tapu Tahrîrine Mahsûs Beyânnâme”de,
sâdece “Sâmî” ismini ve imzâsını kullandıklarına ve nüfus cüz-
danlarında da sâdece “Sâmî” ismini kullandığına göre, tam ism-i
şerîflerinin kullanılmaması o devirdeki birtakım yasakları akla ge –
tirmektedir. Bu “Beyânnâme”de, Hazretin doğdukları ev Seyhân
vilâyeti, Adana kazâsı, Kayalıdağ mahallesi, Sabuncu Abdullâh so-
kağı olarak belirtilmiştir ki burada da isimler değiştirilmiştir. Hazretin
doğdukları evin bulunduğu mahalle en son Tepebağ adını almıştır.
(www .ramazanoglu mahmudsamiks .com )
Doğumundan i‘tibâren bütün hayatı boyunca bu müjdenin
şanlı izlerini taşıyan bu zâta “Âlî makâm sâhibi” ma‘nâsına ge-
len Sâmî ismi konur. Her hâlleri büyük, yüksek makâm sâhibi
oluşlarının dışarıya tezâhürüdür.
Hakk idâresinin kaldırılıp, halk idâresinin müslümânlara da
sevdirilmeğe çalışıldığı şu cehâlet asrında; ekseriyetin İslâm
dışı davranışlarına;
“Bugünkü şartlarda ancak bu kadar olur.” diyerek kılıf
bulup, İslâm’ın bazı şartlarda tam olarak yaşanamayacağı
iddiâsını hâlleri ile çürütüp, asra yakın ömürlerinin, doğumun-
dan i‘tibâren tamâmını, sünnete harfiyyen riâyet ederek geçi-
rip, İslâm, fitnenin zirveye çıktığı devirlerde bile sünnete tam
olarak ittibâ edilerek yaşanabilir ve kıyâmete kadar da yaşana-
caktır diye hayatı ile bunu isbât etmiş bir âlî kadîrdir Hazret-i
Sâmî (k.s.).
Allâh (c.c.) dostlarının büyüklerinden bir zâtın ifâdesi ile
“Asırların nâdir yetiştirdiği bir büyük velîdir” Hazret-i Sâmî
(k.s.).
1950’li yılların başlarında İstanbul’a intikâllerinden son-
ra kendilerine Fahr-i Kâinat (s.a.v.) Efendimiz tarafından
“MAHMÛD” ismi verilmiş ve kendileri icâzetli halîfeleri Adanalı
Hacı Hasan Efendiye:
“-Fakire bundan sonra Mahmûd Sâmî denilmesini ihvâna
bildiriniz; bize böyle emrolundu.” diye emir gereği büyük
tebşîrâtı bildirirler.
Çocuk yaşlarında muhterem anneleri kendilerini
akrânlarıyla oynamak üzere dışarı gönderdiklerinde Hazret-i
Sâmî (k.s.) Efendimiz ellerini dizlerinin üzerine koyup
“tahiyyât” oturuşundaki gibi oturup, uzaklara gözlerini diker,
devâmlı olarak düşünür, tefekkür ederler. Çünkü Allâh (c.c.)’ün
Resûlü (s.a.v.) Efendimiz, Mi‘râc’da tahiyyâtta gibi oturmuşlar-
dı. Bu sünneti ömürleri boyunca hep böyle sürdürdüler. Hiç bir
zaman kendilerini bunun dışındaki bir şekilde otururken gö-
ren olmamıştır. “Neden arkadaşları ile oynamayıp oturduğu”
sorulduğunda:“-Biz oyun için yaratılmadık.” buyurmuşlardır.
İşte hadîs-i şerîfi telmîh; işte sünnete ittibâ.’
(www .ramazanoglu mahmudsamiks .com )
Bu sünnete uygun hayat günümüz insanlarının ancak ör-
neklerini kitâblarda görebildiği bir şekilde tam 96 yıl devâm
etmiştir. Doğumlarından dâr-ı bekâya intikâllerine kadar gece-
siyle, gündüzüyle, harekâtı ve sekenâtı ile günün 24 saatinde
sünnet-i seniyyeye; Hazret-i Abdullâh ibn-i Ömer radıyallâhu
anhümânın dediği gibi ve Pîr Efendimiz Hazretlerinin de mısra-
laştırdığı şekilde: “Muhammed Mustafa (s.a.v.) Efendimiz Haz-
retlerinin eşiğinde aklı kurbân ederek” katıksız, tam teslîmiyetli
bir sünnet tatbîkâtıdır bu mübârek hayat!
İşte kerâmeti maddî ve ma‘nevî olarak ikiye ayıran
Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin: “Esâs kerâmet ma‘nevî
kerâmettir; o da yirmi dört sâatin tamâmını Resûl-i Ekrem
sallallâhü aleyhi vesellem Efendimiz Hazretlerinin sünnetine
uygun olarak geçirmektir. Bizce makbûl olan da budur.” dediği
ma‘nevî kerâmetler manzûmesidir Hazret-i Sâmî (k.s.) Efendi-
mizin asırlık ömürleri.
Muhyiddîn-i Arabî hazretleri: “Ehlullâh kendilerinden
kerâmet zuhûr etmesini kadınların hayız ve nifas hâli gibi gö-
rürler.” buyuruyor. Bütün hayatlarında buna son derece dikkat
eden Efendimiz (k.s.) Hazretleri bir sohbetlerinde (1970’li yılların
ikinci yarısında Erenköy’de bir evde) Abdü’l-kâdir-i Geylânî haz-
retlerinin kendisini yardıma çağıran Adana’nın Misis nâhiyesinin
Abdoğlu köyünden bir Ermeni çocuğunun hayvanına, düşen çu-
valları biiznillâh yüklemesine âid kıssayı anlatırken, son derece
sâf ihvânlardan Merhûm Dr. Bahâ Bey, ayağa kalkarak:
“-Vallâhi bu Zât, asrın Abdü’l-kâdir-i Geylânî’sidir, ne za-
man sıkışıp yetiş yâ Hazret-i Sâmî desem bu Zât’ın himmetiyle
biiznillâh her müşkülüm hallolur.” diye bağırınca, Sâmî (k.s.)
Efendimiz Hazretleri mu‘tâdlarını bozarak yeni başlamış olan
sohbeti “el-Fâtiha” diyerek bitirip, fakîre dönerek:
“-Arabayı hazırlayın” buyurdular ve sohbeti yarıda bırakıp,
ev sâhibinin yapacağı ikrâmı da: “-İkrâmınızı kabûl ettik, Allâh
(c.c.) râzı olsun” diyerek yemeden oradan ayrıldılar.
İşte kendilerine karşı sırrı fahş edip kerâmetlerini açığa vu-
rana verdikleri kendi üslûblarınca en ağır ders.
(www .ramazanoglu mahmudsamiks .com )
Bütün hayatı manevî kerâmet (ya‘ni istikâmet) olan
Efendimiz Hazretleri, kendilerinden sâdır olan kerâmetleri
böylece saklamamızı bize öğretmiş oluyorlardı. Böylece
kerâmetin matlûb olmadığını, zuhûrunun o kişilere Allâh
(c.c.)’ün rahmeti olduğunu anlatmış oluyorlardı. Buna da
hamdetmek lâzımdı ve hemen takılmadan istikâmet üzere
Hakk yola devâmı öğretiyorlardı. Böylece inkılâb kâbiliyetini
hâiz olan kalbimiz hakîkî ve tek matlûb olan Allâh (c.c.) ile
olacaktı. Ağyârdan ictinâb gerekliydi. İşte kalbin hâllerini an-
latırlarken verdikleri bir misâl:
“Bukâlemun denilen, Türkçe adı “bahtabakan” kertiş cin-
sinden kuyruğu ile dala sarılan bir hayvan vardır. Çocukluğu-
muzda, bu boz renkli hayvanı tutar, erkeklerin o zaman kul-
landığı kırmızı renkli, püsküllü, kalıba konan feslerini onun
üzerine koyardık. Kısa bir süre sonra fesi kaldırdığımızda,
bukalemunun kıpkırmızı olduğunu görürdük. Biraz açıkta ka-
lınca eski boz rengine avdet ederdi. Yine kadınların başını
örttüğü siyah renkli yağlığı (başörtüsünü) alır bukalemunun
üzerine örterdik. Bir müddet beklettikten sonra başörtüsü-
nü açtığımızda hayvanın renginin siyahlaştığını müşâhade
ederdik. Biraz sonra asıl rengine avdet ederdi. İşte bir hay-
vanda bu derece bulunduğu yere intibâk kâbiliyyeti olur-
sa; ya kalbimizi nasıl muhâfaza etmemiz gerekir; teemmül
edelim” buyururlardı. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Cenâb-ı
Hakk, sizin kalıbınıza değil; kalblerinize nazar atfeder.”
Kalb nazargâh-ı İlâhî’dir; ona göre dikkat etmeliyiz. Yine
buyuruyorlar: “Gençliğimde dergâhta hâl ehli, ehl-i keşiften
Âdil Beğ bana: “-Sâmî evlâdım, münâsebette bulunduğun
kişilere çok dikkat et, sakın kasvetli kimselerle karşı karşıya
oturma. Bir defa Ayasofya câmiinde mevlid dinliyordum; bir
de baktım letâiflerim durmuş. Karşımda diz dize oturduğum
adamın kalbi hasta imiş (ya‘ni katı). Letâiflerimi üç günde zor
çalıştırdım.” dedi. Câmiide mevlid dinleyenin kalbinden bu
in‘ikâs olursa ona göre dikkat edelim.”
(www .ramazanoglu mahmudsamiks .com )
Gönüller sultânı Hazret-i Sâmî (k.s.), kalbin Kur’ân-ı
Kerîm’de beş sınıf olarak beyân edildiğini anlatırlardı. Ez-
cümle: 1- Ölü kalb, 2- Hastalıklı kalb, 3- Gâfil kalb, 4- Zâkir
kalb, 5- Ma‘nen diri (hayy) kalb.
Kalbimizi her türlü hastalık ve tehlikelerden koruyacak bi-
rinci şartın zikru’llâha devâm olduğunu her defasında tekrâr
tekrâr beyân buyururlardı. Bunun da, az yiyip oruç tutarak ve
şartlarına riâyetle yapılırsa netice hâsıl olacağını bildirirlerdi.
Çünkü kul, hadîs-i şerîfte beyân buyurulduğu üzere:
“Kişi kalben zikre muvaffak olursa şeytân me’yûs ola-
rak geri çekilir; zikirden gâfil olursa kalbe yeniden girer.”
“Allâh azîmüşşânı kalben zikreden ile zikretmeyenin
farkı cesed dirisi ile ölüsünün farkı gibidir.” buyururlardı.
Bu yüzden insanlar, kendilerini Allâh (c.c.)’yü ve O’nun zikrini
hatırlatanlarla berâber olmağa çağrılıyordu. Tevbe sûresinde
Cenâb-ı Hakk: “Ey îmân edenler, Allâh’tan korkun da sâlih
ve sâdıklarla beraber olun.” diye emrediyor. Sâlihlerden bu
dünyâda istifâde olacağı gibi kabirde ve mahşerde de istifâde
olunacağını tefsîr ve hadîslerden misâllerle anlatırdı, Hazret-i
Sâmî (k.s.).
Bu husûsta kendilerine âid şu menkîbeyi anlatırlardı:
“Çocukluğumda kız kardeşim yürüyemiyordu. Yakınlarımız
Pozantı’ya yakın bir köyde Kaplanca Dede adlı bir zât var; kızı
ona götürün; inşâallâh onun vesîlesi ile Allâh (c.c.) şifâ verir
dediler. Ben, annem ve kız kardeşim o zâtın türbesine gittik.
Geceyi orada geçirdik. Gece bir ara kız kardeşim bağırarak
uyandı. Annem: “- Kızım ne var, ne oldu, niye bağırdın?” dedi.
Kız kardeşim:
“Anne şu kabirdeki dede kalktı, geldi benim kalçamın üze-
rine oturdu” dedi. Bu hâlden sonra yürüyemeyen kız kardeşim
Allâh (c.c.)’ün izni ile ayağa kalktı yürüdü. Ömrü boyunca da
bir daha ayağı ağrımadı.” İşte sâlihlerden biiznillâh “kabirdeki
istifâde.”
Hz. Mahmud Sâmi (k.s.)’un hayatını manevi vazifelisi
ve ihvâna kılavuzu Muhterem Ömer Muhammed Öztürk’ün
kâleminden yayınlamaya devam ediyoruz:
Hz. Sâmi (k.s.), sâlih dostların birbirlerine olan yardımları-
nın Kıyâmet günü de devâm edeceğinin tefsîrde beyân edil-
diğini sohbetlerinde sık sık anlatırlardı:
Kıyâmet günü hesâba çekilen bir kulun seyyiâtı
hasenâtına denk geliyor. Meselâ, 1000 seyyiesi (günâhı)
varsa 1000 de hasenesi (sevâbı) var. Cenâb-ı Hakk Azze
ve Celle Hazretleri o kuluna anne babana git bir hasene
iste, verirlerse bana getir, seni cennete dâhil edeyim diye
buyuruyor. O kul Mahşer gününün o sıkıntılı anında Allâh
(c.c.)’un lûtfu ile anne ve babasını bulup durumunu onlara
anlatıyor. Onlar da evlâdım bugünkü günde biz kendimizi
kurtaramadık ki sana bir faydamız olsun; sana bir şey ve-
remeyiz diyorlar. O eli boş olarak, mahzûn bir hâlde Hakkın
huzûruna varıyor. Annem babam bana bir şey vermediler yâ
Rabbi diye durumu arz ediyor.
Bunun üzerine Hakk Te‘âlâ ve tekaddes hazretleri o ku-
luna: “Senin dünyâ hayatında benim rızâm için sevdiğin bir
dostun yok mu idi?” diye soruyor. Cenâb-ı Hakk kulunun o
anda hâtırına getiriyor ve evet yâ Rabbi, filân kulun ile biz
dünyâ hayatında senin rızân için sevişirdik (birbirimizi karşı-
lıklı severdik) diyor. Allâh (c.c.)’un lûtfu ile o dostunu bulup
durumunu ona anlatıyor. Kardeşi cevâben diyor ki:
“Ey kardeşim, ne kadar hasene istersen alabilirsin. Ben
kendimi kurtaramadım, bâri sen kendini kurtar” diyor. Hesâb
veren kul, Cenâb-ı Hakkın huzûruna sevinçle geliyor ve
durumu arz ediyor. Bunun üzerine Sübhân olan Rabbimiz:
“Yâ öyle mi; o böyle bir ızdırâblı gününde kardeşine acıya-
rak hasene veriyor; bense Cevvâdü Kerîmim, Erhâ-mü’r-
Râhimînim, her ikinizi de affettim” buyuruyor.
Ne büyük tebşîrât-ı ilâhî. El-hamdü li’llâhi rabbî’l-‘âlemîn.
Allâh (c.c.) cümlemize rızâsı için sevişmeyi nasîb etsin
(Âmîn).
İlk, orta ve lise tahsîlini Adana’da tamâmlayan Hz. Sâmî (k.s.)
yüksek tahsîlini İstanbul’da yaparlar. Hukuk Fakültesini birinci-
likle bitiren Hz. Sâmî (k.s.) bu arada bir müddet Gümüşhâneli
Dergâhı’na devâm ederler. Bu sırada Bâyezıd dersiâmlarından
Rüşdü Efendi (Eski Beşiktaş müftüsü Merhûm Fuat Çamdibi Ho-
canın babası): “Sâmî Evlâdım, gel seni Şeyhülmeşâyih Es‘âd
Erbilî Hazretlerine götüreyim.” der. Bu teklifi kabûl eden Efendi
Hazretleri, Rüşdü Efendi ile berâber Kelâmî Dergâhı’na giderler.
Bu ilk karşılaşmanın devâmını kendileri şöyle anlatıyorlar:
“Üstâdımızın huzûruna varıp ellerini öptük. Rüşdü Efen-
di Hoca: -Üstâdım bu getirdiğim genç Gümüşhâneli Ahmed
Ziyâeddin Efendi’nin evlâdlarından Adanalı Sâmî Efendi, deyin-
ce; birden Üstâdımız Es‘âd Efendi Hazretleri: “Hayır! O bizim
evlâdımız” buyurdular. Ve orada devâm ettiğim evrâdın ne ol-
duğunu sordular. Günde beşbin zikrullâh, bir cüz Kur’ân-ı Kerîm
tilâveti, Delâil-i Hayrât diye cevâb verdim. -Evlâdım hastalık ne-
rede ise tedâviye oradan başlamak lâzım, bu yüzden şimdilik
bunları terk edip kalbî zikre başlayacaksın buyurdular ve Fakîre
inâbe verdiler.”
Akarsu deryâya kavuşmuş; su mecrâını bulmuştu. Cenâb-ı
Hakk’ın lûtfu inâyeti ile Hz. Sâmî Efendimiz bir kaç ayda seyr
u sülûkunu ikmâl buyurdular. Daha önce iki yıl devâm edilen
dergâhta olmayan tecellî burada bir kaç ayda olmuştu el-hamdü
li’llâh. Kısa sürede icâzet ve mutlak hilâfet alan Efendimiz Hazret-
leri mürşid-i kâmilin görevine âid şu kıssaları naklediyorlar: “Genç-
liğimde dergâha devâm ediyordum. Orada vazîfesi müntesiblerin
ayakkabılarının tozunu almak olan bir dervîş vardı. Bir gün onun
elindeki bezi aldım, pertavsızın (mercek) altına tutarak bir müddet
güneşin altında tuttum. Güneşin harâretinin pertavsız vasıtasiyle
bezin üzerine teksîf edilmesi ile bez tutuştu ve yanmağa başladı.
Dervîş hayretler içinde kaldı.
İşte mürşid-i kâmil, iki cihânın Serveri ve Rahmet Güneşi Nebî
salla’llâhu ‘aleyhi ve sellem Efendimizden aldığı nûru müntesibler-
den müsâid kimselerin kalblerine teksîf edip, o nûr-ı Muhammedî
(s.a.v.) ile kalbleri diriltip kemâle erdiren kişidir, bi-zni’llâh. Mürşid-i
kâmil çobana benzer; çoban dağda koyunları otlatırken bacağı kı-
rılanı orada bırakır mı? Sırtına atıp ağıla kadar getirir. Mürşid-i
kâmil de hiç bir evlâdını bırakmaz ve terk etmez bi’iznillâh.
Mürşid-i kâmilini bulan ve Zât-ı ‘Âlîlerinin onun ifâdesi ile
“Eyyâm-ı şebâbını şerîat-ı mutahhare ve tarîkat-ı ‘âliyye hizme-
tinde” geçiren Hazreti Sâmî Efendimiz ma‘nevî mertebeleri hızla
aşıyorlardı. Bu yolda kendi ifâdeleri ile ihlâs ve tam teslîmiyet
şarttı. Ölünün yıkayıcısına teslîmiyeti gibi mürîd de mürşîdine
teslîm olmalıydı ki bi’iznillâh neticeye ulaşsın.
Kendileri anlatıyorlar: “Allâme Taftadânî hazretlerinin tale-
belerinden biri bir şeyhe intisâb etmiş. Bu talebeden hocasının
huzûrunda hikmetli kelâmlar sâdır olmuş. Hocası: “Evlâdım,
bunları ben sana öğretmedim; sen bunları nereden öğrendin?”
diye soruyor. Talebe: “Efendim ben bir şeyhe intisâb ettim; zikir
çekiyorum, doğuş oluyor ve böylece hikmetli konuşuyorum.” di-
yor. Bunun üzerine Allâme Taftadânî hazretleri: “Oğlum beni de
şeyhine götür”; diyor. Kendileri de aynı şeyhe intisâb ediyorlar.
Fakat ya teslîmiyet yok veyâ nasîbi yok aynı tecelliyâtlar kendi-
lerinde zuhûr etmiyor, aynı istifâde olmuyor.”
Sâmî Efendimiz Hazretlerinin bu anlattığı kıssadan çıkan
hükme göre nasîbi olan müsaid kişiler mürşid-i kâmili bulup ona
tam olarak teslîm olurlarsa bi’iznillâh neticeye ulaşır, ma‘nevî
mertebelerde hızla ilerleyerek kemâle ererler. Bunların hepsi
kendilerinde bi’iznillâh mevcûd olan Hazreti Sâmî (k.s.) kısa
zamânda icâzet alırlar, irşâdla görevlendirilirler.
Kelâmî Dergâhı’ndaki hizmet günlerine âid Adapazarlı
Pehlivân Efendi şu hâtırayı anlatır: “Adapazarı’ndan on arka-
daşımla berâber Es‘ad Efendi Hazretlerinin ziyâretlerine gittik.
Sohbet esnâsında tekkeye dâhil olmuştuk. İçerisi kalabalık oldu-
ğundan dışarıda oturuyor, Es‘ad Efendi Hazretlerinin kendilerini
de göremiyor, sâdece seslerini işitiyorduk. İlk defa sohbetlerine
gelmenin heyecânı içindeydik. Sohbet sırasında ihvân arasında
genç bir zât dolaşıp hizmet ediyordu. “Bu genç ortada dolaş-
masa o zamân dikkatimiz dağılmaz, daha çok istifâde ederdik.”
diye içimden geçirdim. Sohbet biter bitmez Es‘ad Efendi Hazret-
leri: “Adapazarlı Pehlivân Efendi ve on arkadaşı buraya gelsin!”
dediler. Hâlbuki bizi hiç tanımıyorlar ve geldiğimizi de görmemiş-
lerdi. “Sâmî evlâdımız hakkında sû-i zann ettiniz, helâllik alın.”
buyurdular. Affımızı taleb edip böylece bu iki zâtı ve aralarındaki
derûnî muhabbet ve bağı öğrenmiş olduk. El-hamdü li’llâh.
Üstâdına olan bu muhabbet ve bağlılığını dâimâ arttırarak
devâm ettiren Hazreti Sâmî Efendimiz bütün gün ve gecele-
rini hizmet yolunda geçirdiler. Dergâhın temizliğinden ihvânın
her türlü hizmetlerine varıncaya kadar her an Sâmî Efendi-
miz, yatalak hasta olan ihvânın da her türlü hizmetlerini seve
seve yaparlardı. Hazret-i Es‘âd Erbilî Efendimizin: “Mâ‘nen bi-
zimle aynı mertebededir, lâkin bu vazîfe bize verildi” diye ta‘rîf
ettikleri Hüseyin Efendi Hazretleri yatalak olunca: “Bu Zâtın
hizmeti için kim tâlib olur?” diye ihvâna sorarlar. Hemen Sâmî
Efendimiz o Zâtın hizmetlerine koşarlar. Defi hâcetleri dâhil
her hizmetlerini uzun müddet seve seve görürler. Nihâyet
bu hizmetleri sonunda Hüseyin Efendi Hazretleri: “-Evlâdım,
Cenâb-ı Hakk’a niyâz ediyorum; Allâhü ‘azîmüşşân bize ihsân
ettiklerini fazlası ile sana ihsân etsin!” diye duâ buyururlar.
Dünyâ hayatını Nebîy-yi Ekrem (s.a.v.) Efendimizin bu-
yurdukları gibi: “Benimle dünyânın misâli ağaç altında bir
mikdâr dinlendikten sonra yoluna devâm eden yolcunun
hâline benzer” diye ana rahmi ile kabir arasında bir sefer
olarak görürdü; Hz. Sâmî Efendimiz. Ve bunu uzun bir ömür-
de her an tatbîk ettiler. Bir yabancı âlim, Fakire kendilerinin
hâl ve kelâmlarından sordular. O anda hâtırıma gelen şu
hâllerini anlattım:
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz: “Seferden döndüğünüz-
de hanımlarınızın yanına haber vermeden girmeyiniz” bu-
yuruyorlar. Hz. Sâmî (k.s.) hayatı bir sefer olarak gördüğü için
her yerinden kalkmalarını bir sefer kabûl ediyorlardı. Abdest
almak için lavaboya her gidişlerinde yol zevcelerinin odasın-
dan geçiyordu. Yarım asırdan fazla süren evlilik hayatlarında
bıkmadan, usanmadan, seve seve her defasında zevcelerini
haberdâr ederler, onun “Efendi buyur!” diye sesini duyunca
odaya girer ve diğer tarafa geçerlerdi. Bu hâl altmış küsûr yıl
günde en az on defa devâm etti” deyince yabancı âlim ayağa
kalkarak: “Bu zât Sâhibü’z-zamân’dır. Onun dışında hiçbir velî
sünnet-i seniyyeyi bu kadar derin ve ihâtalı anlayıp tatbîk ede-
mez, ancak o yapabilir” dedi. El-hamdü li’llâhi rabbi’l-‘âlemîn.
Hayatının tek gâyesi Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz Haz-
retlerinin sünnetine uymak ve onu ihyâ etmek olan Hz. Sâmî
Efendimiz; daha önceki kitâblarda: “Kılıcı boynunda asılı Pey-
gamber” olarak tarîf edilen (s.a.v.) Efendimize bu husûsta da
ittibâ edip gazâya iştirâk ederek “Gâzî” olmuşlardı.
Bu husûsu kendileri şöyle anlatıyorlardı: “Birinci Cihân
harbinde Osmânlı ordusunda levâzım subayı olarak vazîfe
gördüm. Alayımız Edirne’de vazîfe görüyordu. Açlık ve kıt-
lık son derece şiddetli idi. Askerlerimizin uzun süre yiyecek
bulamadıkları oluyordu. Bu yüzden askerler ellerinin yetiş-
tiği yere kadar kavak ağaçlarının kabuklarını yolarak onları
çiğniyorlar ve böylece açlıklarını bir nebze olsun gidermeğe
çalışıyorlardı.
Hz. Ebû Bekir es-Sıddîk (r.a.) Efendimizin: “Cihâdı terk
eden millet zillete düçâr olur.” sözünü bütün talebelerine
ezberleten Hz. Sâmî (k.s.) Cenâb-ı Hakk’ın: “Niçin yapa-
madığınızı söylüyorsunuz?” Kavl-i şerîfini de bize kendi-
leri yaşayarak öğretiyorlardı. Yaşayarak, tatbîk ederek bize
cihâdı öğretiyorlardı. Harbe iştirâk ederek Gâzî olmuşlar ve
ömürleri boyunca İslâm için kılıç sallama arzusu ile yaşamış-
lardı. Mübârek ömürleri doksanı bulduğunda dahî sohbetle-
rinde Uhud harbinde Amr ibn-i Sâbit (r.a.)’in müslümân olu-
şunu anlatırken; onun lâkabını: “Asram lâkabı ile mülakkab;
keskin kılıç saldırıcı” diye tarîf ederken oldukları yerde dizleri
üzerine doğrularak ellerini havaya kaldırarak elindeki kılıcı ile
derhâl düşman üzerine saldıracakmış gibi olan hâlleri ancak
görülmekle anlaşılabilirdi. Yaşıyor; ondan sonra anlatıyorlar;
anlatırken de o hâli aynen yaşıyorlardı. Hayatı cihâddı Hz.
Sâmî Efendimizin. Ömür boyu cihâd… Ve bu cihâdı elinde
silâhı gazâda da yaşamış ve Gâzî olmuştu Hz. Sâmî (k.s.).
Ve nefe‘ana’llâhü Te‘âlâ bi şefâatihi, Allâh (c.c.) cümlemizi
O’nun muhabbetini hakkı ile yaşayıp öylece haşrolanlardan
eylesin (Âmîn). Bi hurmeti seyyidi’l-enbiyâ-i ve’l- mürselîn
salla’llâhü Te‘âlâ aleyhi vesellem.
KENDİ YERLERİNE OTURTMALARI
Son devirde ülkemizde yaşamış en büyük velilerden Hz.
Sâmî (k.s.)’un “tabiri câiz ise” kucağında doğmuş, O’nun ter-
biyesinde büyümüş, hayatını Hz. Sâmî (k.s.)’a hizmete ve
O’ndan istifadeye adamış ve yine o zâtın vasiyyetleri gereği
teçhiz ve tekfin işlerini yapmış, O’nun yolunu hâlâ insanlara
anlatan ve Hz. Sâmî (k.s.)’un manevî evlâdı ve vazifelisi olan
Muhterem Ömer Muhammed Öztürk, Hz. Sâmi (k.s.) ile yaşa-
dıkları bir berât kandili gecesini şöyle anlatmışlardır:
“Şaban-ı Şerîf’in başlarında Mahmûd Gezer Ağabeyle (Al-
lah rahmet eylesin Mekke’de vefat etti, Cennetü’l Muallâ’ya
defnedildi.) devlethanenin bahçesinde oturuyorduk. Efen-
di Hazretleri’nin hâdimesi gelerek beni bir kenara çağırdı
ve “Ömer Ağabey babam mahrem bir husus söyledi. Bunu
Ömer Öztürk’e anlat. Kendisinde kalsın. Îcâbını yerine getir-
sin. Fakat kimseye de bir şey söylemesin.” dedi ve Efendi
Hazretleri’nin “Ben berat gecesini Ömer Öztürk ile değerlen-
dirmek istiyorum. Kendisi bir imam bulsun. Ayrıca iki kişiyi de
çağırsın. İsterse birisi kendi babası Mehmet Öztürk olabilir.
Bir de başka ihvân, benimle birlikte hepimiz beş kişi olacağız.
Akşam namazını burada devlethanede kılacağız. İftarı bera-
ber eder, akşam ve yatsı namazını beraber kılar, geceyi de
beraber ihyâ ederiz inşâallah.” buyurduğunu söyledi. Fakir,
babama ve (Sami Efendimiz’in son yıllarında namazlarını kıl-
dıran) Mahmûd Hoca’ya haber verdim. Sonra Ömer Kirazoğ-
lu ağabey, İsmail ve Cevat Öztürk ağabeylerimi çağırttı. İftar,
namaz ve yemekten sonra Efendimiz Hazretleri her zaman
oturdukları demiryolu cihetine karşı olan koltuğa oturdular.
Az sonra ayağa kalkarak kendi karşısındaki koltuğa geçtiler.
Kendi koltuklarına, Fakiri çağırıp “Sen gel, buraya otur, burası
senin yerindir. Fakir de karşısında oturacağım” diyerek kendi
koltuklarına Fakiri oturttular. Muhteşem bir sohbetten sonra
yatsı namazı kılındı, tekrar aynı yerlerde oturarak sohbet, duâ
ve murâkabe edildi. İzin alınarak evlere hareket edildi.
WWW.RAMAZANOGLUMAHMUDSAMIKS.COM
TEK ÖLÇÜ: SÜNNET-İ SENİYYE
Muhterem Ömer Muhammed Öztürk hayatını sünneti ya-
şamaya adamış ve bunu bütün halleriyle isbât etmiştir. Bu
devirde sünnete sarılmanın nasıl olabileceğini anlamak is-
teyen için, Muhterem Ömer Muhammed Öztürk’ün hayatının
her safhası dersler ve ibretlerle doludur.
Ülkemizde Müslümanların içerisine düştüğü ve İslâmî
terakkîye mâni olan en önemli hastalıklardan biri de Müs-
lümanların peşlerinden gittikleri liderleri, şeyhleri hakkında
“Benim şeyhim, liderim ne yaparsa doğrudur, o yanlış yap-
maz, onun bir bildiği vardır” anlayışıdır. Bu yanlış anlayışa
karşı Muhterem Ömer Muhammed Öztürk, bir sohbetlerinde
şunları söylemiştir.
“Eğer peşinden gittiğin zâtın yaptığı, söylediği söz, fiil ve
davranışlar Resûlullah (s.a.v)’e uyuyorsa doğru, uymuyorsa
yanlıştır. Benim şeyhim, önderim, ağabeyim, çok büyük bir
zâttır, bir bildiği vardır, ma’nen çok büyüktür, şöyle kerâmetleri
görülmüştür, işte şunun için yapmıştır gibi atraksiyonlara gir-
meden söylenecek tek söz “Bizim için tek bir ölçü ve dünya
ve âhiret kurtuluş reçetesi vardır; o da Resûlullah (s.a.v.)
Efendimiz’in Şerîat-ı Garrâ-i Muhammediyesi’dir. Peygam-
ber (s.a.v.) Efendimiz’in sünnetine uyan her şey doğrudur,
haktır, gerçektir, O (s.a.v.)’e uymayan her şey de her ne
sebeple yapılırsa yapılsın yanlıştır, batıldır. Müslüman kar-
şısına gelen hâdiseyi sünnet aynasına tutacak. Eğer orada
yer buluyor, o aynaya uyuyor ise alacak, uymuyorsa kabûl
etmeyecek, reddedecek.”
Bu söylediklerini öz nefsinde de yaşamış, çevresindeki-
lere; “Benim doğrumu, yanlışmış gibi göstermeye çalışan-
la işim yok ona hakkımı helal eder hesabını Allâh (c.c.)’a
havâle ederim ama benim asıl düşmanım bana yanlışımı
doğruymuş gibi göstermeye çalışandır. Mahşer sabahı iki
elim onun yakasındadır. Ona da hakkımı helâl etmiyorum.”
“Benim sözümde ve fiilimde eğer Sünnet’e muhâlif bir şey
varsa bunu almayın, kabul etmeyin.”
ŞAHESER BİR İNCELİK
Muhterem Ömer Muhammed Öztürk’ün inandığı davayı
yaşadığına, kendisinin kurduğu Fatih Gençlik Vakfı’nın bir
bursiyerinin anlattıkları delildir:
“İstanbul’da üniversitede okurken Fatih Gençlik
Vakfı’ndan burs alıyordum. O sene, vakfın kurucusu ve
burslarımızı veren Muhterem Ömer Öztürk Ağabey yirmi
bir bursiyer öğrenciyi umreye götürdü. O gurubun içerisin-
de kâfile başkanı olarak ben de bulunuyordum. Medîne’de
bir öğle namazını Mescid-i Nebevî’de Ömer Ağabey ile be-
raber kıldık. Mescidden çıkarken Ömer Ağabey’in umreye
götürdüğü öğrenci arkadaşlardan biri “Abi mescidden hangi
ayakla çıkılır” diye sordu. Ömer Ağabey de “Mescide sağ
ayakla girilir, sol ayakla çıkılır.” dedi. O arkadaş heyecanla
“Ama Abi sen sağ ayakla çıktın” dedi. Bunu üzerine Ömer
Ağabey “O zaman hatâ etmişim” dedi. Oysaki Ömer Ağa-
bey çıkılması gereken ayakla yani sol ayakla mescidden
çıkmıştı. Burada Ömer Ağabey hem o arkadaşın kalbini kır-
mamış hem de yukarıda bahsettiğimiz “Yapılan yanlışı sa-
vunma” durumuna düşmemek için “Eğer senin söylediğin
gibi ben mescidden sağ ayakla çıktıysam gayet tabii hatâ
ettim” ma’nasını içeren “O zaman hatâ etmişim.” dedi.
Ömer Ağabey bütün bunları yaparken “Yalan” da söyle-
memiş oldu. Yani “Hatâ ettim” deseydi yalan söylemiş ola-
caktı. Çünkü Ömer Ağabey sol ayakla mescidden çıkmıştı.
“Yok, hatâ etmedim sen yanlış gördün” dese, hem o arka-
daşın kalbini kıracak hem de yanlışı savunmuş olacaktı.
“Eğer senin söylediğin gibi ben mescidden sağ ayak-
la çıktıysam” şartına bağlı olarak “O zaman hata etmişim”
dedi ve böylece de yalan söylememiş oldu.
Cenâb-ı Hakk Resûlullah (s.a.v.) Efendimizin sünnetini
bu derece en ince noktasına kadar yaşayan Ömer Öztürk
Ağabeyden ayırmasın. Dünya ve âhirette O’nunla beraber
olmayı nasîb eylesin.”
CÂMİÎ ŞERÎF’İ
17 Eylül 2006 tarihinde yapımına başlanmış ve yaklaşık iki
yılda tamamlanmıştır. Bânisi Hz. Sami (k.s.)’nun ma‘nevî evlâdı
ve ihvâna kılavuzu Muhterem Ömer Muhammed Öztürk’tür.
23.5 x 28.5 metre ebadında bir alana yerleşmiş, dört ana
kolon üstüne tek ana kubbe ve etrafında dört yarım kubbe şek-
linde inşâ edilmiştir. Câminin külliye şekline getirilmesine devâm
edilmektedir. İstanbul’un Pendik ilçesine bağlı Yenişehir mahal-
lesinde bulunan cami; Yavuz Sultân Selîm Câmii gibi Osmanlı
mîmârîsinin ince estetiğini açığa çıkaran bir eser olmuştur.
Caminin kendi adına yapıldığı Zât hakkında Kitâbe’de şöyle
denilmektedir: “Silsile-i Aliyye-i Nakşîbendiyye’nin otuz üçüncü
postnişînleri olup silsile-i aliyyenin otuz ikinci postnişîni Şeyhü’l-
meşâyîh es-Seyyid Muhammed Es‘âd Erbilî kuddise sirrûh haz-
retlerinin hâlîfelerindendirler. Hazret-i Zât-ı akdes’in şecere-i
mübârekeleri, Ramazanoğlu Beğliği’nden Hz. Seyfullâh Hâlid bin
Velîd (r.a.)’e uzanır. Hicrî 1308’de Adana’da dünyâyı teşrîf eden
Zât-ı âli-kadrleri, 1404’te Medîne-i Münevvere’de irtihâl-i dâr-ı
bekâ eylediler. Kabr-i şerîfleri Cennetü’l bakîde ziyâretgâhtır.
Ulemâ-yı İslâm, “Bir asırlık mübârek ömürlerinin her ânında
Sünnet-i seniyye-i Resûl-i Kibriyâ (s.a.v.)’i ihyâ eylediklerinde ve
nice yüksek makamların sâhibi; Gavs*, Müceddid**, Sâhibü’z-
zamân*** ve Câna yakın ülfet makâmının sâhibi ve asırların nâdir
yetiştirdiği bir Zât-ı akdes olduklarında” ittifâk-ı ârâ eylemişlerdir.”
Allâhü Te‘âlâ yollarına ve şefâatlerine cümlemizi dâhil eyle-
sin. Âmîn.
*Gavs: Yardım etmek, imdada yetişmek demektir. Bunun yeri-
ne “kutub” da kullanılır. En yüksek ma’nevî makamdır. Allah (c.c.)
onların duası sebebiyle gelmesi muhtemel belâları def eder.
**Müceddid: Her asır başında geleceği Nebi (s.a.v.) tarafın-
dan müjdelenen, dinin yüksek hâdimleridir. Kendilerinden ve ye-
niden bir şey ortaya çıkarmazlar, yeni ahkâm getirmezler. İslâmî
hükümlere harfiyen uyarak dinin aslını ortaya koyarlar ve ona
karıştırılmak istenilen bid’atleri def ederler.
***Sâhibü’z-zamân: Zamanın etkisinden kurtulmuş; geçmiş,
gelecek düşüncesinden sıyrılmış, ân-ı vâhidi yakalayan ve onu
sürekli yaşayan kişidir. O, bu durumuyla zamanı aşmıştır.
M.T.T.B. VE MUHTEREM ÖMER MUHAMMED ÖZTÜRK
Muhterem Ömer Muhammed Öztürk’ün Medîne’ye hicret-
lerinden önceki yaklaşık 10 yıllık dönemde, Milli Türk Talebe
Birliği’ndeki başarılarını anlatmaktan kelimeler aciz kalır.
1971’de kendilerine teklif edilen M.T.T.B. Genel Başkanlığı-
nı ilk etapta reddeden, daha sonra ma‘nevi terbiyesinde yetiş-
tiği Sâhibü’z-zaman Hz. Mahmûd Sâmî Ramazanoğlu (k.s.)’un
emirleri ile M.T.T.B. Genel Başkanlığı teklifini kabul eden Muh-
terem Ömer Muhammed Öztürk, “Burası siyasi bir kuruluştur,
siyaset ise yalanla iç içedir.” tereddütünü yine o yüce Zât’ın
verdiği “Evlâdım dürüstlük en büyük siyasettir. Bu dürüstlüğe
devam etmek şartıyla ağzınıza geleni söyleyiniz.” cevâbıyla
aşmış, 2,5 yıla yakın MTTB Genel Başkanlığı döneminde bu
düsturun ne kapılar açtığını bize göstermiştir. 26 Mart 1971’de
genel başkan olarak yaptığı ilk konuşma, onun takip edeceği
yolun ve düsturların ne olduğunu bize göstermektedir:
“Memleketimizin içinde bulunduğu şartlar dâhilinde yüksek
tahsil gençliğine büyük görevler düşmektedir. Yarının yürütücü
kadrosu olan gençlik, bugünün sakat maarif politikası netice-
sinde, maziden kopuk, istikbali düşünebilme imkânı ve kapa-
sitesinden mahrum bir tarzda yetiştirilmektedir. Eğitimimizin
millî olması, mazisine lâyık, istikbaldeki vazifesine hazır, mu-
kaddesatına bağlı gençler yetiştirmek, orta tahsilden itibaren
talebelerle çok yakından ilgilenmek ve onları kazanmak, birer
mücahit rûhuyla yetişmelerini sağlamak, başlıca görevimiz ol-
malıdır. Asırlardır yerleşmiş, ebede kadar devam edecek olan
prensiplerin anayasam olacağına sizleri şahit tutuyorum. Seçil-
sem de seçilmesem de, inandığım davanın neferi olarak, son
nefesime kadar hakka hizmet yolunda olacağım.”
1971 yılında genel başkan olan Muhterem Ömer Öztürk,
M.T.T.B.’yi hakikî gayesini yerine getirmesi yolunda ideal bir
şekilde yöneterek, iç ve dış düşmanların bütün hücumlarına
rağmen Türkiye’ye damgasını vurmuş, memlekette estirilen
zararlı rüzgârlara kapılmayan, maneviyatı kuvvetli, bugünlerde
memleket idaresinde söz sahibi olan Müslüman Türk Gençli-
ğini yetiştirmiştir.
MUHTEREM ÖMER MUHAMMED ÖZTÜRK’ÜN
HİZMETLERİ
Kendi başkanlığı zamanına kadar, sadece kamuoyuna yö-
nelik ve belli mihrakların kontrol ve desteğindeki faaliyetlerinden
öteye gidemeyen, Türkiye’deki güdümlü kör döğüşün bir aktörü
durumunda olan MTTB, 1971’de Muhterem Ömer Öztürk’ün ge-
nel başkan olmasıyla, hiçbir mihrakın kontrolü ve desteği olmak-
sızın ve Türkiye’de bu mihrakların sahnelediği senaryoların hiç-
birinin aktörü olmadan, Türkiye’nin en güvenilir teşkilatlarından
biri olmuştur.
Muhterem Ömer Öztürk’ün verdiği bu rûh ve ivme ile
M.T.T.B., 1980’e kadar aynı misyonunu devam ettirmiştir. Bu dö-
nem, gençliğin sokaktan kütüphaneye ve kitaba, ilmî ve kültürel
çalışmalara çekildiği dönem olmuştur.
Yüksek bir ilim ve irfana sahip Muhterem Ömer Muhammed
Öztürk’ün hizmetleri bununla da sınırlı kalmayıp, Ehl-i Sün-
net Akâidi’nin güçlenmesi ve Ümmet-i Muhammed (s.a.v.)’in
istifâdesi için Misvâk Neşriyat’ı kurmuş ve ilk olarak da “Âlemlere
Rahmet Olan Peygamber (s.a.v.) Efendimiz” isimli kitabı hazır-
lattırıp neşretmiştir.
Daha sonra istişâre için oluşturduğu 15-20 kişilik bir heyet
vâsıtasıyla kaleme alınıp yayınlanması gerekli olan eserleri ve
konuları tesbît etmiş ve İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe (r.a.)’in hayatı,
düşünce ve eserleri hakkında çalışmalar yapmaya karar vermiş-
tir. Mahmûd Sâmi Ramazanoğlu Vakfı’ndan kısaltma olan Mis-
vak Neşriyat’ın ana gâyesi de bu ilk çalışmalarla şekillenmiştir.
Muhterem Ömer Muhammed Öztürk’ün himmet ve gayretleri
ile İmâm-ı A’zam (r.a.) hakkında birçok kitap, dilimize kazandırıl-
mıştır. Hadislerle Hanefî Fıkhı isimli eser de kendilerinin bizzat
emekleriyle yayınlanmaya devam etmektedir.
Muhterem Ömer Muhammed Öztürk, ümmetin kandili olan
İmâm-ı Azam (r.a.)’in eserlerini ihyâ sebebiyle, O Nebî-yi Muhte-
rem (s.a.v.)’in dînini ikâme etmekte hayâllerimizin yetişemediği
bir gayret ve hassasiyet göstermektedir.
Allâhü Te’âlâ, İki Cihan Serveri Resûlullâh (s.a.v.)’in nûrlu yo-
lunda gidenlere cümlemizi dâhil eylesin. Sevdiklerinden bizleri
ayırmasın. Şefâatlerine nâil eylesin. Âmîn.
Hazret-i Sâmi (k.s.)’un hayatını manevi görevlisi ve ihvâna kı-
lavuzu Muhterem Ömer Muhammed Öztürk’ün kaleminden yayın-
lıyoruz:
1892 Yılında Adana’nın Tepebağ mahallesinde dünyâya teşrîf
eden Hazret-i Sâmî (k.s.)’un babaları Müctebâ Efendi, anneleri
Ümmügülsüm Hanımefendilerdir. Dedelerinin ismi Abdurrahmân,
büyük dedeleri İshâk ve Hüseyin Efendilerdir. Büyük Türk beylikle-
rinden Ramazânoğlu beyliğinin en son beylerinden olan Abdülhâdî
Efendinin (ki Sâmî Efendi Hazretlerinin büyük dedelerindendir)
tesbîtine göre Ramazânoğlu beyliği aslen Türklerin Oğuz boyunun
Üçoklar kabîlesindendir. Bu kabîlenin de şecereleri büyük Türk
Hâkânı Nureddîn Zengî (Şehîd) vasıtası ile Seyfullâh Hz. Hâlid bin
Velîd (r.a.)’e dayanır. Efendi Hazretleri kendi ifâdeleriyle doğumları-
nı şöyle nakletmektedirler:
“-Benim doğumum (1308) târihindedir: Adana’da Vakıfsarayı’
ndadır. Doğumumdan evvel kapıya bir zât gelmiş: “-Bu evde, yakın-
da bir doğum olacaktır, oğlan olacaktır, adını: Sâmî koyunuz; hayırlı
bir insan olacaktır.” diyor, gidiyor. Bir müddet sonra doğum oluyor,
oğlan oluyor. Adı: “Mahmûd Sâmî” konuyor. Sonra o zât tekrâr geli-
yor. Oğlan doğduğunu söylüyorlar. Adının da “Muhammed Mahmûd
Sâmî” konulduğunu öğrenince: “-Sandıktaki emânetimi veriniz!” di-
yor. Ona benzer bir emâneti veriyorlar: “-Bu değil; esâs sandıktaki
bana âid emâneti veriniz!” diyor. Veriyorlar. Memnûn oluyor. Duâ
edip gidiyor.” Efendi Hazretleri bu ma‘lûmât hakkında:“-Bunu kay-
dediniz. Mühimdir. Gelen zât, boş değildir. Bunları olduğu gibi sen
kaydet. İleride neşredilir. İyi olur. Hayırlı olur.” diye buyurdular.
Not: Bu ma‘lûmât, Muhterem Ömer Kirazoğlu (Rh. Aleyh)
Ağabey’in kendi el yazısı ile not defterinden alınmıştır. Metinden
Hazretin ism-i şerîflerinin tam olarak “Muhammed Mahmûd Sâmî”
olduğu öğreniliyor. Hazretin 6 Kasım 1937de kendi el yazılarıyla,
latince olarak, “Kadastro ve Tapu Tahrîrine Mahsûs Beyânnâme”de,
sâdece “Sâmî” ismini ve imzâsını kullandıklarına ve nüfus cüz-
danlarında da sâdece “Sâmî” ismini kullandığına göre, tam ism-i
şerîflerinin kullanılmaması o devirdeki birtakım yasakları akla ge –
tirmektedir. Bu “Beyânnâme”de, Hazretin doğdukları ev Seyhân
vilâyeti, Adana kazâsı, Kayalıdağ mahallesi, Sabuncu Abdullâh so-
kağı olarak belirtilmiştir ki burada da isimler değiştirilmiştir. Hazretin
doğdukları evin bulunduğu mahalle en son Tepebağ adını almıştır.
Doğumundan i‘tibâren bütün hayatı boyunca bu müjdenin
şanlı izlerini taşıyan bu zâta “Âlî makâm sâhibi” ma‘nâsına ge-
len Sâmî ismi konur. Her hâlleri büyük, yüksek makâm sâhibi
oluşlarının dışarıya tezâhürüdür.
Hakk idâresinin kaldırılıp, halk idâresinin müslümânlara da
sevdirilmeğe çalışıldığı şu cehâlet asrında; ekseriyetin İslâm
dışı davranışlarına;
“Bugünkü şartlarda ancak bu kadar olur.” diyerek kılıf
bulup, İslâm’ın bazı şartlarda tam olarak yaşanamayacağı
iddiâsını hâlleri ile çürütüp, asra yakın ömürlerinin, doğumun-
dan i‘tibâren tamâmını, sünnete harfiyyen riâyet ederek geçi-
rip, İslâm, fitnenin zirveye çıktığı devirlerde bile sünnete tam
olarak ittibâ edilerek yaşanabilir ve kıyâmete kadar da yaşa-
nacaktır diye hayatı ile bunu isbât etmiş bir âlî kadîrdir Hazret-i
Sâmî (k.s.).
Allâh (c.c.) dostlarının büyüklerinden bir zâtın ifâdesi ile
“Asırların nâdir yetiştirdiği bir büyük velîdir” Hazret-i Sâmî
(k.s.).
1950’li yılların başlarında İstanbul’a intikâllerinden son-
ra kendilerine Fahr-i Kâinat (s.a.v.) Efendimiz tarafından
“MAHMÛD” ismi verilmiş ve kendileri icâzetli halîfeleri Adanalı
Hacı Hasan Efendiye:
“-Fakire bundan sonra Mahmûd Sâmî denilmesini ihvâna
bildiriniz; bize böyle emrolundu.” diye emir gereği büyük
tebşîrâtı bildirirler.
Çocuk yaşlarında muhterem anneleri kendilerini
akrânlarıyla oynamak üzere dışarı gönderdiklerinde Hazret-i
Sâmî (k.s.) Efendimiz ellerini dizlerinin üzerine koyup
“tahiyyât” oturuşundaki gibi oturup, uzaklara gözlerini diker,
devâmlı olarak düşünür, tefekkür ederler. Çünkü Allâh (c.c.)’ün
Resûlü (s.a.v.) Efendimiz, Mi‘râc’da tahiyyâtta gibi oturmuşlar-
dı. Bu sünneti ömürleri boyunca hep böyle sürdürdüler. Hiç bir
zaman kendilerini bunun dışındaki bir şekilde otururken gö-
ren olmamıştır. “Neden arkadaşları ile oynamayıp oturduğu”
sorulduğunda:“-Biz oyun için yaratılmadık.” buyurmuşlardır.
İşte hadîs-i şerîfi telmîh; işte sünnete ittibâ.’
Bu sünnete uygun hayat günümüz insanlarının ancak ör-
neklerini kitâblarda görebildiği bir şekilde tam 96 yıl devâm
etmiştir. Doğumlarından dâr-ı bekâya intikâllerine kadar gece-
siyle, gündüzüyle, harekâtı ve sekenâtı ile günün 24 saatinde
sünnet-i seniyyeye; Hazret-i Abdullâh ibn-i Ömer radıyallâhu
anhümânın dediği gibi ve Pîr Efendimiz Hazretlerinin de mısra-
laştırdığı şekilde: “Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi vesel-
lem Efendimiz Hazretlerinin eşiğinde aklı kurbân ederek” katık-
sız, tam teslîmiyetli bir sünnet tatbîkâtıdır bu mübârek hayat!
İşte kerâmeti maddî ve ma‘nevî olarak ikiye ayıran
Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin: “Esâs kerâmet ma‘nevî
kerâmettir; o da yirmi dört sâatin tamâmını Resûl-i Ekrem
sallallâhü aleyhi vesellem Efendimiz Hazretlerinin sünnetine
uygun olarak geçirmektir. Bizce makbûl olan da budur.” dediği
ma‘nevî kerâmetler manzûmesidir Hazret-i Sâmî (k.s.) Efendi-
mizin asırlık ömürleri.
Muhyiddîn-i Arabî hazretleri: “Ehlullâh kendilerinden
kerâmet zuhûr etmesini kadınların hayız ve nifas hâli gibi gö-
rürler.” buyuruyor. Bütün hayatlarında buna son derece dik-
kat eden Efendimiz (k.s.) Hazretleri bir sohbetlerinde (1970’li
yılların ikinci yarısında Erenköy’de bir evde) Abdü’l-kâdir-i
Geylânî hazretlerinin kendisini yardıma çağıran Adana’nın
Misis nâhiyesinin Abdoğlu köyünden bir Ermeni çocuğunun
hayvanına, düşen çuvalları biiznillâh yüklemesine âid kıssayı
anlatırken, son derece sâf ihvânlardan Merhûm Dr. Bahâ Bey,
ayağa kalkarak:
“- Vallâhi bu Zât, asrın Abdü’l-kâdir-i Geylânî’sidir, ne za-
man sıkışıp yetiş yâ Hazret-i Sâmî desem bu Zât’ın himmetiyle
biiznillâh her müşkülüm hallolur.” diye bağırınca, Sâmî (k.s.)
Efendimiz Hazretleri mu‘tâdlarını bozarak yeni başlamış olan
sohbeti “el-Fâtiha” diyerek bitirip, fakîre dönerek:
“-Arabayı hazırlayın” buyurdular ve sohbeti yarıda bırakıp,
ev sâhibinin yapacağı ikrâmı da: “-İkrâmınızı kabûl ettik, Allâh
(c.c.) râzı olsun” diyerek yemeden oradan ayrıldılar.
İşte kendilerine karşı sırrı fahş edip kerâmetlerini açığa vu-
rana verdikleri kendi üslûblarınca en ağır ders.
12 Şubat, Mevlâna Takvimi
Bütün hayatı manevî kerâmet (ya‘ni istikâmet) olan
Efendimiz Hazretleri, kendilerinden sâdır olan kerâmetleri
böylece saklamamızı bize öğretmiş oluyorlardı. Böylece
kerâmetin matlûb olmadığını, zuhûrunun o kişilere Allâh
(c.c.)’ün rahmeti olduğunu anlatmış oluyorlardı. Buna da
hamdetmek lâzımdı ve hemen takılmadan istikâmet üzere
Hakk yola devâmı öğretiyorlardı. Böylece inkılâb kâbiliyetini
hâiz olan kalbimiz hakîkî ve tek matlûb olan Allâh (c.c.) ile
olacaktı. Ağyârdan ictinâb gerekliydi. İşte kalbin hâllerini an-
latırlarken verdikleri bir misâl:
“Bukâlemun denilen, Türkçe adı “bahtabakan” kertiş cin-
sinden kuyruğu ile dala sarılan bir hayvan vardır. Çocukluğu-
muzda, bu boz renkli hayvanı tutar, erkeklerin o zaman kul-
landığı kırmızı renkli, püsküllü, kalıba konan feslerini onun
üzerine koyardık. Kısa bir süre sonra fesi kaldırdığımızda,
bukalemunun kıpkırmızı olduğunu görürdük. Biraz açıkta ka-
lınca eski boz rengine avdet ederdi. Yine kadınların başını
örttüğü siyah renkli yağlığı (başörtüsünü) alır bukalemunun
üzerine örterdik. Bir müddet beklettikten sonra başörtüsü-
nü açtığımızda hayvanın renginin siyahlaştığını müşâhade
ederdik. Biraz sonra asıl rengine avdet ederdi. İşte bir hay-
vanda bu derece bulunduğu yere intibâk kâbiliyyeti olursa;
ya kalbimizi nasıl muhâfaza etmemiz gerekir; teemmül ede-
lim” buyururlardı.
Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Cenâb-ı Hakk, sizin kalıbını-
za değil; kalblerinize nazar atfeder.” Kalb nazargâh-ı İlâhî’dir;
ona göre dikkat etmeliyiz. Yine buyuruyorlar: “Gençliğim-
de dergâhta hâl ehli, ehl-i keşiften Âdil Beğ bana: “-Sâmî
evlâdım, münâsebette bulunduğun kişilere çok dikkat et,
sakın kasvetli kimselerle karşı karşıya oturma. Bir defa Aya-
sofya câmiinde mevlid dinliyordum; bir de baktım letâiflerim
durmuş. Karşımda diz dize oturduğum adamın kalbi hasta
imiş (ya‘ni katı). Letâiflerimi üç günde zor çalıştırdım.” dedi.
Câmiide mevlid dinleyenin kalbinden bu in‘ikâs olursa ona
göre dikkat edelim.”
Gönüller sultânı Hazret-i Sâmî (k.s.), kalbin Kur’ân-ı
Kerîm’de beş sınıf olarak beyân edildiğini anlatırlardı. Ez-
cümle: 1- Ölü kalb, 2- Hastalıklı kalb, 3- Gâfil kalb, 4- Zâkir
kalb, 5- Ma‘nen diri (hayy) kalb.
Kalbimizi her türlü hastalık ve tehlikelerden koruyacak bi-
rinci şartın zikru’llâha devâm olduğunu her defasında tekrâr
tekrâr beyân buyururlardı. Bunun da, az yiyip oruç tutarak ve
şartlarına riâyetle yapılırsa netice hâsıl olacağını bildirirlerdi.
Çünkü kul, hadîs-i şerîfte beyân buyurulduğu üzere:
“Kişi kalben zikre muvaffak olursa şeytân me’yûs olarak
geri çekilir; zikirden gâfil olursa kalbe yeniden girer.”
“Allâh azîmüşşânı kalben zikreden ile zikretmeyenin
farkı cesed dirisi ile ölüsünün farkı gibidir.” buyururlardı. Bu
yüzden insanlar, kendilerini Allâh (c.c.) ve O’nun zikrini ha-
tırlatanlarla berâber olmağa çağrılıyordu. Tevbe sûresinde
Cenâb-ı Hakk: “Ey îmân edenler, Allâh’tan korkun da sâlih
ve sâdıklarla beraber olun.” diye emrediyor. Sâlihlerden
bu dünyâda istifâde olacağı gibi kabirde ve mahşerde de
istifâde olunacağını tefsîr ve hadîslerden misâllerle anlatırdı,
Hazret-i Sâmî (k.s.).
Bu husûsta kendilerine âid şu menkîbeyi anlatırlardı:
“Çocukluğumda kız kardeşim yürüyemiyordu. Yakınlarımız
Pozantı’ya yakın bir köyde Kaplanca Dede adlı bir zât var;
kızı ona götürün; inşâallâh onun vesîlesi ile Allâh (c.c.) şifâ
verir dediler. Ben, annem ve kız kardeşim o zâtın türbesine
gittik. Geceyi orada geçirdik. Gece bir ara kız kardeşim ba-
ğırarak uyandı. Annem: “- Kızım ne var, ne oldu, niye bağır-
dın?” dedi. Kız kardeşim:
“- Anne şu kabirdeki dede kalktı, geldi benim kalçamın
üzerine oturdu” dedi. Bu hâlden sonra yürüyemeyen kız kar-
deşim Allâh (c.c.)’n izni ile ayağa kalktı yürüdü. Ömrü bo-
yunca da bir daha ayağı ağrımadı.” İşte sâlihlerden biiznillâh
“kabirdeki istifâde.”
Not:Yazının devamı 9-13 Mart tarihlerindedir.
Hz. Mahmûd Sâmi (k.s.)’un hayatını manevi vazifelisi ve
ihvana kılavuzu Muhterem Ömer Muhammed Öztürk’ün kâle-
minden yayınlamaya devam ediyoruz:
Hz. Sâmi (k.s.), sâlih dostların birbirlerine olan
yardımlarının Kıyâmet günü de devâm edeceğinin tefsîrde
beyân edildiğini sohbetlerinde sık sık anlatırlardı:
Kıyâmet günü hesâba çekilen bir kulun seyyiâtı hasenâtına
denk geliyor. Meselâ, 1000 seyyiesi (günâhı) varsa 1000 de
hasenesi (sevabı) var. Cenâb-ı Hakk Azze ve Celle Hazretleri
o kuluna anne babana git bir hasene iste, verirlerse bana ge-
tir seni cennete dâhil edeyim diye buyuruyor. O kul Mahşer
gününün o sıkıntılı anında Allâh’ın lûtfu ile anne ve babasını
bulup durumunu onlara anlatıyor. Onlar da evlâdım bugünkü
günde biz kendimizi kurtaramadık ki sana bir faydamız olsun;
sana bir şey veremeyiz diyorlar. O eli boş olarak, mahzûn bir
hâlde Hakkın huzûruna varıyor. Annem babam bana bir şey
vermediler yâ Rabbi diye durumu arz ediyor. Bunun üzerine
Hakk Te‘âlâ ve tekaddes hazretleri o kuluna:
“Senin dünyâ hayatında benim rızâm için sevdiğin
bir dostun yok mu idi?” diye soruyor. Cenâb-ı Hakk kulu-
nun o anda hâtırına getiriyor ve evet yâ Rabbi, filân kulun
ile biz dünyâ hayatında senin rızân için sevişirdik (birbirimizi
karşılıklı severdik) diyor. Allâh (c.c.)’un lûtfu ile o dostunu bu-
lup durumunu ona anlatıyor. Kardeşi cevâben diyor ki:
“Ey kardeşim, ne kadar hasene istersen alabilirsin. Ben
kendimi kurtaramadım, bâri sen kendini kurtar” diyor. Hesâb
veren kul, Cenâb-ı Hakkın huzûruna sevinçle geliyor ve du-
rumu arz ediyor. Bunun üzerine Sübhân olan Rabbimiz:
“Yâ öyle mi; o böyle bir ızdırâblı gününde kardeşine
acıyarak hasene veriyor; bense Cevvâdü Kerîmim, Erhâ-
mü’r-Râhimînim, her ikinizi de affettim” buyuruyor.
Ne büyük tebşîrât-ı ilâhî. El-hamdü li’llâhi rabbî’l-‘âlemîn.
Allâh (c.c.) cümlemize rızâsı için sevişmeyi nasîb etsin
(Âmîn).
İlk, orta ve lise tahsîlini Adana’da tamâmlayan Hz. Sâmî (k.s.)
yüksek tahsîlini İstanbul’da yaparlar. Hukuk Fakültesini birin-
cilikle bitiren Hz. Sâmî (k.s.) bu arada bir müddet Gümüşhâneli
Dergâhı’na devâm ederler. Bu sırada Bâyezıd dersiâmlarından
Rüşdü Efendi (Eski Beşiktaş müftüsü Merhûm Fuat Çamdibi
Hocanın babası): “Sâmî Evlâdım, gel seni Şeyhülmeşâyih Es‘âd
Erbilî Hazretlerine götüreyim.” der. Bu teklifi kabûl eden Efendi
Hazretleri, Rüşdü Efendi ile berâber Kelâmî Dergâhı’na giderler.
Bu ilk karşılaşmanın devâmını kendileri şöyle anlatıyorlar:
“Üstâdımızın huzûruna varıp ellerini öptük. Rüşdü Efendi
Hoca: -Üstâdım bu getirdiğim genç Gümüşhâneli Ahmed Ziyâed-
din Efendi’nin evlâdlarından Adanalı Sâmî Efendi, deyince; birden
Üstâdımız Es‘âd Efendi Hazretleri: “Hayır! O bizim evlâdımız”
buyurdular. Ve orada devâm ettiğim evrâdın ne olduğunu sordu-
lar. Günde beşbin zikrullâh, bir cüz Kur’ân-ı Kerîm tilâveti, Delâil-i
Hayrât diye cevâb verdim. -Evlâdım hastalık nerede ise tedâviye
oradan başlamak lâzım, bu yüzden şimdilik bunları terk edip kalbî
zikre başlayacaksın buyurdular ve Fakîre inâbe verdiler.”
Akarsu deryâya kavuşmuş; su mecrâını bulmuştu. Cenâb-ı
Hakk’ın lûtfu inâyeti ile Hz. Sâmî Efendimiz bir kaç ayda seyr
u sülûkunu ikmâl buyurdular. Daha önce iki yıl devâm edilen
dergâhta olmayan tecellî burada bir kaç ayda olmuştu el-hamdü
li’llâh. Kısa sürede icâzet ve mutlak hilâfet alan Efendimiz Haz-
retleri mürşid-i kâmilin görevine âid şu kıssaları naklediyorlar:
“Gençliğimde dergâha devâm ediyordum. Orada vazîfesi mün-
tesiblerin ayakkabılarının tozunu almak olan bir dervîş vardı.
Bir gün onun elindeki bezi aldım, pertavsızın (mercek) altına
tutarak bir müddet güneşin altında tuttum. Güneşin harâretinin
pertavsız vasıtasiyle bezin üzerine teksîf edilmesi ile bez tutuştu
ve yanmağa başladı. Dervîş hayretler içinde kaldı.
İşte mürşid-i kâmil, iki cihânın Serveri ve Rahmet Güneşi
Nebî salla’llâhu ‘aleyhi ve sellem Efendimizden aldığı nûru
müntesiblerden müsâid kimselerin kalblerine teksîf edip, o nûr-ı
Muhammedî (s.a.v.) ile kalbleri diriltip kemâle erdiren kişidir, bi-
zni’llâh. Mürşid-i kâmil çobana benzer; çoban dağda koyunları
otlatırken bacağı kırılanı orada bırakır mı? Sırtına atıp ağıla kadar
getirir. Mürşid-i kâmil de hiç bir evlâdını bırakmaz ve terk etmez
bi-izni’llâh.
Mürşid-i kâmilini bulan ve Zât-ı ‘Âlîlerinin onun ifâdesi ile
“Eyyâm-ı şebâbını şerîat-ı mutahhare ve tarîkat-ı ‘âliyye hizme-
tinde” geçiren Hazreti Sâmî Efendimiz ma‘nevî mertebeleri hızla
aşıyorlardı. Bu yolda kendi ifâdeleri ile ihlâs ve tam teslîmiyet
şarttı. Ölünün yıkayıcısına teslîmiyeti gibi mürîd de mürşîdine
teslîm olmalıydı ki bi-izni’llâh neticeye ulaşsın.
Kendileri anlatıyorlar: “Allâme Taftadânî hazretlerinin tale-
belerinden biri bir şeyhe intisâb etmiş. Bu talebeden hocasının
huzûrunda hikmetli kelâmlar sâdır olmuş. Hocası: “-Evlâdım,
bunları ben sana öğretmedim; sen bunları nereden öğrendin?”
diye soruyor. Talebe: “-Efendim ben bir şeyhe intisâb ettim; zikir
çekiyorum, doğuş oluyor ve böylece hikmetli konuşuyorum.” di-
yor. Bunun üzerine ‘Allâme Taftadânî hazretleri: “Oğlum beni de
şeyhine götür”; diyor. Kendileri de aynı şeyhe intisâb ediyorlar.
Fakat ya teslîmiyet yok veyâ nasîbi yok aynı tecelliyâtlar kendile-
rinde zuhûr etmiyor, aynı istifâde olmuyor.
Sâmî Efendimiz Hazretlerinin bu anlattığı kıssadan çıkan hük-
me göre nasîbi olan müsta‘îd kişiler mürşid-i kâmili bulup ona tam
olarak teslîm olurlarsa bi-izni’llâh neticeye ulaşır, ma‘nevî merte-
belerde hızla ilerleyerek kemâle ererler. Bunların hepsi kendile-
rinde bi-izni’llâh mevcûd olan Hazreti Sâmî (k.s.) kısa zamânda
icâzet alırlar, irşâdla görevlendirilirler.
Kelâmî Dergâhı’ndaki hizmet günlerine âid Adapazarlı
Pehlivân Efendi şu hâtırayı anlatır: “Adapazarı’ndan on
arkadaşımla berâber Es‘ad Efendi Hazretlerinin ziyâretlerine git-
tik. Sohbet esnâsında tekkeye dâhil olmuştuk. İçerisi kalabalık
olduğundan dışarıda oturuyor, Es‘ad Efendi Hazretlerinin kendile-
rini göremiyor, sâdece seslerini işitiyorduk. İlk defa sohbetlerine
gelmenin heyecânı içindeydik. Sohbet sırasında ihvân arasında
genç bir zât dolaşıp hizmet ediyordu. “Bu genç orada dolaşmasa
o zamân dikkatimiz dağılmaz, daha çok istifâde ederdik.” diye
içimden geçirdim. Sohbet biter bitmez Es‘ad Efendi Hazretleri: “-
Adapazarlı Pehlivân Efendi ve on arkadaşı buraya gelsin!” dedi-
ler. Hâlbuki bizi hiç tanımıyorlar ve geldiğimizi de görmemişlerdi.
“- Sâmî evlâdımız hakkında sû-i zan ettiniz, helâllık alın.” buyur-
dular. Affımızı taleb edip böylece bu iki Zâtı ve aralarındaki derûnî
muhabbet ve bağı öğrenmiş olduk. El-hamdü li’llâh.
Üstâdına olan bu muhabbet ve bağlılığını dâimâ arttırarak
devâm ettiren Hazreti Sâmî Efendimiz bütün gün ve gecelerini
hizmet yolunda geçirdiler. Dergâhın temizliğinden ihvânın her
türlü hizmetlerine varıncaya kadar her an Sâmî Efendimiz,
yatalak hasta olan ihvânın da her türlü hizmetlerini seve seve
yaparlardı. Hazret-i Es‘âd Erbilî Efendimizin: “Mâ‘nen bizimle
aynı mertebededir, lâkin bu vazîfe bize verildi” diye ta‘rîf et-
tikleri Hüseyin Efendi Hazretleri yatalak olunca: “Bu Zâtın hiz-
meti için kim tâlib olur?” diye ihvâna sorarlar. Hemen Sâmî
Efendimiz o Zâtın hizmetlerine koşarlar. Defi hâcetleri dâhil
her hizmetlerini uzun müddet seve seve görürler. Nihâyet
bu hizmetleri sonunda Hüseyin Efendi Hazretleri: “-Evlâdım,
Cenâb-ı Hakk’a niyâz ediyorum; Allâhü ‘azîmüşşân bize ihsân
ettiklerini fazlası ile sana ihsân etsin!” diye duâ buyururlar.
Dünyâ hayatını Nebî-yi Ekrem (s.a.v.) Efendimizin
buyurdukları gibi: “Benimle dünyânın misâli ağaç altında
bir mikdâr dinlendikten sonra yoluna devâm eden yolcu-
nun hâline benzer” diye ana rahmi ile kabir arasında bir se-
fer olarak görürdü; Hz. Sâmî Efendimiz. Ve bunu uzun bir
ömürde her an tatbîk ettiler. “Bir yabancı âlim, Fakire kend-
ilerinin hâl ve kelâmlarından sordular. O anda hâtırıma gelen
şu hâllerini anlattım:
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz: “-Seferden döndüğünüzde
hanımlarınızın yanına haber vermeden girmeyiniz,” buyuruy-
orlar. Hz. Sâmî (k.s.) hayatı bir sefer olarak gördüğü için her
yerinden kalkmalarını bir sefer kabûl ediyorlardı. Abdest almak
için lavaboya her gidişlerinde yol zevcelerinin odasından geçi-
yordu. Yarım asırdan fazla süren evlilik hayatlarında bıkmadan,
usanmadan, seve seve her defasında zevcelerini haberdâr ed-
erlerdi. O’nun “Efendi buyur!” diye sesini duyunca odaya girer
ve diğer tarafa geçerlerdi. Bu hâl altmış küsûr yıl günde en
az on defa devâm etti” deyince yabancı ‘âlim ayağa kalkarak:
“-Bu zât Sâhibü’z-zamân’dır. Onun dışında hiç bir velî Sünnet-i
Seniyyeyi bu kadar derin ve ihâtalı anlayıp tatbîk edemez, an-
cak o yapabilir” dedi. El-hamdü li’llâhi rabbi’l-‘âlemîn.
Hayatının tek gâyesi Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz Haz-
retlerinin sünnetine uymak ve onu ihyâ etmek olan Hz. Sâmî
Efendimiz; daha önceki kitâblarda: “Kılıcı boynunda asılı Pey-
gamber” olarak tarîf edilen (s.a.v.) Efendimize bu husûsta da
ittibâ edip gazâya iştirâk ederek “Gâzî” olmuş-lardı.
Bu husûsu kendileri şöyle anlatıyorlardı: “-Birinci Cihân
harbinde Osmânlı ordusunda levâzım subayı olarak vazîfe
gördüm. Alayımız Edirne’de vazîfe görüyordu. Açlık ve kıt-
lık son derece şiddetli idi. Askerlerimizin uzun süre yiyecek
bulamadıkları oluyordu. Bu yüzden askerler ellerinin yetiş-
tiği yere kadar kavak ağaçlarının kabuklarını yolarak onları
çiğniyorlar ve böylece açlıklarını bir nebze olsun gidermeğe
çalışıyorlardı.
Hz. Ebû Bekir es-Sıddîk (r.a.) Efendimizin: “Cihâdı terk
eden millet zillete düçâr olur.” sözünü bütün talebelerine
ezberleten Hz. Sâmî (k.s.) Cenâb-ı Hakk’ın: “Niçin yapama-
dığınızı söylüyorsunuz?” Kavl-i şerîfini de bize kendileri ya-
şayarak öğretiyorlardı. Yaşayarak, tatbîk ederek bize cihâdı
öğretiyorlardı. Harbe iştirâk ederek Gâzî olmuşlar, ve ömür-
leri boyunca İslâm için kılıç sallama arzusu ile yaşamışlardı.
Mübârek ömürleri doksanı bulduğunda dahî sohbetlerinde
Uhud harbinde Amr ibn-i Sâbit (r.a.)’in müslümân oluşunu
anlatırken; onun lâkabını: “Asram lâkabı ile mülakkab; keskin
kılıç saldırıcı, diye tarîf ederken oldukları yerde dizleri üze-
rine doğrularak ellerini havaya kaldırarak elindeki kılıcı ile
derhâl düşman üzerine saldıracakmış gibi olan hâlleri ancak
görülmekle anlaşılabilirdi. Yaşıyor; ondan sonra anlatıyorlar;
anlatırken de o hâli aynen yaşıyorlardı. Hayatı cihâddı Hz.
Sâmî Efendimizin. Ömür boyu cihâd… Ve bu cihâdı elinde
silâhı gazâda da yaşamış ve Gâzî olmuştu Hz. Sâmî (k.s.).
Ve nefe‘ana’llâhü Te‘âlâ bi şefâatihi, Allâh (c.c.) cümlemizi
O’nun muhabbetini hakkı ile yaşayıp öylece haşrolanlardan
eylesin (Âmîn). Bi hurmeti seyyidi’l-enbiyâ-i ve’l- mürselîn
salla’llâhu Te‘âlâ aleyhi vesellem.
Sâmi Efendi Hazretleri’nin hakiki vekili, Ma’nevi evlâdı Muhte-
rem Ömer Muhammed Öztürk anlatıyor:
Allâhü Azîmü’ş-Şân; “Velîlerim kubbelerim altındadır. Onu
benden gayrisi bilmez.” (Nefahâtü’l-Üns, s.45) buyuruyor. Bir gün
bir yere bir muhaddis gelmiş, orada sohbet ediyor. Genç bir çocuk
da paltosunu kafasına çekmiş, yan tarafta oturuyor. Yaşlı birisi de
genci ikaz ederek:
“Evlâdım bu muhaddis meşhur Vehb bin Münebbih’tir, bir daha
bulamazsın gel istifâde et.” diyor.
“Amca işine bak.” diyor. Biraz sonra ihtiyar dayanamıyor. Tekrar:
“Evlâdım bu Vehb bin Münebbih’tir. Büyük muhaddistir bir daha
yolu buraya düşmez, şuradan istifâde et.”
“Ya amca sen işine bak.” diyor çocuk. Adam üçüncü defa genci
ikaz edince genç:
“Ben Vehb bin Münebbih’in Rabbi’nden dinliyorum.” Yaşlı amca:
“Vehb bin Münebbih’in Rabbinden mi?” deyince genç:
“Evet! Rabbinden” diyor. Yaşlı amca:
“Oğlum bu çok büyük bir iddiâ buna delil gerek.” (deyince) genç
diyor ki:
“Vallâhi bak amca senin Hızır (a.s.) olduğunu şurada herkese
söylerim, senin yakanı paçanı koparırlar.” Hızır (a.s.):
“Yarabbi sen, velîlerin isimlerini vermiştin, bu çocuğun ismi yok-
tu.” deyince Hakk Te’âlâ Hazretleri:
“O senin bildiklerin.” buyuruyor.
Onun için Allâh dostlarının kimler olduğunu yalnız Allâh bilir.
Hakîkî mü’minlik vasfını iktisâb edersek onu da elde etmiş oluruz.
Olağanüstü hâllerle bir yere varılmaz. Kuş da uçuyor, balık da yüzü-
yor. Uçağa da binince 500 kişi havada gidiyor. Asıl iş hakîkî mü’min,
Müslümân olmak, Resûlullâh (s.a.v.)’e ittibâ edip O’nun yolundan
gitmektir. Sünnet-i Seniyye’ye uymakta sahâbenin hâli ortadadır.
Hz. Sâmî (k.s.)’un hâli de ortadadır.
Geceleri bazen fakiri çağırırlardı. Özel sohbet ederlerdi. Bir
gece gittiğimde yine ağlayarak duâ ediyor: “Ben Sâmî’nin evlâdıyım
diyeni mahşerde vallâhi bırakmam, billâhi bırakmam. (şefaat ede-
rim)” diyordu. Allâh (c.c.), Sahabe (r.a.e.)’in ve Hz. Sâmi (k.s.)’un
yolundan gidip şefââtlerine nail olmayı nasib etsin. (Âmin)
FATİH GENÇLİK VAKFI (21 HAZİRAN 1971)
MTTB’nin 47. ve 48. Dönemi’nde Fatih Sultan Mehmed
Hân’a lâyık bir eser vücuda getirmek gâyesiyle bir komite
kurulmuş ve halktan para toplanmıştı. Orta Öğretim Komite-
si adını taşıyan bu komitenin gâyesi sâdece rozet mukâbili
halktan yardım toplamaktı. Bu şekilde toplanan 210 bin TL
civarındaki yardım 48. Dönem MTTB Genel Başkanı Isma-
il Kahraman’a teslim edilmiş ancak Fatih Sultan Mehmed
Hân’ın hatırasını yaşatacak güzel bir eser vücuda getirme
düsüncesi 1971 Nisan’ına kadar fiiliyata geçirilememişti..50.
Genel Kurul’da MTTB Genel Başkanlığı’na seçilen Muhterem
Ömer Öztürk, bu düşünceyi hayata geçirmek için hemen işe
koyuldu. Bu öyle bir eser olmalıydı ki ecdâdın ebediyete uza-
nan eserlerine benzemeliydi: Sebiller, imarethaneler, köprüler,
kervansaraylar, hanlar, çesmeler, mekteblerle… Ecdâd kendi-
ni mezarında mütevâzî bir sekilde; fakat eserlerini cemiyetin
hizmetinde bırakmayı tercih etmisti. Onların torunları olduğu-
muzu iddiâ eden bizlerin, onların rûhlarına tezat teşkil edecek
birtakım tesebbüslerde bulunmamız elbette düsünülemezdi.
Muhterem Ömer Öztürk, bu düsüncelerin neticesinde Fatih
Sultan Mehmed Hân’ın hatırasını yaşatacak en uygun eserin
bir Vakıf kurulması olduğuna karar verdi. Daha önceki dönem-
lerde toplanan 210 bin TL civarındaki paranın 140 bin TL’si ile
İsmail Kahraman, noter kanalıyla kendi adına vakıf tesis sene-
di hazırlamış, bakiyesi (60 bin TL civarındaki para) ise İsmail
Kahraman nezdinde kalmıştır. Muhterem Ömer Öztürk, bu va-
kıf senedini kabûl ederek hemen teşebbüslerine başlamış, ku-
ruluş hazırlığını tamamlayarak 18 Haziran 1971 günü İstanbul
mahkemenin verdiği 21 Haziran 1971 tarihli kararı ile Fatih
Gençlik Vakfı resmen tescil edilmiştir. Ağustos 1971 tarih ve
13919 sayılı Resmî Gazete’de Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün
tescilinin yayınlanmasıyla Fatih Gençlik Vakfı’nın resmen
kuruluşu tamamlanmış ve Muhterem Ömer Muhammed
Öztürk’ün MTTB Genel Başkanlığı döneminin önemli icraatları
arasına girmiştir.
(www .ramazanoglu mahmudsamiks .com )
FATİH GENÇLİK VAKFI, MTTB’NİN VÂRİSİDİR
Fatih Gençlik Vakfı kuruluşunun hemen akabinde faaliyet-
lerine başlamıştır. En önemli faaliyetlerinden biri olan Yüksek
Öğretim Öğrencilerine burs vermeye, yine aynı yılda (1971-72
Öğretim Yılı) 15 kişiye karşılıksız olarak kişi başına ayda 300
TL ve 8 ay süreli olarak başlamıştır. 300 TL ile başlayan burs
miktarı aynı dönem Nisan ayında 400 TL’ye çıkarılmıştır. 1972-
73 Öğretim Yılı’nda bursiyer sayısı 50 kişiye çıkarılmış, takip
eden yıllarda bu sayı artarak devam etmis ve kısa zamanda
150 öğrenciye ulaşmıştır. Öğrencinin hem ilmî hem de kültü-
rel gelişimlerini de dikkate alan Vakfımızın Kurucusu Muhte-
rem Ömer Öztürk’ün, maddî ve manevî gayret ve himmetleri
ile 1973 yılında 1 milyon TL civarında bir yatırımla Istanbul’un
en büyük birkaç matbaasından birine sahip olan Vakfımız faali-
yetlerini bu yönde de devam ettirmiştir. Kısa bir hesap yapmak
sûretiyle kurulusunda vakfedilen 140 bin TL’lik paranın kaç öğ-
renciye ne kadar zamanda burs olarak dağıtılabileceği ortaya
çıkar. Buna rağmen her yıl hem öğrenci sayısı hem de burs mik-
tarının artarak devam etmesi, bunun yanında ayrıca döneminin
ilk beşi arasında gösterilen matbaa işletmesinin kuruluşu için
yapılan yatırım da ancak Vakfın kurucusu olan Muhterem Ömer
Öztürk’ün gayret ve himmetleriyle mümkün olmuş ve olmaya
devam etmektedir.
1980 ihtilali ile faaliyeti durdurulan MTTB’nin 1986 yılında
İstanbul Valiliği tarafından fesh edilmesi neticesi tüzüğünde
bulunan “Fesih hâlinde tüm mal varlığı Fatih Gençlik Vakfı’na
devredilir” maddesi geregince yine Istanbul 1. Sulh Hukuk
Mahkemesi’nin 12.02.1988 tarih ve 982/72 no’lu kararıyla bütün
mal varlığı Fatih Gençlik Vakfı’na devredilmiş, böylece
MTTB’nin tek vârisinin de Fatih Gençlik Vakfı olduğu karar
altına alınmıştır.
Fatih Gençlik Vakfı, kuruluşundan beri Üniversite
Gençliği’nin maddî ve ma’nevî her türlü ihtiyacına cevâb ver-
mek için,
Kurucusu Muhterem Ömer Öztürk’ün maddî ve ma’nevî yar-
dım ve himmetleri ile faaliyetlerini devam ettirmektedir.
(www .ramazanoglu mahmudsamiks .com )
MUHTEREM ÖMER MUHAMMED ÖZTÜRK’Ü
TANIYALIM
Hz. Sâmî (k.s.)’nin -tabiri caiz ise- kucağında doğmuş, onun
terbiyesinde büyümüş, hayatını Hz. Sâmî (k.s.)’ye hizmete ve on-
dan istifadeye adamış, vasiyetleri üzere techiz, tekfin işlerini ye-
rine getirmiş ve onun yolunu insanlara anlatmış ve hâlâ anlatan
manevi evlâdı ve hakiki vekili olan Muhterem Ömer Muhammed
Öztürk, kendi doğumları ile ilgili olarak şu bilgileri vermektedirler:
“13 Ağustos 1946’da Adana’nın Seyhan kazası Tepebağ
Mahallesi’nde doğdum. Seyhan kazası daha sonra kaldırıldı.
Adana’nın merkez ilçesi oldu. Nüfus kâğıdımda bu şekilde ka-
yıtlı idi. İkâmet adresimiz Tepebağ Mahallesi, Hacı Hamit Sokak,
10/67 idi.
Doğduğum sene için rahmetli peder şöyle derdi:
“Bu sene benim için büyük fütûhatlara sebep oldu. Senin
doğduğun sene Üstâdımıza bağlandık. Ona evlâd olduk. O sene
hacca gittim, işin içine rüşvet girdiği için müteahhitliği bırakmak
istiyordum, o sene müteahhitliği bıraktım, demir ticaretine başla-
dım, “Ya Rabbi kadının girmeyeceği ve alışveriş etmeyeceği bir
iş nasîb eyle” diye duâ ederdim. Hakîkaten demir ticaretinde hiç
kadın yoktu ve uzun süre bu işi yaptık.”
YÜZLERİNDE HİCÂBLA DOĞMALARI
Muhterem valideleri Hacı Hatun Anne anlatır:
“Evlâdım Ömer, yüzünde hicab olduğu hâlde dünyaya geldi.
Doğumu yaptıran ebe: ‘Senelerdir doğum yaptırırım, böyle bir
şeye şahid olmadım.’ diyerek hayrete düşer.”
Doğduklarında yüzlerinde bulunan şeffaf hicab daha sonra
teberrük için bir komşularına verilmiş ancak geri gelmemiştir.
İsimlerinin konulmasını şöyle anlatırlar:
“Elhamdülillâh ismimizi Hz. Sâmî (k.s.) koyuyor, “Ömer olsun
çocuğumuzun adı” buyuruyor. 38 sene de Cenâbı Hakk nasîb
etti beraber bulunduk. Son nefesinde de beraberdik. Kendileri
tedavi için İstanbul’da bulunduğum zamanlar muhtereme zevce-
lerine şöyle buyurmuşlardır:
”Ömer Öztürk’ün yanımda olmasını çok isterdim. Son nefe-
simde Allâh (c.c.)’dan dilerim. İnşallâh benim yanımda, başu-
cumda bulunur!”
(www .ramazanoglu mahmudsamiks .com )
MUHTEREM ÖMER MUHAMMED ÖZTÜRK’ÜN
BAZI VECİZ SÖZLERİ VE TAVSİYELERİ
mahrûm etmez.
kındır.
tir.
alıp verebilir
mak ve eve helâl rızık getirmektir.
nan kimse, âhiretteki yaşama hakkını kaybeder.
dinlenir.
leştirmektir.
(r.a.)’dir. Çünkü Nebî (s.a.v.)’in yolunda her şeyini fedâ etmiştir.
O (s.a.v.)’in sözüne uyuyorsa muteberdir.
değildir.
onu sünnete tam olarak uyarak yaşamaktır.
(s.a.v.) emreder ve biz yaparız.
veya öğretmek şarttır.
(www .ramazanoglu mahmudsamiks .com )
M.T.T.B. VE MUHTEREM ÖMER MUHAMMED ÖZTÜRK
Muhterem Ömer Muhammed Öztürk’ün Medîne’ye hicret-
lerinden önceki yaklaşık 10 yıllık dönemde, Milli Türk Talebe
Birliği’ndeki başarılarını anlatmaktan kelimeler aciz kalır.
1971’de kendilerine teklif edilen MTTB Genel Başkanlığı’nı
ilk etapta reddeden, daha sonra ma‘nevi terbiyesinde yetişti-
ği Sâhibü’z-zaman Hz. Mahmûd Sâmî Ramazanoğlu (k.s.)’un
emirleri ile MTTB Genel Başkanlığı teklifini kabul eden Muh-
terem Ömer Muhammed Öztürk, “Burası siyasi bir kuruluştur,
siyaset ise yalanla iç içedir.” tereddütünü yine o yüce Zât’ın
verdiği “Evlâdım dürüstlük en büyük siyasettir. Bu dürüstlüğe
devam etmek şartıyla ağzınıza geldiğini söyleyiniz.” cevâbıyla
aşmış, 2,5 yıla yakın MTTB Genel Başkanlığı döneminde bu
düsturun ne kapılar açtığını bize göstermiştir. 26 Mart 1971’de
genel başkan olarak yaptığı ilk konuşma, onun takip edeceği
yolun ve düsturların ne olduğunu bize göstermektedir:
“Memleketimizin içinde bulunduğu şartlar dâhilinde yüksek
tahsil gençliğine büyük görevler düşmektedir. Yarının yürütücü
kadrosu olan gençlik, bugünün sakat maarif politikası netice-
sinde, maziden kopuk, istikbali düşünebilme imkânı ve kapasi-
tesinden mahrum bir tarzda yetiştirilmektedir. Eğitimimizin millî
olması, mazisine lâyık, istikbaldeki vazifesine hazır, mukadde-
satına bağlı gençler yetiştirmek, orta tahsilden itibaren talebe-
lerle çok yakından ilgilenmek ve onları kazanmak, birer mücahit
rûhuyla yetişmelerini sağlamak, başlıca görevimiz olmalıdır.
Asırlardır yerleşmiş, ebede kadar devam edecek olan prensip-
lerin anayasam olacağına sizleri şahit tutuyorum. Seçilsem de
seçilmesem de, inandığım davanın neferi olarak, son nefesime
kadar hakka hizmet yolunda olacağım.”
1971 yılında genel başkan olan Muhterem Ömer Öztürk,
M.T.T.B.’yi hakikî gâyesini yerine getirmesi yolunda ideal bir
şekilde yöneterek, iç ve dış düşmanların bütün hücumlarına
rağmen Türkiye’ye damgasını vurmuş, memlekette estirilen
zararlı rüzgârlara kapılmayan, maneviyatı kuvvetli, bugünlerde
memleket idaresinde söz sahibi olan Müslümân Türk Gençliğini
yetiştirmiştir.
MTTB’DE FAALİYETLERİNDE GENÇLİğE
VERİLMEK İSTENENLERİN ÖZÜ:
Ömer Muhammed Öztürk, MTTB’de görev yaptıkları yıllarda genç-
liğe her şeyi Sünnet-i Seniyye’ye göre değerlendirmeyi, Sünnet-i Se-
niyye kantarında tartmağı öğretmişlerdir. Bunun da yolunun (Türkiye
Müslümânları olarak çoğunluk Hanefi olduğu için) İmam-ı A’zam’a tâbi
olmaktan geçtiğini, onun Sahabe ve Tâbiin (r.a.e.)’den alıp bütün dünya-
ya yaydığı Ehl-i Sünnet İtikadı’na ve Fıkıh ilmine sarılmakla mümkün ola-
cağını vurgulamışlardır. Bir taraftan bütün insanlara bunları anlatırken,
diğer taraftan özel sohbetlerinde de Nakşibendiyye yolunun inceliklerini,
nefis tezkiyesinin ve kalp tasfiyesinin şartlarını anlatmışlar, irfana susa-
mış gönüllerde marifet tomurcuklarının açmasına vesile olmuşlardır.
Doğruları öğretmişler yanlışlara işâret etmişlerdir.
“Doğruları öğrenirseniz, yanlışlar kendiliğinden ortaya çıkar. Yanlış-
lar öğrenilmez!” buyurmuşlardır.
“İslâm’ı öğren, yaşa; öğret, yaşat.”
Ömer Muhammed Öztürk bu dört temel umdeyi MTTB’ye Genel
Başkan olduktan sonra hep vurgulamışlardır. Kendilerinin bütün hayatı
da bu dört esasta temerküz eder. Bu dört esası şöyle açıklamışlardır:
Gavs-ı Âzam Seyyid Abdülkadir Geylani (ks.) Hazretleri buyuruyorlar
ki: “Evlâd bu dîn, defter köşelerinden, kitablardan, medreselerden değil;
hakk erenlerin ağzından öğrenilir.”
Yusuf Hamedânî (k.s.)’a sormuşlar, efendim sizin gibi hakiki bir âlime
yetişip ilim öğrenemeyenler dînlerini nasıl öğrensinler?
Hazret buyurmuş: “Öyle olduklarına inandıkları kimselerin kitaplarını
okuyup mucibince amel etsinler”
Âyetlerde (meâlen):
“Ey îmân edenler! Yapamayacağınız şeyi niçin söylüyorsunuz?
Yapamayacağınızı söylemeniz, Allâh katında şiddetli bir buğza se-
bep olur.” buyurmaktadır, bu nedenle öğrendiklerimizi yaşamak mec-
buriyetindeyiz.
3-4. YAŞADIKLARINI ÖĞRETMEK, ÖĞRETTİKLERİNİ YAŞATTIR-
MAK: Allâh ü Teâlâ bu hususta da Bakara Sûresi, Âyet 30’da meâlen:
“Hani Rabbin meleklere: ‘Muhakkak ben yeryüzünde emirlerimi
tebliğ ve infâzaya me’mur bir halife yaratacağım.’ demişti.” Buyu-
ruyor.
(www .ramazanoglu mahmudsamiks .com )
Hazret-i Sâmi (k.s.)’un hayatını manevi görevlisi ve ihvâna kı-
lavuzu Muhterem Ömer Muhammed Öztürk’ün kaleminden yayın-
lıyoruz:
1892 Yılında Adana’nın Tepebağ mahallesinde dünyâya teşrîf
eden Hazret-i Sâmî (k.s.)’un babaları Müctebâ Efendi, anneleri
Ümmügülsüm Hanımefendilerdir. Dedelerinin ismi Abdurrahmân,
büyük dedeleri İshâk ve Hüseyin Efendilerdir. Büyük Türk beylikle-
rinden Ramazânoğlu beyliğinin en son beylerinden olan Abdülhâdî
Efendinin (ki Sâmî Efendi Hazretlerinin büyük dedelerindendir)
tesbîtine göre Ramazânoğlu beyliği aslen Türklerin Oğuz boyunun
Üçoklar kabîlesindendir. Bu kabîlenin de şecereleri büyük Türk
Hâkânı Nureddîn Zengî (Şehîd) vasıtası ile Seyfullâh Hz. Hâlid bin
Velîd (r.a.)’e dayanır. Efendi Hazretleri kendi ifâdeleriyle doğumları-
nı şöyle nakletmektedirler:
“-Benim doğumum (1308) târihindedir: Adana’da Vakıfsarayı’
ndadır. Doğumumdan evvel kapıya bir zât gelmiş: “-Bu evde, yakın-
da bir doğum olacaktır, oğlan olacaktır, adını: Sâmî koyunuz; hayırlı
bir insan olacaktır.” diyor, gidiyor. Bir müddet sonra doğum oluyor,
oğlan oluyor. Adı: “Mahmûd Sâmî” konuyor. Sonra o zât tekrâr geli-
yor. Oğlan doğduğunu söylüyorlar. Adının da “Muhammed Mahmûd
Sâmî” konulduğunu öğrenince: “-Sandıktaki emânetimi veriniz!” di-
yor. Ona benzer bir emâneti veriyorlar: “-Bu değil; esâs sandıktaki
bana âid emâneti veriniz!” diyor. Veriyorlar. Memnûn oluyor. Duâ
edip gidiyor.” Efendi Hazretleri bu ma‘lûmât hakkında:“-Bunu kay-
dediniz. Mühimdir. Gelen zât, boş değildir. Bunları olduğu gibi sen
kaydet. İleride neşredilir. İyi olur. Hayırlı olur.” diye buyurdular.
Not: Bu ma‘lûmât, Muhterem Ömer Kirazoğlu (Rh. Aleyh)
Ağabey’in kendi el yazısı ile not defterinden alınmıştır. Metinden
Hazretin ism-i şerîflerinin tam olarak “Muhammed Mahmûd Sâmî”
olduğu öğreniliyor. Hazretin 6 Kasım 1937de kendi el yazılarıyla,
latince olarak, “Kadastro ve Tapu Tahrîrine Mahsûs Beyânnâme”de,
sâdece “Sâmî” ismini ve imzâsını kullandıklarına ve nüfus cüz-
danlarında da sâdece “Sâmî” ismini kullandığına göre, tam ism-i
şerîflerinin kullanılmaması o devirdeki birtakım yasakları akla ge-
tirmektedir. Bu “Beyânnâme”de, Hazretin doğdukları ev Seyhân
vilâyeti, Adana kazâsı, Kayalıdağ mahallesi, Sabuncu Abdullâh so-
kağı olarak belirtilmiştir ki burada da isimler değiştirilmiştir. Hazretin
doğdukları evin bulunduğu mahalle en son Tepebağ adını almıştır.
Bu sünnete uygun hayat günümüz insanlarının ancak ör-
neklerini kitâblarda görebildiği bir şekilde tam 96 yıl devâm
etmiştir. Doğumlarından dâr-ı bekâya intikâllerine kadar gece-
siyle, gündüzüyle, harekâtı ve sekenâtı ile günün 24 saatinde
sünnet-i seniyyeye; Hazret-i Abdullâh ibn-i Ömer radıyallâhu
anhümânın dediği gibi ve Pîr Efendimiz Hazretlerinin de mıs-
ralaştırdığı şekilde: “Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve-
sellem Efendimiz Hazretlerinin eşiğinde aklı kurbân ederek” ka-
tıksız, tam teslîmiyetli bir sünnet tatbîkâtıdır bu mübârek hayat!
İşte kerâmeti maddî ve ma‘nevî olarak ikiye ayıran
Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin: “Esâs kerâmet ma‘nevî
kerâmettir; o da yirmi dört sâatin tamâmını Resûl-i Ekrem
sallallâhü aleyhi vesellem Efendimiz Hazretlerinin sünnetine
uygun olarak geçirmektir. Bizce makbûl olan da budur.” dediği
ma‘nevî kerâmetler manzûmesidir Hazret-i Sâmî (k.s.) Efendi-
mizin asırlık ömürleri.
Muhyiddîn-i Arabî hazretleri: “Ehlullâh kendilerinden
kerâmet zuhûr etmesini kadınların hayız ve nifas hâli gibi gö-
rürler.” buyuruyor. Bütün hayatlarında buna son derece dik-
kat eden Efendimiz (k.s.) Hazretleri bir sohbetlerinde (1970’li
yılların ikinci yarısında Erenköy’de bir evde) Abdü’l-Kâdir-i
Geylânî hazretlerinin kendisini yardıma çağıran Adana’nın
Misis nâhiyesinin Abdoğlu köyünden bir Ermeni çocuğunun
hayvanına, düşen çuvalları biiznillâh yüklemesine âid kıssayı
anlatırken, son derece sâf ihvânlardan Merhûm Dr. Bahâ Bey,
ayağa kalkarak:
“- Vallâhi bu Zât, asrın Abdü’l-Kâdir-i Geylânî’sidir, ne za-
man sıkışıp yetiş yâ Hazret-i Sâmî desem bu Zât’ın himmetiyle
biiznillâh her müşkülüm hallolur.” diye bağırınca, Sâmî (k.s.)
Efendimiz Hazretleri mu‘tâdlarını bozarak yeni başlamış olan
sohbeti “el-Fâtiha” diyerek bitirip, fakîre dönerek:
“-Arabayı hazırlayın” buyurdular ve sohbeti yarıda bırakıp,
ev sâhibinin yapacağı ikrâmı da: “-İkrâmınızı kabûl ettik, Allâh
(c.c.) râzı olsun” diyerek yemeden oradan ayrıldılar.
İşte kendilerine karşı sırrı fahş edip kerâmetlerini açığa vu-
rana verdikleri kendi üslûblarınca en ağır ders.
Bütün hayatı manevî kerâmet (ya‘ni istikâmet) olan Efen-
dimiz Hazretleri, kendilerinden sâdır olan kerâmetleri böylece
saklamamızı bize öğretmiş oluyorlardı. Böylece kerâmetin
matlûb olmadığını, zuhûrunun o kişilere Allâh (c.c.)’ün rahme-
ti olduğunu anlatmış oluyorlardı. Buna da hamdetmek lâzımdı
ve hemen takılmadan istikâmet üzere Hakk yola devâmı öğ-
retiyorlardı. Böylece inkılâb kâbiliyetini hâiz olan kalbimiz
hakîkî ve tek matlûb olan Allâh (c.c.) ile olacaktı. Ağyârdan
ictinâb gerekliydi. İşte kalbin hâllerini anlatırlarken verdikleri
bir misâl:
“Bukâlemun denilen, Türkçe adı “bahtabakan” kertiş cin-
sinden kuyruğu ile dala sarılan bir hayvan vardır. Çocuklu-
ğumuzda, bu boz renkli hayvanı tutar, erkeklerin o zaman
kullandığı kırmızı renkli, püsküllü, kalıba konan feslerini onun
üzerine koyardık. Kısa bir süre sonra fesi kaldırdığımızda,
bukalemunun kıpkırmızı olduğunu görürdük. Biraz açıkta ka-
lınca eski boz rengine avdet ederdi. Yine kadınların başını
örttüğü siyah renkli yağlığı (başörtüsünü) alır bukalemunun
üzerine örterdik. Bir müddet beklettikten sonra başörtüsünü
açtığımızda hayvanın renginin siyahlaştığını müşâhade eder-
dik. Biraz sonra asıl rengine avdet ederdi. İşte bir hayvan-
da bu derece bulunduğu yere intibâk kâbiliyyeti olursa; ya
kalbimizi nasıl muhâfaza etmemiz gerekir; teemmül edelim”
buyururlardı.
Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Cenâb-ı Hakk, sizin kalıbını-
za değil; kalblerinize nazar atfeder.” Kalb nazargâh-ı İlâhî’dir;
ona göre dikkat etmeliyiz. Yine buyuruyorlar: “Gençliğim-
de dergâhta hâl ehli, ehl-i keşiften Âdil Beğ bana: “-Sâmî
evlâdım, münâsebette bulunduğun kişilere çok dikkat et,
sakın kasvetli kimselerle karşı karşıya oturma. Bir defa Aya-
sofya câmiinde mevlid dinliyordum; bir de baktım letâiflerim
durmuş. Karşımda diz dize oturduğum adamın kalbi hasta
imiş (ya‘ni katı). Letâiflerimi üç günde zor çalıştırdım.” dedi.
Câmiide mevlid dinleyenin kalbinden bu in‘ikâs olursa ona
göre dikkat edelim.”
Gönüller sultânı Hazret-i Sâmî (k.s.), kalbin Kur’ân-ı
Kerîm’de beş sınıf olarak beyân edildiğini anlatırlardı. Ez-
cümle: 1- Ölü kalb, 2- Hastalıklı kalb, 3- Gâfil kalb, 4- Zâkir
kalb, 5- Ma‘nen diri (hayy) kalb.
Kalbimizi her türlü hastalık ve tehlikelerden koruyacak bi-
rinci şartın zikru’llâha devâm olduğunu her defasında tekrâr
tekrâr beyân buyururlardı. Bunun da, az yiyip oruç tutarak ve
şartlarına riâyetle yapılırsa netice hâsıl olacağını bildirirlerdi.
Çünkü kul, hadîs-i şerîfte beyân buyurulduğu üzere:
“Kişi kalben zikre muvaffak olursa şeytân me’yûs olarak
geri çekilir; zikirden gâfil olursa kalbe yeniden girer.”
“Allâh azîmüşşânı kalben zikreden ile zikretmeyenin farkı
cesed dirisi ile ölüsünün farkı gibidir.” buyururlardı. Bu yüz-
den insanlar, kendilerini Allâh (c.c.)’yü ve O’nun zikrini ha-
tırlatanlarla berâber olmağa çağrılıyordu. Tevbe sûresinde
Cenâb-ı Hakk: “Ey îmân edenler, Allâh’tan korkun da sâlih
ve sâdıklarla beraber olun.” diye emrediyor. Sâlihlerden bu
dünyâda istifâde olacağı gibi kabirde ve mahşerde de istifâde
olunacağını tefsîr ve hadîslerden misâllerle anlatırdı, Hazret-i
Sâmî (k.s.).
Bu husûsta kendilerine âid şu menkîbeyi anlatırlardı:
“Çocukluğumda kız kardeşim yürüyemiyordu. Yakınlarımız
Pozantı’ya yakın bir köyde Kaplanca Dede adlı bir zât var;
kızı ona götürün; inşâallâh onun vesîlesi ile Allâh (c.c.) şifâ
verir dediler. Ben, annem ve kız kardeşim o zâtın türbesine
gittik. Geceyi orada geçirdik. Gece bir ara kız kardeşim bağı-
rarak uyandı. Annem: “- Kızım ne var, ne oldu, niye bağırdın?”
dedi. Kız kardeşim:
“- Anne şu kabirdeki dede kalktı, geldi benim kalçamın
üzerine oturdu” dedi. Bu hâlden sonra yürüyemeyen kız kar-
deşim Allâh (c.c.)’ün izni ile ayağa kalktı yürüdü. Ömrü bo-
yunca da bir daha ayağı ağrımadı.” İşte sâlihlerden biiznillâh
“kabirdeki istifâde.”
Not:Yazının devamı 1-5 Mart tarihlerindedir.
)www .ramazanoglu mahmud sami ks .com (
ALLAH DOSTLARINA DÜŞMANLIK EDEN
ALLAH’A DÜŞMANLIK ETMİŞ OLUR
Ebû Hureyre (r.a) den rivayet edilir:“Allah Teala ve
tebâreke hazretleri buyuruyor ki: Benim evliyâma
adâvet (düşmanlık) eden kimseye ben muhakkak
îlan-ı harb eylerim.”Yani benim dostluğumda ve koru-
mamda bulunan her vakit taat ve ibadet ile meşgul olan
has kullarıma, evliyama kim ki, düşmanlık ve onlara eza
ve cefâ ederse o kimse bilmiş olsun ki ben onunla sava-
şırım ve onu mahv u helâk eder ve sonra da azâba uğ-
ratırım ve onlara muhabbet eden kimseye de muhabbet
eylerim, demektir.
“Hiçbir kul ona farz etmiş olduğum şeyden ziyâde
sevgili bir şey ile bana mukarreb (yaklaştırılmış ya-
kın) olamamıştır.” Yani farzları hakkıyla eda eden ve
yasaklardan kaçınan kimse veliyullah ve Allah (c.c.)‘a
manevi yakınlığa erişir, demektir. Ve benim bazı kullarım
farzların edasıyla beraber nafileleri dahi yapmaya de-
vam eder. Ta ki ben ona muhabbet ederim. Onu severim.
Artık ben ona muhabbet edip ben onu ziyâde sevdikten
sonra ben o kulumun sem’i (Allah’ın (c.c.) insanlar gibi
zamana, âlete muhtaç olmayarak her şeyi işitmesi ve
duyması) olurum, öyle sem’i o her işitilecek şeyi o sem’i
ile işitir ve dahi ben o kulumun basarı (Kendi şânına lâyık
bir vecih ile Cenâb-ı Hakk’ın “görme sıfatı”dır. Kâinatta
hiçbir şey O’nun görmesinden hâriçte kalamaz) olurum
ki, kulum her görülecek her şeyi o basar ile görür.
Ve ben o kulumun ayağı olurum ki kulum her yerde
onunla hareket eyler ve eğer kulum benden bir şey sual
ederse hakkaki derhal ben ona o şeyi ita eylerim ve ku-
lum korkulan şeylerden, şeytandan vesaireden bana sı-
ğınırsa herhalde ben onu muhafaza eylerim
( Hz.Mahmud Sami Ramazanoğlu (k.s.) Musâhabe 3 s.21-22)
Hz. Mahmud Sâmi (k.s.)’un hayatını manevi vazifelisi ve
ihvana kılavuzu Muhterem Ömer Muhammed Öztürk’ün kâle-
minden yayınlamaya devam ediyoruz:
Hz. Sâmi (k.s.), sâlih dostların birbirlerine olan
yardımlarının Kıyâmet günü de devâm edeceğinin tefsîrde
beyân edildiğini sohbetlerinde sık sık anlatırlardı:
Kıyâmet günü hesâba çekilen bir kulun seyyiâtı hasenâtına
denk geliyor. Meselâ, 1000 seyyiesi (günâhı) varsa 1000 de
hasenesi (sevabı) var. Cenâb-ı Hakk Azze ve Celle Hazretleri
o kuluna anne babana git bir hasene iste, verirlerse bana ge-
tir seni cennete dâhil edeyim diye buyuruyor. O kul Mahşer
gününün o sıkıntılı anında Allâh’ın lûtfu ile anne ve babasını
bulup durumunu onlara anlatıyor. Onlar da evlâdım bugünkü
günde biz kendimizi kurtaramadık ki sana bir faydamız olsun;
sana bir şey veremeyiz diyorlar. O eli boş olarak, mahzûn bir
hâlde Hakkın huzûruna varıyor. Annem babam bana bir şey
vermediler yâ Rabbi diye durumu arz ediyor. Bunun üzerine
Hakk Te‘âlâ ve tekaddes hazretleri o kuluna:
“Senin dünyâ hayatında benim rızâm için sevdiğin bir dos-
tun yok mu idi?” diye soruyor. Cenâb-ı Hakk kulunun o anda
hâtırına getiriyor ve evet yâ Rabbi, filân kulun ile biz dünyâ
hayatında senin rızân için sevişirdik (birbirimizi karşılıklı
severdik) diyor. Allâh (c.c.)’un lûtfu ile o dostunu bulup duru-
munu ona anlatıyor. Kardeşi cevâben diyor ki:
“Ey kardeşim, ne kadar hasene istersen alabilirsin. Ben
kendimi kurtaramadım, bâri sen kendini kurtar” diyor. Hesâb
veren kul, Cenâb-ı Hakkın huzûruna sevinçle geliyor ve du-
rumu arz ediyor. Bunun üzerine Sübhân olan Rabbimiz:
“Yâ öyle mi; o böyle bir ızdırâblı gününde kardeşine
acıyarak hasene veriyor; bense Cevvâdü Kerîmim, Erhâ-mü’r-
Râhimînim, her ikinizi de affettim” buyuruyor.
Ne büyük tebşîrât-ı ilâhî. El-hamdü li’llâhi rabbî’l-‘âlemîn.
Allâh (c.c.) cümlemize rızâsı için sevişmeyi nasîb etsin
(Âmîn).
İlk, orta ve lise tahsîlini Adana’da tamâmlayan Hz. Sâmî (k.s.)
yüksek tahsîlini İstanbul’da yaparlar. Hukuk Fakültesini birin-
cilikle bitiren Hz. Sâmî (k.s.) bu arada bir müddet Gümüşhâneli
Dergâhı’na devâm ederler. Bu sırada Bâyezıd dersiâmlarından
Rüşdü Efendi (Eski Beşiktaş müftüsü Merhûm Fuat Çamdibi
Hocanın babası): “Sâmî Evlâdım, gel seni Şeyhülmeşâyih Es‘âd
Erbilî Hazretlerine götüreyim.” der. Bu teklifi kabûl eden Efendi
Hazretleri, Rüşdü Efendi ile berâber Kelâmî Dergâhı’na giderler.
Bu ilk karşılaşmanın devâmını kendileri şöyle anlatıyorlar:
“Üstâdımızın huzûruna varıp ellerini öptük. Rüşdü Efendi
Hoca: -Üstâdım bu getirdiğim genç Gümüşhâneli Ahmed Ziyâed-
din Efendi’nin evlâdlarından Adanalı Sâmî Efendi, deyince; birden
Üstâdımız Es‘âd Efendi Hazretleri: “Hayır! O bizim evlâdımız”
buyurdular. Ve orada devâm ettiğim evrâdın ne olduğunu sordu-
lar. Günde beşbin zikrullâh, bir cüz Kur’ân-ı Kerîm tilâveti, Delâil-i
Hayrât diye cevâb verdim. -Evlâdım hastalık nerede ise tedâviye
oradan başlamak lâzım, bu yüzden şimdilik bunları terk edip kalbî
zikre başlayacaksın buyurdular ve Fakîre inâbe verdiler.”
Akarsu deryâya kavuşmuş; su mecrâını bulmuştu. Cenâb-ı
Hakk’ın lûtfu inâyeti ile Hz. Sâmî Efendimiz bir kaç ayda seyr u sül-
ûkunu ikmâl buyurdular. Daha önce iki yıl devâm edilen dergâhta
olmayan tecellî burada bir kaç ayda olmuştu el-hamdü li’llâh. Kısa
sürede icâzet ve mutlak hilâfet alan Efendimiz Hazretleri mürşid-i
kâmilin görevine âid şu kıssaları naklediyorlar: “Gençliğimde
dergâha devâm ediyordum. Orada vazîfesi müntesiblerin
ayakkabılarının tozunu almak olan bir dervîş vardı. Bir gün onun
elindeki bezi aldım, pertavsızın (mercek) altına tutarak bir müddet
güneşin altında tuttum. Güneşin harâretinin pertavsız vasıtasiyle
bezin üzerine teksîf edilmesi ile bez tutuştu ve yanmağa başladı.
Dervîş hayretler içinde kaldı.
İşte mürşid-i kâmil, iki cihânın Serveri ve Rahmet Güneşi
Nebî salla’llâhu ‘aleyhi ve sellem Efendimiz’den aldığı nûru
müntesiblerden müsâid kimselerin kalblerine teksîf edip, o nûr-ı
Muhammedî (s.a.v.) ile kalbleri diriltip kemâle erdiren kişidir, bi-
zni’llâh. Mürşid-i kâmil çobana benzer; çoban dağda koyunları
otlatırken bacağı kırılanı orada bırakır mı? Sırtına atıp ağıla kadar
getirir. Mürşid-i kâmil de hiç bir evlâdını bırakmaz ve terk etmez
bi-izni’llâh.
Mürşid-i kâmilini bulan ve Zât-ı ‘Âlîlerinin onun ifâdesi ile
“Eyyâm-ı şebâbını şerîat-ı mutahhare ve tarîkat-ı ‘âliyye hizme-
tinde” geçiren Hazreti Sâmî Efendimiz ma‘nevî mertebeleri hızla
aşıyorlardı. Bu yolda kendi ifâdeleri ile ihlâs ve tam teslîmiyet
şarttı. Ölünün yıkayıcısına teslîmiyeti gibi mürîd de mürşîdine
teslîm olmalıydı ki bi-izni’llâh neticeye ulaşsın.
Kendileri anlatıyorlar: “Allâme Taftazânî hazretlerinin tale-
belerinden biri bir şeyhe intisâb etmiş. Bu talebeden hocasının
huzûrunda hikmetli kelâmlar sâdır olmuş. Hocası: “-Evlâdım,
bunları ben sana öğretmedim; sen bunları nereden öğrendin?”
diye soruyor. Talebe: “-Efendim ben bir şeyhe intisâb ettim; zikir
çekiyorum, doğuş oluyor ve böylece hikmetli konuşuyorum.” di-
yor. Bunun üzerine ‘Allâme Taftazânî hazretleri: “Oğlum beni de
şeyhine götür”; diyor. Kendileri de aynı şeyhe intisâb ediyorlar.
Fakat ya teslîmiyet yok veyâ nasîbi yok aynı tecelliyâtlar kendile-
rinde zuhûr etmiyor, aynı istifâde olmuyor.
Sâmî Efendimiz Hazretlerinin bu anlattığı kıssadan çıkan
hükme göre nasîbi olan müsta‘îd kişiler mürşid-i kâmili bulup ona
tam olarak teslîm olurlarsa bi-izni’llâh neticeye ulaşır, ma‘nevî
mertebelerde hızla ilerleyerek kemâle ererler. Bunların hepsi
kendilerinde bi-izni’llâh mevcûd olan Hazreti Sâmî (k.s.) kısa za-
mânda icâzet alırlar, irşâdla görevlendirilirler.
Kelâmî Dergâhı’ndaki hizmet günlerine âid Adapazarlı
Pehlivân Efendi şu hâtırayı anlatır: “Adapazarı’ndan on
arkadaşımla berâber Es‘ad Efendi Hazretlerinin ziyâretlerine git-
tik. Sohbet esnâsında tekkeye dâhil olmuştuk. İçerisi kalabalık
olduğundan dışarıda oturuyor, Es‘ad Efendi Hazretlerinin kend-
ilerini göremiyor, sâdece seslerini işitiyorduk. İlk defa sohbetlerine
gelmenin heyecânı içindeydik. Sohbet sırasında ihvân arasında
genç bir zât dolaşıp hizmet ediyordu. “Bu genç orada dolaşmasa
o zamân dikkatimiz dağılmaz, daha çok istifâde ederdik.” diye
içimden geçirdim. Sohbet biter bitmez Es‘ad Efendi Hazretleri: “-
Adapazarlı Pehlivân Efendi ve on arkadaşı buraya gelsin!” dedi-
ler. Hâlbuki bizi hiç tanımıyorlar ve geldiğimizi de görmemişlerdi.
“- Sâmî evlâdımız hakkında sû-i zan ettiniz, helâllık alın.” buy-
urdular. Affımızı taleb edip böylece bu iki Zâtı ve aralarındaki
derûnî muhabbet ve bağı öğrenmiş olduk. El-hamdü li’llâh.
Üstâdına olan bu muhabbet ve bağlılığını dâimâ arttırarak
devâm ettiren Hazreti Sâmî Efendimiz bütün gün ve gecelerini
hizmet yolunda geçirdiler. Dergâhın temizliğinden ihvânın her
türlü hizmetlerine varıncaya kadar her an Sâmî Efendimiz,
yatalak hasta olan ihvânın da her türlü hizmetlerini seve seve
yaparlardı. Hazret-i Es‘âd Erbilî Efendimizin: “Mâ‘nen bizimle
aynı mertebededir, lâkin bu vazîfe bize verildi” diye ta‘rîf et-
tikleri Hüseyin Efendi Hazretleri yatalak olunca: “Bu Zâtın hiz-
meti için kim tâlib olur?” diye ihvâna sorarlar. Hemen Sâmî
Efendimiz o Zâtın hizmetlerine koşarlar. Defi hâcetleri dâhil
her hizmetlerini uzun müddet seve seve görürler. Nihâyet
bu hizmetleri sonunda Hüseyin Efendi Hazretleri: “-Evlâdım,
Cenâb-ı Hakk’a niyâz ediyorum; Allâhü ‘azîmüşşân bize ihsân
ettiklerini fazlası ile sana ihsân etsin!” diye duâ buyururlar.
Dünyâ hayatını Nebî-yi Ekrem (s.a.v.) Efendimiz’in
buyurdukları gibi: “Benimle dünyânın misâli ağaç altında
bir mikdâr dinlendikten sonra yoluna devâm eden yolcunun
hâline benzer” diye ana rahmi ile kabir arasında bir sefer
olarak görürdü; Hz. Sâmî Efendimiz. Ve bunu uzun bir ömürde
her an tatbîk ettiler. “Bir yabancı âlim, Fakire kendilerinin hâl
ve kelâmlarından sordular. O anda hâtırıma gelen şu hâllerini
anlattım:
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz: “-Seferden döndüğünüzde
hanımlarınızın yanına haber vermeden girmeyiniz,” buyuruy-
orlar. Hz. Sâmî (k.s.) hayatı bir sefer olarak gördüğü için her
yerinden kalkmalarını bir sefer kabûl ediyorlardı. Abdest almak
için lavaboya her gidişlerinde yol zevcelerinin odasından geçi-
yordu. Yarım asırdan fazla süren evlilik hayatlarında bıkmadan,
usanmadan, seve seve her defasında zevcelerini haberdâr ed-
erlerdi. O’nun “Efendi buyur!” diye sesini duyunca odaya girer
ve diğer tarafa geçerlerdi. Bu hâl altmış küsûr yıl günde en az
on defa devâm etti” deyince yabancı ‘âlim ayağa kalkarak: “-Bu
zât Sâhibü’z-zamân’dır. Onun dışında hiç bir velî sünnet-i seni-
yyeyi bu kadar derin ve ihâtalı anlayıp tatbîk edemez, ancak o
yapabilir” dedi. El-hamdü li’llâhi rabbi’l-‘âlemîn.
Hayatının tek gâyesi Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz Haz-
retlerinin sünnetine uymak ve onu ihyâ etmek olan Hz. Sâmî
Efendimiz; daha önceki kitâblarda: “Kılıcı boynunda asılı Pey-
gamber” olarak tarîf edilen (s.a.v.) Efendimiz’e bu husûsta da
ittibâ edip gazâya iştirâk ederek “Gâzî” olmuşlardı.
Bu husûsu kendileri şöyle anlatıyorlardı: “-Birinci Cihân
harbinde Osmânlı ordusunda levâzım subayı olarak vazîfe
gördüm. Alayımız Edirne’de vazîfe görüyordu. Açlık ve kıtlık
son derece şiddetli idi. Askerlerimizin uzun süre yiyecek bula-
madıkları oluyordu. Bu yüzden askerler ellerinin yetiştiği yere
kadar kavak ağaçlarının kabuklarını yolarak onları çiğniyorlar
ve böylece açlıklarını bir nebze olsun gidermeğe çalışıyor-
lardı.
Hz. Ebû Bekir es-Sıddîk (r.a.) Efendimizin: “Cihâdı terk
eden millet zillete düçâr olur.” sözünü bütün talebelerine
ezberleten Hz. Sâmî (k.s.) Cenâb-ı Hakk’ın: “Niçin yapama-
dığınızı söylüyorsunuz?” Kavl-i şerîfini de bize kendileri ya-
şayarak öğretiyorlardı. Yaşayarak, tatbîk ederek bize cihâdı
öğretiyorlardı. Harbe iştirâk ederek Gâzî olmuşlar, ve ömür-
leri boyunca İslâm için kılıç sallama arzusu ile yaşamışlardı.
Mübârek ömürleri doksanı bulduğunda dahî sohbetlerinde
Uhud harbinde Amr ibn-i Sâbit (r.a.)’in müslümân oluşunu an-
latırken; onun lâkabını: “Asram lâkabı ile mülakkab; keskin
kılıç saldırıcı, diye tarîf ederken oldukları yerde dizleri üzerine
doğrularak ellerini havaya kaldırarak elindeki kılıcı ile derhâl
düşman üzerine saldıracakmış gibi olan hâlleri ancak görül-
mekle anlaşılabilirdi. Yaşıyor; ondan sonra anlatıyorlar; anla-
tırken de o hâli aynen yaşıyorlardı. Hayatı cihâddı Hz. Sâmî
Efendimizin. Ömür boyu cihâd… Ve bu cihâdı elinde silâhı
gazâda da yaşamış ve Gâzî olmuştu Hz. Sâmî (k.s.).
Ve nefe‘ana’llâhü Te‘âlâ bi şefâatihi, Allâh (c.c.) cümlemizi
O’nun muhabbetini hakkı ile yaşayıp öylece haşrolanlardan
eylesin (Âmîn). Bi hurmeti seyyidi’l-enbiyâ-i ve’l- mürselîn
salla’llâhu Te‘âlâ aleyhi vesellem.
(www .ramazanoglu mahmudsamiks .com )
Ömer Muhammed Öztürk, Hz. Sâmi’nin (k.s.) tabiri câiz ise
kucağında doğmuş, O’nun terbiyesinde büyümüş, hayatını
Hz. Sâmi’ye (k.s.) hizmete ve O’ndan istifadeye adamıştır. Hz.
Sâmi’nin (k.s.) yolunu devam ettiren, manevî evlâdı ve hakiki veki-
lidir. Hz. Sâmi’nin (k.s.), Muhterem Ömer Muhammed Öztürk hak-
kında zaman zaman ihvanın huzurunda söylediği sözleri buraya
almak istiyoruz:
Hz. Sâmi (k.s.), 1976’dan 1984’e kadar zaman zaman şöyle
buyurmuşlardır: -Ömer Öztürk benim en emin ihvanımdır.
Medine -i Münevvere’de de müteaddit defalar aynı lafızla şöyle
buyurmuşlardır:
-Ömer Öztürk benim en emin ihvanımdır. Kendisi manen va-
zifelidir.
Medine -i Münevvere’de Abdüsselam Efendi’nin evini kiraladı-
ğımızı bildirince:
-Elhamdülillah, elhamdülillah Ömer Öztürk bize komşu oldu.
Ömer Öztürk bize komşu oldu, diyerek sevincini beyan etmişlerdi.
Erenköy’deki devlethanede Mahmud’un İstanbul’a tayini esna-
sında Hacı Anne, Hazret’in huzurunda:
-Vallahi Ömer Öztürk kıyamete kadar en az Mahmud kadar bu
evin evlâdıdır, diyerek yemin ediyor. Efendi Hazretleri’ne dönerek:
-Öyle değil mi Efendi?” diye sorunca kendileri de: -Evet doğru
söylüyorsun. Öyledir, buyurmuşlardır. Elhamdülillah.
Erenköy’de yine bir gün evdeki konuşmasında defaatle:
-Ömer Öztürk manen uyanıktır, buyurmuşlardır.
Yine bir gün evde:
-Ömer Öztürk çok halisane çalışıyor. Çok vefakârane hizmet
ediyor. Allah kendisinden razı olsun. Ömer Öztürk’ün bize çok mu-
habbeti vardır. Hizmet için fırsat kollar, buyurmuşlardır.
-Hacı Anne bir gün Sami Efendi Hazretleri’ne:
-“Yahu Efendi! Devamlı her yerde Ömer, Ömer, Ömer diyorsun
ne oluyor?” diye sorunca Hz. Sâmi (k.s.):
-“Onun bize çok muhabbeti var.” buyurmuşlar. Allah, o muhab-
bet üzere haşretsin.
(www.ramazanoglumahmudsamiks.com)
ÖMER MUHAMMED ÖZTÜRK’Ü TANIYALIM
Ömer Muhammed Öztürk, 13 Ağustos 1946’da Adana’nın
Seyhan ilçesi Tepebağ Mahallesi’nde doğdu. Seyhan, daha
sonra Adana’nın merkez ilçesi haline geldi. Nüfus cüzdanında
ikâmet adresi şöyle kayıtlıydı: Tepebağ Mahallesi, Hacı Hamit
Sokak, 10 / 67.
Doğumunda babası nüfus kaydını henüz Tarsus’tan
Adana’ya naklettirmemişti.
Onun için nüfus cüzdanında doğum yeri olarak ‘Tarsus’ ya-
zılıdır.
Doğduğu seneyi rahmetli babası şöyle anlatır:
“O sene benim için büyük fütuhata sebep oldu. Ömer’in
doğduğu sene Üstadımıza bağlandık, O’nun evladı olduk. O
sene hacca gittim, işin içine rüşvet girdiği için müteahhitliği bı-
rakmak istiyordum. O sene müteahhitliği bıraktım, demir ticare-
tine başladım. Ya Rabbi haramdan uzak duracağım ve kadın-
larla muhatap olmayacağım bir iş nasip eyle, diye dua ederdim.
Hakikaten demir ticaretine girdik ve uzun süre bu işi yaptık.”
Babası, Mahmud Sâmi Hazretleri’nin (k.s.) müridi olduğu
için O’na götürüyorlar. ‘Ömer olsun çocuğumuzun adı’ buyuru-
yor ve bundan sonra da Mahmud Sâmi Hazretleri’nin (k.s.) dizi
dibinde ve onun terbiyesinde yetişiyor.
Bu kutlu başlangıçla birlikte 38 yıl süren beraberlik, Sâmi
Hazretleri’nin (k.s.) son nefesine kadar devam ediyor.
1980 yılında kaza geçirip ciğerleri yırtılınca Mahmud Sâmi
Hazretleri (k.s.), Ömer Öztürk’ü İstanbul’a tedavi için gönderi-
yor. Ömer Öztürk, İstanbul’da iken bir gün Medine’de ev halkı-
na soruyor:
-Ömer Öztürk nerededir?’ Ev halkı da:
-İstanbul’da efendim, siz gönderdiniz tedavi için, diyorlar.
-Yok, o şu anda Mekke’de bulunuyor, görev yeri O’nun Mek-
ke, diyor.
Daha sonra hastalık hali zuhur edince Hacı Anne, Sami
Efendi Hazretleti’nin ağzından şu sözlerin döküldüğünü işitiyor:
-Ömer Öztürk’ün yanımda olmasını çok isterdim. Son ne-
fesimde Allah’tan dilerim İnşallah benim yanımda, başucumda
bulunur. (Ömer Muhammed Öztürk’ün Hayatı s.)
ÖMER ÖZTÜRK VE EDEB
Edep konusunda büyükler şöyle der: “Edebe riâyet etmeyen,
sünnetlere riâyet etmeyi kaçırır, sünnetlere uymayı kaçıran farzları
ve vacipleri gereği gibi yapmaktan uzaklaşır, farz ve vacip gibi dinin
temellerinin yeterince yerine getirilememesi, kişiyi imanını kaybet-
me tehlikesine duçar eder. İmanını kaybedene binlerce vah olsun!”
O halde mutlu sona ulaşmanın ana kaynağı, daha doğrusu
başlangıç noktası edeptir. Adabın korunması işte bu sebeple bü-
yük önem arz eder.
Edep bir taç imiş nur-i Hüda’dan
Giy ol tâcı emin ol her belâdan
Mısralarının bütün ihvana ezberletilmesini emreden Hz.
Sâmi’nin (k.s.) hayrul halefi olan Muhterem Ömer Muhammed
Öztürk’ün hayatı her konuda üstün bir edep dairesi içinde geçmek-
tedir. Sohbetlerinde,
-Büyükler, İslâm’ın altıncı şartı edeptir derler. Bununla İslâm’ın
5 şartına bir şey eklemiş olmuyorlar. Ancak bu beş şartın hakkıyla
yaşanabilmesi için edep kurallarına riâyet edilmesi gerektiğini söy-
lemiş oluyorlar. İslâm edepler manzumesidir, buyurarak edepten
çok sık bahsederler.
İnce ve zarif davranışları, Muhterem Ömer Muhammed
Öztürk’ün günlük hayatında, oturup-kalkmalarında, konuşmala-
rında her zaman fark etmek mümkündür. Sahip oldukları yüksek
edep, her muamelelerinde kendisini gösterir. Kalp kırmaktan son
derece kaçınırlar, yakınındaki birinin bir hatasını söyleyebilmek için
kalbi kırılmasın, incinmesin diye senelerce bekledikleri olmuştur.
Allah Resûlü’ne (s.a.v.) karşı edepleri ise bambaşka bir dikkat
ve ciddiyetle tecelli etmektedir. Sohbetlerinde şöyle buyurmuşlar-
dır:
-Allah (c.c.) ve Resûlü’ne (s.a.v.) karşı en ufak bir saygısızlıkta
bulunulmamalıdır.
Resûlullah’ın (s.a.v.) kendisi, ebeveyni, zevceleri, çocukları,
ehl-i beyti, sahabesi için değil Resûlullah (s.a.v.) Efendimizi seven-
ler için dâhi dikkatli, edepli, temkinli ve saygılı bulunması gerektiğini
beyan etmiştir. Hz. Mevlâna Celâleddin Efendimiz, “Ya Resûlullah
(s.a.v.), ben ağzımı bin kere misvaklarım, bin kere miskle, amberle
yıkarım, yine de bu ağzı senin mübarek ismin olan Muhammed’i
(s.a.v.) anmaya layık göremem” buyurmuşlardır.
(Ömer Muhammed Öztürk’ün Hayatı s.)
ALLAH EHLİ OLANI NASIL ANLARIZ?
Allah (c.c.) dostlarıyla sık sık irtibat kurmalı ve onların
meclislerinde çok bulunmalıdır. Böyle yapmak hem din iş-
lerine güç verir hem de hayır ve berekete sebep olur. (Bu-
nun hakkında) Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
“Sana kendisi ile dünya ve ahirette kurtuluşa ereceğin,
dinini güçlendiren bir şeyi bildireyim mi? İşte o, Allahu
Teâlâ’yı ananların meclislerine devam etmendir. Yalnız
kaldığın zaman da dilini Allahu Teâlâ’nm zikriyle de-
vamlı meşgul tutmandır.” (Mişkat)
Allah ehli olanların kimler olduğunu araştırmak çok
önemlidir. Allah ehlinin alameti sünnete uymaktır. Çünkü
Allahu Teâlâ Hazretleri, kendi sevgili Peygamber’ini ümme-
tin hidâyeti için örnek olarak göndermiştir. Nitekim Kur’an-ı
Kerim’de şöyle buyurulmaktadır: (Ey Rasûlum) de ki:
“Eğer siz Allah’ı seviyorsanız bana uyunuz ki, Allah da
sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok bağış-
layıcı, çok merhamet edicidir.”(Al-i İmran-31)
Kim Peygamberimiz (s.a.v.) ‘e tam bir şekilde uyarsa,
o gerçekten Allah ehlidir. Kim sünnete uymaktan ne kadar
uzaklaşırsa, o kadar Allah’a yakınlıktan da geri kalır. Tefsir
alimlerinin yazdığına göre “Kim Allahu Teâlâ’yı sevdiğini id-
dia eder de Rasûlullah (s.a.v.) ‘in sünnetine karşı çıkarsa,
işte o yalancıdır. Çünkü sevginin usulü ve aşkın kanununa
göre, kişi birini sevdiğinde onun evini, kapısını, duvarını,
avlusunu, bahçesini hatta köpeğini ve merkebini bile sever.”
Özet olarak, bir kişinin Allah dostlarından olduğu araştı-
rıldıktan sonra, onunla ilişkileri geliştirmek, onu sık sık ziya-
ret etmek, onun ilminden istifade etmek, dinde yükselmeye
sebeptir. Aynı zamanda bu Peygamberimiz (s.a.v.)’in bir
emridir. Bir hadîste şöyle buyurulmuştur: “Cennet bahçe-
lerine uğradığınızda bir şeyler elde ediniz.” Sahabeler,
“Ya Rasûlallah, Cennet bahçeleri nedir?” diye sorunca,
“İlim meclisleridir!“ buyurdu.
(Ömer Muhammed Öztürk’ün Hayatı s.)
CÂMİÎ ŞERÎF’İ
17 Eylül 2006 tarihinde yapımına başlanmış ve yaklaşık iki yıl-
da tamamlanmıştır. Bânisi Hz. Sami (k.s.)’nun ma‘nevî evlâdı ve
ihvâna kılavuzu Muhterem Ömer Muhammed Öztürk’tür.
23.5 x 28.5 metre ebadında bir alana yerleşmiş, dört ana ko-
lon üstüne tek ana kubbe ve etrafında dört yarım kubbe şeklinde
inşâ edilmiştir. Câminin külliye şekline getirilmesine devâm edil-
mektedir. İstanbul’un Pendik ilçesine bağlı Yenişehir mahallesinde
bulunan cami; Yavuz Sultân Selîm Câmii gibi Osmanlı mîmârîsinin
ince estetiğini açığa çıkaran bir eser olmuştur.
Caminin kendi adına yapıldığı Zât hakkında Kitâbe’de şöyle
denilmektedir: “Silsile-i aliyye-i Nakşîbendiyye’nin otuz üçüncü
postnişînleri olup silsile-i aliyyenin otuz ikinci postnişîni Şeyhü’l-
meşâyîh es-Seyyid Muhammed Es‘âd Erbilî kuddise sirrûh haz-
retlerinin hâlîfelerindendirler. Hazret-i Zât-ı akdes’in şecere-i
mübârekeleri, Ramazanoğlu Beğliği’nden Hz. Seyfullâh Hâlid bin
Velîd (r.a.)’e uzanır. Hicrî 1308’de Adana’da dünyâyı teşrîf eden
Zât-ı âli-kadrleri, 1404’te Medîne-i Münevvere’de irtihâl-i dâr-ı
bekâ eylediler. Kabr-i şerîfleri Cennetü’l bakîde ziyâretgâhtır.
Ulemâ-yı İslâm, “Bir asırlık mübârek ömürlerinin her ânında
Sünnet-i seniyye-i Resûl-i Kibriyâ (s.a.v.)’i ihyâ eylediklerinde ve
nice yüksek makamların sâhibi; Gavs*, Müceddid**, Sâhibü’z-
zamân*** ve Câna yakın ülfet makâmının sâhibi ve asırların nâdir
yetiştirdiği bir Zât-ı akdes olduklarında” ittifâk-ı ârâ eylemişlerdir.”
Allâhü Te‘âlâ yollarına ve şefâatlerine cümlemizi dâhil eylesin.
Âmîn.
*Gavs: Yardım etmek, imdada yetişmek demektir. Bunun yeri-
ne “kutub” da kullanılır. En yüksek ma’nevî makamdır. Allah (c.c.)
onların duası sebebiyle gelmesi muhtemel belâları def eder.
**Müceddid: Her asır başında geleceği Nebi (s.a.v.) tarafından
müjdelenen, dinin yüksek hâdimleridir. Kendilerinden ve yeniden
bir şey ortaya çıkarmazlar, yeni ahkâm getirmezler. İslâmî hüküm-
lere harfiyen uyarak dinin aslını ortaya koyarlar ve ona karıştırıl-
mak istenilen bid’atleri def ederler.
***Sâhibü’z-zamân: Zamanın etkisinden kurtulmuş; geçmiş,
gelecek düşüncesinden sıyrılmış, ân-ı vâhidi yakalayan ve onu
sürekli yaşayan kişidir. O, bu durumuyla zamanı aşmıştır.
KURULUŞUNUN 96. YILINDA MTTB
Allâh (c.c.)’nun “O günler (öyle günlerdir ki) biz onları insanlar
arasında döndürür dururuz” (Âl-i İmrân s. 140) âyeti hükmünce
takdîr ettiği 700 yıllık ömrünü, Dîn-i Mübîn-i İslâm’ı yeryüzüne hâkim
kılmak için cihâdla geçiren muhteşem Osmânlı, dış güçler tarafın-
dan içerideki bazı gâfil ve hâin kimselerin kullanılmasıyla, Cihân
Harbi’ne sokulmuş ve millet ateşe atılıp küfrün eline ikrâm edilmiştir.
İçine düşülen bu durumdan memleketi kurtarmak isteyen o günkü
Dârü’l Fünûn (bugünkü üniversite gençliği) 1916 yılının ortalarına
doğru Türk Talebe Birliği’ni (TTB) kurmuşlar, ardından da birçoğu
cephelere giderek şehîd olmuşlardır.
Savaş yıllarından sonra Millî Türk Talebe Birliği, Türk Yüksek
Tahsil Gençliğini, aralarda uğradığı bazı kesintiler haricinde, başın-
daki idârecilerinin bilgi, beceri ve gayretleri oranında, dış güçlerin
ajanları vasıtasıyla estirilen kuzey ve batı rüzgarlarından korumuş,
gençliği bu memlekete sâhib çıkacak bir gençlik olarak yetiştirmeye
gayret etmiştir. Özellikle 1971 yılında Genel Başkan olan Muhterem
Ömer Muhammed Öztürk, Millî Türk Talebe Birliği’ni hakikî gâyesini
yerine getirmesi yolunda ideal bir şekilde yönetmişler ve hakîki he-
define taşımışlardır.
1971’e kadar sadece kamuoyuna yönelik ve belli mihrâkların
kontrol ve desteğindeki faaliyetlerinden öteye gidemeyen, Türki-
ye’deki güdümlü kör dövüşün bir aktörü durumunda olan MTTB,
1971’de Muhterem Ömer Muhammed Öztürk’ün Genel Başkan
olmalarıyla, siyâsi birçok kurumun MTTB’yi kendi çıkarları için
kullanmak istemesine rağmen, hiçbir mihrâkın kontrolü ve desteği
olmaksızın Türkiye’nin en güvenilir teşkilâtlarından biri olmuştur.
Gençliğin eğitimi için birbirinden değerli kurumlar, kurslar ve ensti-
tüler kurmuştur.
Muhterem Ömer Muhammed Öztürk’ün kazandırdıkları bu rûh
ve ivme ile MTTB 1980’e kadar aynı misyonunu devâm ettirmiştir.
Türkiye’de “sol”un temsilciliğini yapan bazı fikir adamlarının dediği
gibi: “Buna engel olmak için Türkiye’de bir ihtilâl yapılmıştır.”
12 Eylül 1980’de memleket idâresine el koyan askerî yönetim
tarafından faaliyetten men edilmiş, kapatılması neticesinde genç-
liğin yetişmesine yönelik sorumlulukları ve tüzüğü gereği bütün
mevcûdiyeti Fâtih Gençlik Vakfı’na devredilmiştir.
(www.ramazanoglumahmudsamiks.com)
MTTB VE UNUTULMAZ LİDERİ ÖMER ÖZTÜRK
MTTB, 1916 yılında kurulmuş, 1970’li yıllarda da asıl lideri-
ni bularak İslâm Gençiliği yetişmesine vesile olmuş bir gençlik
teşkilatıdır.
1971’de kendilerine teklif edilen MTTB Genel Başkanlığı’nı
ilk etapta reddeden daha sonra ma‘nevi terbiyesinde yetiştiği
Sâhibü’z zaman Hz. Mahmud Sâmi Ramazanoğlu’nun (k.s.) tas-
vipleri ile MTTB Genel Başkanı olmayı kabul eden Muhterem
Ömer Muhammed Öztürk, Hz. Sâmi’nin (k.s.) kendisine öğrettiği
“Dürüstlük en büyük siyasettir” sözünü düstur edinmiş, MTTB
Genel Başkanlığı yaptığı iki buçuk yıla yakın dönemde bu düstu-
run ne kapılar açtığını herkese göstermiştir.
Muhterem Ömer Muhammed Öztürk’ün Medine ‘ye hicret-
lerinden önceki yaklaşık on yıllık dönemde Milli Türk Talebe
Birliği’nde gerçekleştirdiği başarılı faaliyetlerin anlatılması bu ça-
lışmamızın sınırlarını aşarak ayrı kitaplar yazılmasını gerektirir.
26 Mart 1971 Genel Kurulu’ndan hemen sonra 31 Mart ve 7
Nisan’da birer hafta aralıklarla Basın – Yayın Müdürlüğü bünye-
sinde yapılan toplantıda Muhterem Ömer Muhammed Öztürk:
“Önce kendimizi yetiştirmeliyiz. Önce Hakk Erenlerin ağzından
ve Ehl-i Sünnet itikadına uygun kitaplardan okuyup İslâmı öğ-
renmeliyiz. Bu öğrendiklerimizi yaşamalıyız. Öğrenip yaşadıkla-
rımızı, sözümüzü dinleyecek en yakınlarımıza öğretmeliyiz ve
öğrettiklerimizi de yaşatmalıyız.” Kısa ifadesiyle: “İslam’ı Öğren,
Yaşa; Öğret, Yaşat”
Ömer Muhammed Öztürk, bu temel prensibi MTTB’ye Genel
Başkan olduktan sonra hep vurgulamışlardı ve bizzat yaşamış-
lardır. MTTB faaliyetlerinin amacı her zaman İslam’ın teâlisi,
yayılması ve İslami şuura sahip sünneti yaşayan gençlik yetiş-
tirilmesi olmuştur. Bunda da muvaffak olmuşlar, memleketimiz-
de İslam’ın yeniden neşv ü nema bulmasına vesile olmuşlardır.
Kendilerinin başkanlığından hemen önce senede birkaç faaliyeti
olan; kongresi bile üç – beş kişiyle yapılan MTTB’yi; kapatıldığın-
da Türkiye genelinde iki yüzün üzerinde şubesi olan bir kurum
haline getirmişler, Türkiye’de İslami gençlik hareketi başlatmış-
lardır.
(Muhterem Ömer Muhammed Öztürk’ün Hayatı s.)
Hazret-i Sâmi (k.s.)’un hayatını manevi görevlisi ve ihvâna kla-
vuzu Muhterem Ömer Muhammed Öztürk’ün kaleminden yayınlı-
yoruz:
1892 Yılında Adana’nın Tepebağ mahallesinde dünyâya teşrîf
eden Hazret-i Sâmî (k.s.)’un babaları Müctebâ Efendi, anneleri Üm-
mügülsüm Hanımefendilerdir. Dedelerinin ismi Abdurrahmân, büyük
dedeleri İshâk ve Hüseyin Efendiler’dir. Büyük Türk Beyliklerin’den
Ramazânoğlu Beyliği’nin en son Beylerin’den olan Abdülhâdî
Efendi’nin (ki Sâmî Efendi Hazretleri’nin büyük dedelerindendir)
tesbîtine göre Ramazânoğlu Beyliği aslen Türkler’in Oğuz Boyu’nun
Üçoklar Kabîlesi’ndendir. Bu kabîlenin de şecereleri büyük Türk
Hâkânı Nureddîn Zengî (Şehîd) vasıtası ile Seyfullâh Hz. Hâlid bin
Velîd (r.a.)’e dayanır. Efendi Hazretleri kendi ifâdeleriyle doğumları-
nı şöyle nakletmektedirler:
“-Benim doğumum (1308) târihindedir: Adana’da Vakıfsarayı’
ndadır. Doğumumdan evvel kapıya bir zât gelmiş: “-Bu evde, yakın-
da bir doğum olacaktır, oğlan olacaktır, adını: Sâmî koyunuz; hayırlı
bir insan olacaktır.” diyor, gidiyor. Bir müddet sonra doğum oluyor,
oğlan oluyor. Adı: “Mahmûd Sâmî” konuyor. Sonra o zât tekrâr geli-
yor. Oğlan doğduğunu söylüyorlar. Adının da “Muhammed Mahmûd
Sâmî” konulduğunu öğrenince: “-Sandıktaki emânetimi veriniz!” di-
yor. Ona benzer bir emâneti veriyorlar: “-Bu değil; esâs sandıktaki
bana âid emâneti veriniz!” diyor. Veriyorlar. Memnûn oluyor. Duâ
edip gidiyor.” Efendi Hazretleri bu ma‘lûmât hakkında: “-Bunu kay-
dediniz. Mühimdir. Gelen zât, boş değildir. Bunları olduğu gibi sen
kaydet. İleride neşredilir. İyi olur. Hayırlı olur.” diye buyurdular.
Not: Bu ma‘lûmât, Muhterem Ömer Kirazoğlu (Rh. Aleyh)
Ağabey’in kendi el yazısı ile not defterinden alınmıştır. Metinden
Hazretin ism-i şerîflerinin tam olarak “Muhammed Mahmûd Sâmî”
olduğu öğreniliyor. Hazretin 6 Kasım 1937’de kendi el yazılarıyla,
latince olarak, “Kadastro ve Tapu Tahrîrine Mahsûs Beyânnâme”de,
sâdece “Sâmî” ismini ve imzâsını kullandıklarına ve nüfus cüz-
danlarında da sâdece “Sâmî” ismini kullandığına göre, tam ism-i
şerîflerinin kullanılmaması o devirdeki birtakım yasakları akla ge-
tirmektedir. Bu “Beyânnâme”de, Hazretin doğdukları ev Seyhân
Vilâyeti, Adana Kazâsı, Kayalıdağ Mahallesi, Sabuncu Abdullâh So-
kağı olarak belirtilmiştir ki burada da isimler değiştirilmiştir. Hazretin
doğdukları evin bulunduğu mahalle en son Tepebağ adını almıştır.
Doğumundan i‘tibâren bütün hayatı boyunca bu müjdenin
şanlı izlerini taşıyan bu zâta “Âlî makâm sâhibi” ma‘nâsına ge-
len Sâmî ismi konur. Her hâlleri büyük, yüksek makâm sâhibi
oluşlarının dışarıya tezâhürüdür.
Hakk idâresinin kaldırılıp, halk idâresinin müslümânlara da
sevdirilmeğe çalışıldığı şu cehâlet asrında; ekseriyetin İslâm
dışı davranışlarına;
“Bugünkü şartlarda ancak bu kadar olur.” diyerek kılıf
bulup, İslâm’ın bazı şartlarda tam olarak yaşanamayacağı
iddiâsını hâlleri ile çürütüp, asra yakın ömürlerinin, doğumun-
dan i‘tibâren tamâmını, sünnete harfiyyen riâyet ederek geçirip,
İslâm, fitnenin zirveye çıktığı devirlerde bile sünnete tam olarak
ittibâ edilerek yaşanabilir ve kıyâmete kadar da yaşanacaktır
diye hayatı ile bunu isbât etmiş bir âlî kadîrdir Hazret-i Sâmî
(k.s.).
Allâh (c.c.) dostlarının büyüklerinden bir zâtın ifâdesi ile
“Asırların nâdir yetiştirdiği bir büyük velîdir” Hazret-i Sâmî (k.s.).
1950’li yılların başlarında İstanbul’a intikâllerinden son-
ra kendilerine Fahr-i Kâinat (s.a.v.) Efendimiz tarafından
“MAHMÛD” ismi verilmiş ve kendileri icâzetli halîfeleri Adanalı
Hacı Hasan Efendiye:
“-Fakire bundan sonra Mahmûd Sâmî denilmesini ihvâna
bildiriniz; bize böyle emrolundu.” diye emir gereği büyük
tebşîrâtı bildirirler.
Çocuk yaşlarında muhterem anneleri kendilerini akrânlarıyla
oynamak üzere dışarı gönderdiklerinde Hazret-i Sâmî (k.s.)
Efendimiz ellerini dizlerinin üzerine koyup “tahiyyât” oturuşun-
daki gibi oturup, uzaklara gözlerini diker, devâmlı olarak dü-
şünür, tefekkür ederler. Çünkü Allâh (c.c.)’ün Resûlü (s.a.v.)
Efendimiz, Mi‘râc’da tahiyyâtta gibi oturmuşlardı. Bu sünneti
ömürleri boyunca hep böyle sürdürdüler. Hiçbir zaman kendi-
lerini bunun dışındaki bir şekilde otururken gören olmamıştır.
“Neden arkadaşları ile oynamayıp oturduğu” sorulduğunda:
“-Biz oyun için yaratılmadık.” buyurmuşlardır. İşte Hadîs-i Şerîfi
telmîh; işte sünnete ittibâ.’
Bu sünnete uygun hayat günümüz insanlarının ancak ör-
neklerini kitâplarda görebildiği bir şekilde tam 96 yıl devâm
etmiştir. Doğumlarından dâr-ı bekâya intikâllerine kadar gece-
siyle, gündüzüyle, harekâtı ve sekenâtı ile günün 24 saatinde
sünnet-i seniyyeye; Hazret-i Abdullâh ibn-i Ömer radıyallâhu
anhümânın dediği gibi ve Pîr Efendimiz Hazretlerinin de mıs-
ralaştırdığı şekilde: “Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve-
sellem Efendimiz Hazretlerinin eşiğinde aklı kurbân ederek” ka-
tıksız, tam teslîmiyetli bir sünnet tatbîkâtıdır bu mübârek hayat!
İşte kerâmeti maddî ve ma‘nevî olarak ikiye ayıran
Muhyiddîn-i Arabî Hazretlerinin: “Esâs kerâmet ma‘nevî
kerâmettir; o da yirmi dört sâatin tamâmını Resûl-i Ekrem
sallallâhü aleyhi vesellem Efendimiz Hazretlerinin sünnetine
uygun olarak geçirmektir. Bizce makbûl olan da budur.” dediği
ma‘nevî kerâmetler manzûmesidir Hazret-i Sâmî (k.s.) Efendi-
mizin asırlık ömürleri.
Muhyiddîn-i Arabî Hazretleri: “Ehlullâh kendilerinden
kerâmet zuhûr etmesini kadınların hayız ve nifas hâli gibi gö-
rürler.” buyuruyor. Bütün hayatlarında buna son derece dik-
kat eden Efendimiz (k.s.) Hazretleri bir sohbetlerinde (1970’li
yılların ikinci yarısında Erenköy’de bir evde) Abdü’l-Kâdir-i
Geylânî hazretlerinin kendisini yardıma çağıran Adana’nın
Misis Nâhiyesi’nin Abdoğlu Köyü’nden bir Ermeni çocuğunun
hayvanına, düşen çuvalları biiznillâh yüklemesine âid kıssayı
anlatırken, son derece sâf ihvânlardan Merhûm Dr. Bahâ Bey,
ayağa kalkarak:
“- Vallâhi bu Zât, asrın Abdü’l-Kâdir-i Geylânî’sidir, ne za-
man sıkışıp yetiş yâ Hazret-i Sâmî desem bu Zât’ın himmetiyle
biiznillâh her müşkülüm hallolur.” diye bağırınca, Sâmî (k.s.)
Efendimiz Hazretleri mu‘tâdlarını bozarak yeni başlamış olan
sohbeti “el-Fâtiha” diyerek bitirip, fakîre dönerek:
“-Arabayı hazırlayın” buyurdular ve sohbeti yarıda bırakıp,
ev sâhibinin yapacağı ikrâmı da: “-İkrâmınızı kabûl ettik, Allâh
(c.c.) râzı olsun” diyerek yemeden oradan ayrıldılar.
İşte kendilerine karşı sırrı fahş edip kerâmetlerini açığa vu-
rana verdikleri kendi üslûblarınca en ağır ders.
Bütün hayatı manevî kerâmet (ya‘ni istikâmet) olan Efen-
dimiz Hazretleri, kendilerinden sâdır olan kerâmetleri böylece
saklamamızı bize öğretmiş oluyorlardı. Böylece kerâmetin
matlûb olmadığını, zuhûrunun o kişilere Allâh (c.c.)’ün rah-
meti olduğunu anlatmış oluyorlardı. Buna da hamd etmek
lâzımdı ve hemen takılmadan istikâmet üzere Hakk yola
devâmı öğretiyorlardı. Böylece inkılâb kâbiliyetini hâiz olan
kalbimiz hakîkî ve tek matlûb olan Allâh (c.c.) ile olacaktı.
Ağyârdan ictinâb gerekliydi. İşte kalbin hâllerini anlatırlarken
verdikleri bir misâl:
“Bukâlemun denilen, Türkçe adı “bahtabakan” kertiş cin-
sinden kuyruğu ile dala sarılan bir hayvan vardır. Çocuklu-
ğumuzda, bu boz renkli hayvanı tutar, erkeklerin o zaman
kullandığı kırmızı renkli, püsküllü, kalıba konan feslerini onun
üzerine koyardık. Kısa bir süre sonra fesi kaldırdığımızda,
bukalemunun kıpkırmızı olduğunu görürdük. Biraz açıkta ka-
lınca eski boz rengine avdet ederdi. Yine kadınların başını
örttüğü siyah renkli yağlığı (başörtüsünü) alır bukalemunun
üzerine örterdik. Bir müddet beklettikten sonra başörtüsünü
açtığımızda hayvanın renginin siyahlaştığını müşâhade eder-
dik. Biraz sonra asıl rengine avdet ederdi. İşte bir hayvan-
da bu derece bulunduğu yere intibâk kâbiliyyeti olursa; ya
kalbimizi nasıl muhâfaza etmemiz gerekir; teemmül edelim”
buyururlardı.
Hadîs-i Şerîf’te buyuruldu ki: “Cenâb-ı Hakk, sizin kalı-
bınıza değil; kalblerinize nazar atfeder.” Kalb nazargâh-ı
İlâhî’dir; ona göre dikkat etmeliyiz. Yine buyuruyorlar: “Genç-
liğimde dergâhta hâl ehli, ehl-i keşiften Âdil Beğ bana: “-Sâmî
evlâdım, münâsebette bulunduğun kişilere çok dikkat et,
sakın kasvetli kimselerle karşı karşıya oturma. Bir defa Aya-
sofya Câmii’nde mevlid dinliyordum; bir de baktım letâiflerim
durmuş. Karşımda diz dize oturduğum adamın kalbi hasta
imiş (ya‘ni katı). Letâiflerimi üç günde zor çalıştırdım.” dedi.
Câmiide mevlid dinleyenin kalbinden bu in‘ikâs olursa ona
göre dikkat edelim.”
Gönüller Sultânı Hazret-i Sâmî (k.s.), kalbin Kur’ân-ı
Kerîm’de beş sınıf olarak beyân edildiğini anlatırlardı. Ez-
cümle: 1- Ölü kalb, 2- Hastalıklı kalb, 3- Gâfil kalb, 4- Zâkir
kalb, 5- Ma‘nen diri (hayy) kalb.
Kalbimizi her türlü hastalık ve tehlikelerden koruyacak
birinci şartın zikru’llâha devâm olduğunu her defasında
tekrâr tekrâr beyân buyururlardı. Bunun da, az yiyip oruç
tutarak ve şartlarına riâyetle yapılırsa netice hâsıl olacağını
bildirirlerdi. Çünkü kul, Hadîs-i Şerîf’te beyân buyurulduğu
üzere:
“Kişi kalben zikre muvaffak olursa şeytân me’yûs
olarak geri çekilir; zikirden gâfil olursa kalbe yeniden
girer.”
“Allâh azîmüşşânı kalben zikreden ile zikretmeyenin
farkı cesed dirisi ile ölüsünün farkı gibidir.” buyururlar-
dı. Bu yüzden insanlar, kendilerini Allâh (c.c.)’yü ve O’nun
zikrini hatırlatanlarla berâber olmağa çağrılıyordu. Tevbe
Sûresi’nde Cenâb-ı Hakk: “Ey îmân edenler, Allâh’tan
korkun da sâlih ve sâdıklarla beraber olun.” diye emre-
diyor. Sâlihlerden bu dünyâda istifâde olacağı gibi kabirde
ve mahşerde de istifâde olunacağını tefsîr ve hadîslerden
misâllerle anlatırdı, Hazret-i Sâmî (k.s.).
Bu husûsta kendilerine âid şu menkîbeyi anlatırlardı:
“Çocukluğumda kız kardeşim yürüyemiyordu. Yakınlarımız
Pozantı’ya yakın bir köyde Kaplanca Dede adlı bir zât var;
kızı ona götürün; inşâallâh onun vesîlesi ile Allâh (c.c.) şifâ
verir dediler. Ben, annem ve kız kardeşim o zâtın türbesi-
ne gittik. Geceyi orada geçirdik. Gece bir ara kız kardeşim
bağırarak uyandı. Annem: “- Kızım ne var, ne oldu, niye
bağırdın?” dedi. Kız kardeşim:
“- Anne şu kabirdeki dede kalktı, geldi benim kalçamın
üzerine oturdu” dedi. Bu hâlden sonra yürüyemeyen kız
kardeşim Allâh (c.c.)’ün izni ile ayağa kalktı yürüdü. Ömrü
boyunca da bir daha ayağı ağrımadı.” İşte sâlihlerden
biiznillâh “kabirdeki istifâde.”
)www .ramazanoglu mahmud sami ks .com (
12 Şubat, Mevlâna Takvimi
Hz. Mahmud Sâmi (k.s.)’un hayatını manevi vazifelisi ve
ihvana kılavuzu Muhterem Ömer Muhammed Öztürk’ün kâle-
minden yayınlamaya devam ediyoruz:
Hz. Sâmi (k.s.), sâlih dostların birbirlerine olan
yardımlarının Kıyâmet Günü’de devâm edeceğinin tefsîrde
beyân edildiğini sohbetlerinde sık sık anlatırlardı:
Kıyâmet Günü hesâba çekilen bir kulun seyyiâtı
hasenâtına denk geliyor. Meselâ, 1000 seyyiesi (günâhı)
varsa 1000 de hasenesi (sevabı) var. Cenâb-ı Hakk Azze ve
Celle Hazretleri o kuluna anne babana git bir hasene iste,
verirlerse bana getir seni cennete dâhil edeyim diye buyuruy-
lûtfu ile anne ve babasını bulup durumunu onlara anlatıyor.
Onlar da evlâdım bugünkü günde biz kendimizi kurtaramadık
ki sana bir faydamız olsun; sana bir şey veremeyiz diyorlar.
O eli boş olarak, mahzûn bir hâlde Hakkın huzûruna varıyor.
Annem babam bana bir şey vermediler Yâ Rabbi diye durumu
arz ediyor. Bunun üzerine Hakk Te‘âlâ ve Tekaddes Hazretleri
o kuluna:
“Senin dünyâ hayatında benim rızâm için sevdiğin bir dos-
tun yok mu idi?” diye soruyor. Cenâb-ı Hakk kulunun o anda
hâtırına getiriyor ve evet yâ Rabbi, filân kulun ile biz dünyâ
hayatında senin rızân için sevişirdik (birbirimizi karşılıklı
severdik) diyor. Allâh (c.c.)’nun lûtfu ile o dostunu bulup duru-
munu ona anlatıyor. Kardeşi cevâben diyor ki:
“Ey kardeşim, ne kadar hasene istersen alabilirsin. Ben
kendimi kurtaramadım, bâri sen kendini kurtar” diyor. Hesâb
veren kul, Cenâb-ı Hakkın huzûruna sevinçle geliyor ve du-
rumu arz ediyor. Bunun üzerine Sübhân olan Rabbimiz:
“Yâ öyle mi; o böyle bir ızdırâblı gününde kardeşine
acıyarak hasene veriyor; bense Cevvâdü Kerîmim, Erhâ-mü’r-
Râhimînim, her ikinizi de affettim” buyuruyor.
Ne büyük tebşîrât-ı ilâhî. El-hamdü li’llâhi rabbî’l-‘âlemîn.
Allâh (c.c.) cümlemize rızâsı için sevişmeyi nasîb etsin
(Âmîn).
İlk, orta ve lise tahsîlini Adana’da tamâmlayan Hz. Sâmî (k.s.)
yüksek tahsîlini İstanbul’da yaparlar. Hukuk Fakültesi’ni birin-
cilikle bitiren Hz. Sâmî (k.s.) bu arada bir müddet Gümüşhânevi
Dergâhı’na devâm ederler. Bu sırada Bâyezıd Dersiâmlar’ından
Rüşdü Efendi (Eski Beşiktaş Müftüsü Merhûm Fuat Çamdibi
Hoca’nın babası): “Sâmî Evlâdım, gel seni Şeyhülmeşâyih Es‘âd
Erbilî Hazretleri’ne götüreyim.” der. Bu teklifi kabûl eden Efendi
Hazretleri, Rüşdü Efendi ile berâber Kelâmî Dergâhı’na giderler.
Bu ilk karşılaşmanın devâmını kendileri şöyle anlatıyorlar:
“Üstâdımızın huzûruna varıp ellerini öptük. Rüşdü Efendi
Hoca: -Üstâdım bu getirdiğim genç Gümüşhâneli Ahmed Ziyâed-
din Efendi’nin evlâdlarından Adanalı Sâmî Efendi, deyince; birden
Üstâdımız Es‘âd Efendi Hazretleri: “Hayır! O bizim evlâdımız”
buyurdular. Ve orada devâm ettiğim evrâdın ne olduğunu sordu-
lar. Günde beşbin zikrullâh, bir cüz Kur’ân-ı Kerîm tilâveti, Delâil-i
Hayrât diye cevâb verdim. -Evlâdım hastalık nerede ise tedâviye
oradan başlamak lâzım, bu yüzden şimdilik bunları terk edip kalbî
zikre başlayacaksın buyurdular ve Fakîre inâbe verdiler.”
Akarsu deryâya kavuşmuş; su mecrâını bulmuştu. Cenâb-ı
Hakk’ın lûtfu inâyeti ile Hz. Sâmî (k.s.) Efendimiz bir kaç ayda
seyr u sülûkunu ikmâl buyurdular. Daha önce iki yıl devâm edilen
dergâhta olmayan tecellî burada bir kaç ayda olmuştu el-hamdü
li’llâh. Kısa sürede icâzet ve mutlak hilâfet alan Efendimiz Haz-
retleri mürşid-i kâmilin görevine âid şu kıssaları naklediyorlar:
“Gençliğimde dergâha devâm ediyordum. Orada vazîfesi mün-
tesiblerin ayakkabılarının tozunu almak olan bir dervîş vardı. Bir
gün onun elindeki bezi aldım, pertavsızın (mercek) altına tutarak
bir müddet güneşin altında tuttum. Güneşin harâretinin pertavsız
vasıtasiyle bezin üzerine teksîf edilmesi ile bez tutuştu ve yanmağa
başladı. Dervîş hayretler içinde kaldı.
İşte Mürşid-i Kâmil, iki cihânın Serveri ve Rahmet Güneşi
Nebî salla’llâhu ‘aleyhi ve sellem Efendimiz’den aldığı nûru mün-
tesiblerden müsâid kimselerin kalblerine teksîf edip, o Nûr-u
Muhammedî (s.a.v.) ile kalbleri diriltip kemâle erdiren kişidir, bi-
zni’llâh. Mürşid-i Kâmil çobana benzer; çoban dağda koyunları
otlatırken bacağı kırılanı orada bırakır mı? Sırtına atıp ağıla kadar
getirir. Mürşid-i Kâmil de hiç bir evlâdını bırakmaz ve terk etmez
bi-izni’llâh.
Mürşid-i Kâmil’ini bulan ve Zât-ı ‘Âlîlerinin onun ifâdesi ile
“Eyyâm-ı şebâbını şerîat-ı mutahhare ve tarîkat-ı ‘âliyye hizme-
tinde” geçiren Hazreti Sâmî (k.s.) Efendimiz ma‘nevî mertebeleri
hızla aşıyorlardı. Bu yolda kendi ifâdeleri ile ihlâs ve tam teslîmi-
yet şarttı. Ölünün yıkayıcısına teslîmiyeti gibi mürîd de mürşîdine
teslîm olmalıydı ki bi-izni’llâh neticeye ulaşsın.
Kendileri anlatıyorlar: “Allâme Taftazânî Hazretleri’nin tale-
belerinden biri bir şeyhe intisâb etmiş. Bu talebeden hocasının
huzûrunda hikmetli kelâmlar sâdır olmuş. Hocası: “-Evlâdım,
bunları ben sana öğretmedim; sen bunları nereden öğrendin?”
diye soruyor. Talebe: “-Efendim ben bir şeyhe intisâb ettim; zikir
çekiyorum, doğuş oluyor ve böylece hikmetli konuşuyorum.” di-
yor. Bunun üzerine ‘Allâme Taftazânî Hazretleri: “Oğlum beni de
şeyhine götür”; diyor. Kendileri de aynı şeyhe intisâb ediyorlar.
Fakat ya teslîmiyet yok veyâ nasîbi yok aynı tecelliyâtlar kendile-
rinde zuhûr etmiyor, aynı istifâde olmuyor.
Sâmî Efendimiz (k.s.) Hazretleri’nin bu anlattığı kıssadan
çıkan hükme göre nasîbi olan müsta‘îd kişiler mürşid-i kâmili
bulup ona tam olarak teslîm olurlarsa bi-izni’llâh neticeye ulaşır,
ma‘nevî mertebelerde hızla ilerleyerek kemâle ererler. Bunların
hepsi kendilerinde bi-izni’llâh mevcûd olan Hazreti Sâmî (k.s.)
kısa zamânda icâzet alırlar, irşâdla görevlendirilirler.
Kelâmî Dergâhı’ndaki hizmet günlerine âid Adapazarlı
Pehlivân Efendi şu hâtırayı anlatır: “Adapazarı’ndan on
arkadaşımla berâber Es‘ad Efendi Hazretlerinin ziyâretlerine git-
tik. Sohbet esnâsında tekkeye dâhil olmuştuk. İçerisi kalabalık
olduğundan dışarıda oturuyor, Es‘ad Efendi Hazretlerinin ken-
dilerini göremiyor, sâdece seslerini işitiyorduk. İlk defa soh-
betlerine gelmenin heyecânı içindeydik. Sohbet sırasında ihvân
arasında genç bir zât dolaşıp hizmet ediyordu. “Bu genç orada
dolaşmasa o zamân dikkatimiz dağılmaz, daha çok istifâde eder-
dik.” diye içimden geçirdim. Sohbet biter bitmez Es‘ad Efendi
Hazretleri: “-Adapazarlı Pehlivân Efendi ve on arkadaşı buraya
gelsin!” dediler. Hâlbuki bizi hiç tanımıyorlar ve geldiğimizi de
görmemişlerdi. “-Sâmî evlâdımız hakkında sû-i zan ettiniz,
helâllık alın.” buyurdular. Affımızı taleb edip böylece bu iki Zâtı ve
aralarındaki derûnî muhabbet ve bağı öğrenmiş olduk. El-hamdü
li’llâh.
Üstâdına olan bu muhabbet ve bağlılığını dâimâ arttırarak
devâm ettiren Hazreti Sâmî (k.s.) Efendimiz bütün gün ve gecel-
erini hizmet yolunda geçirdiler. Dergâhın temizliğinden ihvânın
her türlü hizmetlerine varıncaya kadar heran Sâmî Efendimiz,
yatalak hasta olan ihvânın da her türlü hizmetlerini seve seve
yaparlardı. Hazret-i Es‘âd Erbilî Efendimizin: “Mâ‘nen bizimle
aynı mertebededir, lâkin bu vazîfe bize verildi” diye ta‘rîf et-
tikleri Hüseyin Efendi Hazretleri yatalak olunca: “Bu Zâtın
hizmeti için kim tâlib olur?” diye ihvâna sorarlar. Hemen Sâmî
(k.s.) Efendimiz o Zâtın hizmetlerine koşarlar. Defi hâcetleri
dâhil her hizmetlerini uzun müddet seve seve görürler. Nihâyet
bu hizmetleri sonunda Hüseyin Efendi Hazretleri: “-Evlâdım,
Cenâb-ı Hakk’a niyâz ediyorum; Allâhü ‘azîmüşşân bize ihsân
ettiklerini fazlası ile sana ihsân etsin!” diye duâ buyururlar.
Dünyâ hayatını Nebî-yi Ekrem (s.a.v.) Efendimiz’in
buyurdukları gibi: “Benimle dünyânın misâli ağaç altında
bir miktâr dinlendikten sonra yoluna devâm eden yolcu-
nun hâline benzer” (Buhari, Müslim) diye ana rahmi ile kabir
arasında bir sefer olarak görürdü; Hz. Sâmî Efendimiz. Ve bunu
uzun bir ömürde her an tatbîk ettiler. “Bir yabancı âlim, Fakire
kendilerinin hâl ve kelâmlarından sordular. O anda hâtırıma
gelen şu hâllerini anlattım:
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz: “-Seferden döndüğünüzde
hanımlarınızın yanına haber vermeden girmeyiniz,” buyuruy-
orlar. (Buhari) Hz. Sâmî (k.s.) hayatı bir sefer olarak gördüğü için
her yerinden kalkmalarını bir sefer kabûl ediyorlardı. Abdest al-
mak için lavaboya her gidişlerinde yol zevcelerinin odasından
geçiyordu. Yarım asırdan fazla süren evlilik hayatlarında
bıkmadan, usanmadan, seve seve her defasında zevcelerini
haberdâr ederlerdi. O’nun “Efendi buyur!” diye sesini duyunca
odaya girer ve diğer tarafa geçerlerdi. Bu hâl altmış küsûr yıl
günde en az on defa devâm etti” deyince yabancı ‘âlim ayağa
kalkarak: “-Bu zât Sâhibü’z-zamân’dır. Onun dışında hiç bir velî
sünnet-i seniyyeyi bu kadar derin ve ihâtalı anlayıp tatbîk ede-
mez, ancak o yapabilir” dedi. El-hamdü li’llâhi rabbi’l-‘âlemîn.
Hayatının tek gâyesi Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz
Hazretleri’nin sünnetine uymak ve onu ihyâ etmek olan Hz.
Sâmî (k.s.) Efendimiz; daha önceki kitâblarda: “Kılıcı boynun-
da asılı Peygamber” olarak tarîf edilen (s.a.v.) Efendimiz’e bu
husûsta da ittibâ edip gazâya iştirâk ederek “Gâzî” olmuşlardı.
Bu husûsu kendileri şöyle anlatıyorlardı: “-Birinci Cihân
Harbi’nde Osmânlı Ordu’sunda Levâzım Subayı olarak vazîfe
gördüm. Alayımız Edirne’de vazîfe görüyordu. Açlık ve kıtlık
son derece şiddetli idi. Askerlerimizin uzun süre yiyecek bula-
madıkları oluyordu. Bu yüzden askerler ellerinin yetiştiği yere
kadar kavak ağaçlarının kabuklarını yolarak onları çiğniyorlar
ve böylece açlıklarını bir nebze olsun gidermeğe çalışıyor-
lardı.
Hz. Ebû Bekir es-Sıddîk (r.a.) Efendimiz’in: “Cihâdı terk
eden millet zillete düçâr olur.” sözünü bütün talebelerine
ezberleten Hz. Sâmî (k.s.) Cenâb-ı Hakk’ın: “Niçin yapama-
dığınızı söylüyorsunuz?” Kavl-i şerîfini de bize kendileri ya-
şayarak öğretiyorlardı. Yaşayarak, tatbîk ederek bize cihâdı
öğretiyorlardı. Harbe iştirâk ederek Gâzî olmuşlar, ve ömür-
leri boyunca İslâm için kılıç sallama arzusu ile yaşamışlardı.
Mübârek ömürleri doksanı bulduğunda dahî sohbetlerinde
Uhud Harbi’nde Amr ibn-i Sâbit (r.a.)’in Müslümân oluşunu
anlatırken; onun lâkabını: “Asram lâkabı ile mülakkab; keskin
kılıç saldırıcı, diye tarîf ederken oldukları yerde dizleri üzerine
doğrularak ellerini havaya kaldırarak elindeki kılıcı ile derhâl
düşman üzerine saldıracakmış gibi olan hâlleri ancak görül-
mekle anlaşılabilirdi. Yaşıyor; ondan sonra anlatıyorlar; anla-
tırken de o hâli aynen yaşıyorlardı. Hayatı cihâddı Hz. Sâmî
(k.s.) Efendimizin. Ömür boyu cihâd… Ve bu cihâdı elinde
silâhı gazâda da yaşamış ve Gâzî olmuştu Hz. Sâmî (k.s.).
Ve nefe‘ana’llâhü Te‘âlâ bi şefâatihi, Allâh (c.c.) cümlemizi
O’nun muhabbetini hakkı ile yaşayıp öylece haşrolanlardan
eylesin (Âmîn). Bi hurmeti seyyidi’l-enbiyâ-i ve’l- mürselîn
salla’llâhu Te‘âlâ aleyhi vesellem.
(www .ramazanoglu mahmudsamiks .com (
KENDİ YERLERİNE OTURTMALARI
Hazreti Mahmud Sâmî (k.s.)’un “tabiri câiz ise” kucağında
doğmuş, O’nun terbiyesinde büyümüş, hayatını Hazreti Sâmî
(k.s.)’a hizmete ve O’ndan istifadeye adamış, ve yine o zâtın
vasiyyetleri gereği teçhiz ve tekfin işlerini yapmış, O’nun yolunu
hâlâ insanlara anlatan ve Hazreti Sâmî (k.s.)’un manevî evlâdı
ve vazifelisi olan Muhterem Ömer Muhammed Öztürk Hz. Sâmi
(k.s.) ile yaşadıkları bir Berât Kandili Gecesi’ni şöyle anlatmış-
lardır:
“Şaban-ı Şerîf’in başlarında Mahmûd Gezer Ağabeyle (Al-
lah rahmet eylesin Mekke’de vefat etti, Cennetü’l Muallâ’ya
defnedildi.) devlethanenin bahçesinde oturuyorduk. Efendi
Hazretleri’nin hâdimesi gelerek beni bir kenara çağırdı ve “Ömer
Ağabey babam mahrem bir husus söyledi. Bunu Ömer Öztürk’e
anlat. Kendisinde kalsın. Îcâbını yerine getirsin. Fakat kimseye
de bir şey söylemesin.” dedi ve Efendi Hazretleri’nin “Ben Berat
Gecesi’ni Ömer Öztürk ile değerlendirmek istiyorum. Kendisi bir
imam bulsun. Ayrıca iki kişiyi de çağırsın. İsterse birisi kendi ba-
bası Mehmet Öztürk olabilir. Bir de başka ihvân, benimle birlikte
hepimiz beş kişi olacağız. Akşam namazını burada devlethane-
de kılacağız. İftarı beraber eder, akşam yatsı namazını beraber
kılar, geceyi de beraber ihyâ ederiz inşâallah.” buyurduğunu
söyledi.Fakir, babama ve (Sami Efendimiz’in son yıllarında na-
mazlarını kıldıran) Mahmûd Hoca’ya haber verdim. Sonra Ömer
Kirazoğlu ağabey, İsmail ve Cevat Öztürk ağabeylerimi çağırttı.
İftar, namaz ve yemekten sonra Efendimiz Hazretleri her zaman
oturdukları demiryolu cihetine karşı olan koltuğa oturdular. Az
sonra ayağa kalkarak kendi karşısındaki koltuğa geçtiler. Kendi
koltuklarına, Fakiri çağırıp “Sen gel, buraya otur, burası senin
yerindir. Fakir de karşısında oturacağım” diyerek kendi koltukla-
rına Fakiri oturttular. Muhteşem bir sohbetten sonra yatsı nama-
zı kılındı, tekrar aynı yerlerde oturarak sohbet, duâ ve murâkabe
edildi. İzin alınarak evlere hareket edildi.
(Misvak Neşriyat, Hak Yolda Kılavuz Ömer Muhammed Öztürk)
HAK YOLDA KILAVUZ
MUHTEREM ÖMER MUHAMMED ÖZTÜRK
13 Ağustos 1946 (15 Ramazân 1365)’te Adana’da dünyâyı
teşrîf eden zât-ı âlileri, babaları Merhum Hacı Mehmed Öztürk
Efendi’nin Hz. Mahmûd Sâmî Ramâzanoğlu (k.s.) ile İstanbul’a
hicret etmeleriyle küçük yaşta İstanbul’a yerleşmişlerdir.
Doğduklarında “Ömer” İsm-i Şerîfler’ini Hz. Mahmûd Sâmî
(k.s.) koymuşlar ve doğumlarından itibâren kendilerine mürebbî
(terbiyeci) olmuşlardır. Galatasaray Lisesi’nde orta öğrenimi-
ni tamamlayan zât-ı âlileri, İstanbul İktisâdî ve Ticârî İlimler
Akademisi’ni bitirmişler ve birkaç ay orada öğretim görevlisi ola-
rak görev yapmışlardır.
Allâh Resûlü (s.a.v.)’in yolundaki her hususta en büyük ön-
der olan Hz. Ebû Bekir Sıddîk (r.a.)’ın yolundan gitmeye çalışan
Muhterem Ömer Muhammed Öztürk, 1979 yılında Hz. Ebû Be-
kir (r.a.)’ın Fahr-i Kâinât (s.a.v.) Efendimiz’e Medîne’ye hicretle-
rinde yol arkadaşı olduğu gibi Sâhibü’z-zamân Mahmûd Sâmî
Ramazânoğlu (k.s.) Hazretleri’ne yol arkadaşı olarak Medîne’ye
hicret etmişlerdir.
Hz Mahmûd Sâmî Ramâzanoğlu (k.s.), dünya hayâtlarının
sonlarına doğru yakın dostlarının ve sonradan O’nun yerine geç-
tiğini iddiâ eden ihvânın da içinde bulunduğu devlethânelerindeki
bir sohbetlerinde “Bizden sonra inşâallâh Evlâdımız Ömer Öztürk
kılavuzdur. Mûsâ Bey’e de kılavuz olsun.” buyurarak Muhterem
Ömer Muhammed Öztürk’ün ma’nevî derecesini îlân etmişlerdir.
Yine husûsî bir sohbetlerinde “Ömer Öztürk ma’nen vazîfelidir.
Bizim yerimiz Medîne; onunki ise Mekke’dir.” buyurmuşlardır.
Ömürlerinin son demlerinde ise vasiyetlerinin tamâmını Muhte-
rem Ömer Muhammed Öztürk’e yapmışlar, techîz ve tekfîn işle-
rinin de ne şekilde yapılacağını kendilerine bizzât söylemişlerdir.
Onun şu övgülerine mazhar olmuşlardır: Torunu Mahmûd
Kirazoğlu’na şöyle söylemişlerdir:
“Ömer Öztürk Ağabey’ine selâmımı söyle. Senin Medîne’de
ikâmetin için Ravza’da duâ etsin. Cenâb-ı Hakk O’nun duâsını
reddetmez. Duâsı makbûl kişilerdendir O.”
Medîne-i Münevvere’de de birçok kereler aynı lafızla “Ömer
Öztürk benim en emîn ihvânımdır. Kendisi ma’nen vazîfelidir.”
buyurmuşlardır.
(WWW.RAMAZANOGLUMAHMUDSAMİKS.COM)
TEHECCÜD HASSASİYETİ
Bu devirde sünnete uymanın nasıl gerçekleşeceğini anlamak
isteyenler için, Ömer Muhammed Öztürk’ün hayatının her safha-
sı dersler ve ibretlerle doludur.
“Sünnet anlayışımız, İbn Ömer (r.a.)’ın sünnet anlayışıdır” bu-
yuran Ömer Muhammed Öztürk hayatlarını, sünneti yaşamaya
adamış ve bunu fiilen ispat etmişlerdir.
Gece ibadeti hayatlarında özel bir yer teşkil eder. Her gece
-eğer yatmışlarsa- 02.00’de kalkarlar ve 12 rekat teheccüt na-
mazı kılıp dua, gözyaşı, istiğfar ve zikir ile işrak vaktine kadar
ibadete devam ederler.
Seyyid-i Kâinat, Sebeb-i Mevcudat (s.a.v.) Efendimiz’in;
“Bir erkek gecenin bir vaktinde hanımını uyandırır da
her ikisi de namaz kılarsa çok zikreden erkekler ve kadınlar
arasına yazılırlar.” Hadis-i Şerif’ini sık sık tekrar ederek herkesi
teheccüd namazına teşvik ederler.
Cenâb-ı Hakk’ın “Onlar, korkarak ve ümit ederek Rable-
rine ibadet etmek için yataklarından kalkarlar. Kendilerine
rızık olarak verdiğimiz şeylerden de Allah için harcarlar. Hiç
kimse, yapmakta olduklarına karşılık olarak, onlar için sakla-
nan göz aydınlıklarını bilemez.” ve “Onlar gecelerini Rableri
için kıyama durarak ve secdeye kapanarak geçirirler.” (Fur-
kan s. 25. 64. a,) ayetlerinde beyan edilen zümreden olmaya gayret
ederler.
Gençliklerinden beri süregelen bu âdetlerini yerine getirmek
hususunda Cenâb-ı Hakk’ın yardımına mazhar olmuşlardır. Bir
mülâkat esnâsında şunu anlatmışlardır:
– ‘Yusufcuk’ cinsinden küçük bir kuşum vardı. Evleninceye ka-
dar her gece saat 3’te gelir camı tıklar, beni teheccüde kaldırırdı.
03.00 olan teheccüde kalkma vakitleri daha sonra manevi bir
emirle 02.00’ye alınmıştır. Çoğu geceleri hastalıklarla geçmesine
rağmen hiçbir zaman bu ibadeti terk etmemişler, hatta 9 ay yat-
malarına vesile olan trafik kazası geçirdikleri gece bile, kırık bel –
le, yanlarındaki arkadaşlarının yalvarmalarına aldırış etmeden
teheccüd namazı kılmışlardır.
(Misvak Neşriyat, Hakk Yolda Kılavuz Ömer Muhammed Öztürk)
17 Eylül 2006 târihinde yapımına başlanmış ve yak-
laşık iki yılda tamamlanmıştır. Bânîsi Hz. Sâmî (k.s.)’nun
ma’nevî evlâdı Muhterem Ömer Muhammed Öztürk’tür.
23.5 x 28,5 metre ebadında bir alana yerleşmiş, dört
ana kolon üstüne tek ana kubbe ve etrafında dört yarım
kubbe şeklinde inşâ edilmiştir. Caminin külliye şekline geti-
rilmesine devam edilmektedir. İstanbul’un Pendik İlçesi’ne
bağlı Yenişehir Mahallesi’nde bulunan Cami; Yavuz Sultân
Selîm Camii gibi Osmanlı mimarîsinin ince estetiğini açığa
çıkaran bir eser olmuştur.
Caminin kendi adına yapıldığı Zât hakkında Kitâbe’de
şöyle denilmektedir: “Silsile-i Âliyye-i Nakşîbendiyye’nin
otuz üçüncü postnişînleri olup Silsile-i Âliyye’nin otuz ikinci
postnişîni Şey-hü’l-meşâyîh es-Seyyîd Muhammed Es’âd
Erbilî kuddise sirrûh Hazretleri’nin hâlîfelerindendirler.
Hazret-i Zât-ı akdes’in şecere-i mübârekeleri, Ramazânoğlu
Beğliği’nden Hz. Seyfullâh Hâlid bin Velîd radıyallâhü anh’a
uzanır. Hicrî 1308’de Adana’da dünyâyı teşrif eden Zât-ı âli-
kadirleri, 1404’te Medîne-i Münevvere’de irtihâl-i dâr-ı beka
eylediler. Kabri Şerifleri Cennetü’l bakîde ziyâretgâhtır.
Ulemâyı islâm, “Bir asırlık mübarek ömürlerinin her ânında
Sünnet-i seniyye-i Resûl-i Kibriya sallallâhü te’âlâ aleyhi ve
sellem’i ihya eylediklerinde ve nice yüksek makamların sa-
hibi; Gavs*, Müceddid**, Sâhibü’z-zamân*** ve Cana yakın
ülfet makamının sahibi ve asırların nâdir yetiştirdiği bir Zât-ı
akdes olduklarında ittifâk-ı ârâ eylemişlerdir.”
Allâhü Te’âlâ yollarına ve şefaatlerine cümlemizi dâhil
eylesin. Âmîn.
*Gavs: Yardım etmek, imdada yetişmek demektir. Bunun yerine “kutub”
da kullanılır. En yüksek manevî makamdır. Allah (c.c.) Onların duası sebebiyle
gelmesi muhtemel belâları defeder.
**Müceddİd: Her asır başında geleceği Nebî (s.a.v.) tarafından müjdele-
nen, Dînin yüksek hadimleridir. Kendilerinden ve yeniden bir şey ortaya çıkar-
mazlar, yeni ahkâm getirmezler, islâmî hükümlere harfiyen uyarak Dînin aslını
ortaya koyarlar ve ona karıştırılmak istenilen bid’atleri def ederler.
***Sâhİbü’z-zamân: Zamanın etkisinden kurtulmuş; geçmiş, gelecek dü-
şüncesinden sıyrılmış, ânı vahidi yakalayan ve onu sürekli yaşayan kişidir. O,
bu durumuyla zamanı aşmıştır.
KURULUŞUNUN 100. YILINDA MTTB
(MİLLÎ TÜRK TALEBE BİRLİĞİ)
Allâh (c.c.)’nun “O günler (öyle günlerdir ki) biz onları insan-
lar arasında döndürür dururuz” (Âl-i İmrân s. 140) Âyet’i hükmünce
takdîr ettiği 700 yıllık ömrünü, Dîn-i Mübîn-i İslâm’ı yeryüzüne hâ-
kim kılmak için cihâdla geçiren Muhteşem Osmânlı, dış güçler
tarafından içerdeki bazı gâfil ve hâin kimselerin kullanılmasıyla,
Cihan Harbi’ne sokulmuş ve millet ateşe atılıp küfrün eline ikrâm
edilmiştir. İçine düşülen bu durumdan memleketi kurtarmak isteyen
o günkü Dârü’l Fünûn (bugünkü üniversite gençliği) 1916 yılının
ortalarına doğru Türk Talebe Birliği’ni (TTB) kurmuşlar, ardından da
birçoğu cephelere giderek şehîd olmuşlardır.
Savaş yıllarından sonra Millî Türk Talebe Birliği, Türk Yük-
sek Tahsil Gençliğini, aralarda uğradığı bazı kesintiler haricinde,
başındaki idârecilerinin bilgi, beceri ve gayretleri oranında, dış
güçlerin ajanları vasıtasıyla estirilen kuzey ve batı rüzgarlarından
korumuş, gençliği bu memlekete sâhib çıkacak bir gençlik olarak
yetiştirmeye gayret etmiştir.
Özellikle 1971 yılında Genel Başkan olan Muhterem Ömer Mu-
hammed Öztürk, Millî Türk Talebe Birliği’ni hakikî gayesini yerine
getirmesi yolunda ideal bir şekilde yönetmişler ve hakîki hedefine
taşımışlardır.
1971’e kadar sadece kamoyuna yönelik ve belli mihrakların
kontrol ve desteğindeki faaliyetlerinden öteye gidemeyen,
Türkiye’deki güdümlü kör döğüşün bir aktörü durumunda olan
MTTB, 1971’de Muhterem Ömer Muhammed Öztürk’ün Genel
Başkan olmalarıyla, siyâsi birçok kurumun MTTB’yi kendi çıkarları
için kullanmak istemesine rağmen, hiçbir mihrakın kontrolü ve
desteği olmaksızın Türkiye’nin en güvenilir teşkilatlarından biri
olmuştur. Gençliğin eğitimi için birbirinden değerli kurumlar, kurslar
ve enstitüler kurmuştur.
Muhterem Ömer Muhammed Öztürk’ün kazandırdıkları bu rûh
ve ivme ile MTTB 1980’e kadar aynı misyonunu devâm ettirmiştir.
Türkiye’de “sol”un temsilciliğini yapan bazı fikir adamlarının dediği
gibi: “Buna engel olmak için ise Türkiye’de bir ihtilal yapılmıştır.”
12 Eylül 1980’de memleket idâresine el koyan Askerî Yöne-
tim tarafından faaliyetten men edilmiş, kapatılması neticesinde
gençliğin yetişmesine yönelik sorumlulukları ve tüzüğü gereği bütün
mevcûdiyeti Fâtih Gençlik Vakfı’na devredilmiştir.
(WWW.RAMAZANOGLUMAHMUDSAMİKS.COM)
HAK YOLDA KILAVUZ ÖMER ÖZTÜRK
Ebedî mutluluğun sırrı; bizi karanlıkları ilim ve irfanlarıy-
la aydınlatan ve tehlikeli dönemeçlerde bizleri işâret taşları
ile uyaran mâneviyat ehline uymaktadır. Nitekim Cenâb-ı
Hakk; “Ey mü’minler, Allah’tan korkun, (kötülüklerden
sakının) îmânında ve sözünde doğru olanlarla (sâlih ve
sadıklarla) beraber olun.” (Tevbe s.19) buyurmuştur. Sâdık ve
sâlihlerle beraberlik; hakkın sevgisini, bâtıldan uzaklaşmayı
ve takvâyı doğurur.
Abdulkâdir-i Geylânî hazretleri: “Peygamberlik bayrağını
her dönemde taşıyan kırk büyük velî bulunur” buyurmuştur.
Yani Nebî (s.a.v.)’i hakkıyla seven, hayatının her ânında O
(s.a.v.)’in sünnetini yaşatan ve kendi devirlerinde Peygambe-
rimiz (s.a.v.)’e vekâlet eden ehlullah silsilesi; insanları Allah
ve Resûlü (s.a.v.)’e kılavuzlamayı sürdürecektir.
“Bu devirde böyle insanlar var mı?” sorusuna, Muhterem
Ömer Öztürk’ü tanıyan bir mü’min tereddütsüz olarak cevap
verebilir. 13 Ağustos 1946 (15 Ramazân 1365)’te Adana’da
dünyâya teşrîf eden zât-ı âlileri, doğumlarından itibaren Hz.
Mahmud Sami (k.s.) hazretlerinin terbiyesi altında yetişmiş-
ler, Osmanlı bakiyyesi pek çok âlimin sohbetlerine iştirak
ederek Hz. Sami’den aldıkları ilim ve irfan nûrunu kemâle
erdirmişlerdir.
Kendileri, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in sünnetinin 21. yüz-
yılda da yaşanabilir olduğunu yaşantısıyla göstermektedir-
ler. Ancak aldıkları terbiye gereği kendilerine hiçbir zaman
vücut vermemişler, en yakınlarından bile kendisini ustaca
gizlemişler, kendilerini yok sayarak insanları hep dâvâya
yönlendirmişlerdir. Cenâb-ı Hakk’ın ‘İçinizde iyiliği emredip
kötülükten sakındıran bir cemaat bulunsun’ emr-i celilesi
mucibince büyük küçük demeden her türlü irşad faaliyetleri-
ne kendisini adamıştır.
Kendileri hâlen Medine-i Münevvere’de ‘Bâb-ı Sıddık’ın
Hadimi’ olarak Ümmet-i Muhammed’e (s.a.v.) yol göster-
meğe ve senede iki kez de Türkiye’ye gelerek hizmetlerine
devam etmektedirler. Allah (c.c.) zât-ı âlilerini uzun ömürle
muammer etsin.
(Misvak Neşriyat, Hak Yolda Kılavuz Ömer Öztürk s. 13)
ALLAH YOLUNDAKİ AZİM ve GAYRETLERİ
Azim ve çalışkanlık çocukluklarından beri Muhterem
Ömer Öztürk’ün öne çıkan vasıfları olmuş, bu sayede yö-
neldikleri her işte -biiznillah- muvaffak olmuşlardır. Birkaç
saatlik uyku ile günlerini geçirmekte; Ümmet-i Muhammed
(s.a.v.)’den birinin meseleleri, bundan kaynaklanan üzün-
tü ve bedenlerindeki hastalıklar sebebiyle çoğu zaman bu
birkaç saatlik uykudan da mahrum kalmakta, gece-gündüz
dünya rahatını terk etmektedirler. “Biraz istirahat buyursa-
nız” diyen hadimlerine çoğu kez, “İstirahat kabirde” cevabı-
nı vermişlerdir.
Eski arkadaşlarından birinin tespiti:
– Ben yirmi dört saatte yirmi beş saat çalışan sadece
Ömer Bey’i gördüm!’
MTTB başkanlıkları zamanında kendisinin en çalışkan
mesai arkadaşlarından biri, genel sekreter olan Yusuf Ak-
kaya bile: – Ömer ağabey, siz kendinize üç genel sekreter
tayin edin, sekizer saat çalışalım biz bu çalışmaya ayak uy-
duramıyoruz. Kusura bakmayın! demiştir.
1977 senesinde geçirdikleri trafik kazası sonrası dokuz
ay yatmışlar, bunun üzerine ihvandan maneviyat ehli bir
zât:
– Ömer Bey, bel kemiğinin kırılması hoş bir şey değil;
ama senin belin kırılmazsa sen nasıl duracak, nasıl otura-
caktın? Sen durmayan, oturmayan bir kimseydin. Allah’ın
bu takdiri karşısında bundan sonra artık oturarak hizmet
etmen gerekecek demişlerdir.
Muhterem Ömer Öztürk’ün şu anki sağlık durumları,
oturarak hizmet etmelerine bile müsait değilken, azim ve
metanet ile hizmetlerine devam etmektedirler.
Bütün bunların temelinde kendilerinin cihad anlayışı
yatmaktadır. Canlarıyla ve mallarıyla; başta nefse karşı ol-
mak üzere an-be-an, gün-be-gün ve ömür boyu süren ve
her seferinde Allah’ın izniyle galip gelinen bir cihad…
(Misvak Neşriyat, Hak Yolda Kılavuz Ömer Öztürk, s. 223)
ÖZTÜRK’Ü KENDİ YERLERİNE OTURTMALARI
Hazreti Mahmud Sâmî (k.s.)’un “tabiri câiz ise” kucağında
doğmuş, O’nun terbiyesinde büyümüş, hayatını Hazreti Sâmî
(k.s.)’a hizmete ve O’ndan istifadeye adamış, ve yine o zâtın
vasiyyetleri gereği teçhiz ve tekfin işlerini yapmış, O’nun yo –
lunu hâlâ insanlara anlatan ve Hazreti Sâmî (k.s.)’un manevî
evlâdı ve vazifelisi olan Muhterem Ömer Muhammed Öztürk
Hz. Sâmi (k.s.) ile yaşadıkları bir Berât Kandili Gecesi’ni
şöyle anlatmışlardır: “Şaban-ı Şerîf’in başlarında Mahmûd
Gezer Ağabeyle (Allah rahmet eylesin Mekke’de vefat etti,
Cennetü’l Muallâ’ya defnedildi.) devlethanenin bahçesinde
oturuyorduk. Efendi Hazretleri’nin hâdimesi gelerek beni bir
kenara çağırdı ve “Ömer Ağabey babam mahrem bir husus
söyledi. Bunu Ömer Öztürk’e anlat. Kendisinde kalsın. Îcâbını
yerine getirsin. Fakat kimseye de bir şey söylemesin.” dedi
ve Efendi Hazretleri’nin “Ben Berat Gecesi’ni Ömer Öztürk ile
değerlendirmek istiyorum. Kendisi bir imam bulsun. Ayrıca iki
kişiyi de çağırsın. İsterse birisi kendi babası Mehmet Öztürk
olabilir. Bir de başka ihvân, benimle birlikte hepimiz beş kişi
olacağız. Akşam namazını burada devlethanede kılacağız. İf-
tarı beraber eder, akşam yatsı namazını beraber kılar, geceyi
de beraber ihyâ ederiz inşâallah.” buyurduğunu söyledi.
Fakir, babama ve (Sami Efendimiz’in son yıllarında na-
mazlarını kıldıran) Mahmûd Hoca’ya haber verdim. Sonra
Ömer Kirazoğlu ağabey, İsmail ve Cevat Öztürk ağabeylerimi
çağırttı.İftar, namaz ve yemekten sonra Efendimiz Hazretle-
ri her zaman oturdukları demiryolu cihetine karşı olan kol-
tuğa oturdular. Az sonra ayağa kalkarak kendi karşısındaki
koltuğa geçtiler. Kendi koltuklarına, Fakiri çağırıp “Sen gel,
buraya otur, burası senin yerindir. Fakir de karşısında otura-
cağım” diyerek kendi koltuklarına Fakiri oturttular. Muhteşem
bir sohbetten sonra yatsı namazı kılındı, tekrar aynı yerlerde
oturarak sohbet, duâ ve murâkabe edildi. İzin alınarak evlere
hareket edildi.
(Misvak Neşriyat, Hak Yolda Kılavuz Ömer Öztürk, s.287)
FATİH GENÇLİK VAKFI (21 HAZİRAN 1971)
MTTB’nin 47. ve 48. Dönemi’nde Fatih Sultan Mehmed
Hân’a layık bir eser vücûda getirmek gâyesiyle bir komite ku-
rulmuş ve halktan para toplanmıştı. Orta Öğretim Komitesi
adını taşıyan bu komitenin gâyesi sâdece rozet mukâbili halk-
tan yardım toplamaktı. Bu şekilde toplanan 210 bin TL civa-
rındaki yardım 48. Dönem MTTB Genel Başkanı İsmail Kah-
raman’a teslim edilmiş ancak Fatih Sultan Mehmed Hân’ın
hatırasını yaşatacak güzel bir eser vücûda getirme düşünce-
si 1971 Nisan’ına kadar fiiliyata geçirilememişti.
Muhterem Ömer Öztürk, bu düşünceyi hayata geçirmek için
hemen işe koyuldu. Bu öyle bir eser olmalıydı ki ecdâdın ebe-
diyete uzanan eserlerine benzemeliydi: Sebiller, imarethane-
ler, köprüler, kervansaraylar, hanlar, çeşmeler, mekteblerle…
Ecdâd kendini mezarında mütevâzî bir şekilde; fakat eserleri-
ni cemiyetin hizmetinde bırakmayı tercîh etmişti. Onların to-
runları olduğumuzu iddiâ eden bizlerin, onların rûhlarına tezat
teşkil edecek birtakım teşebbüslerde bulunmamız elbette dü-
şünülemezdi.
Muhterem Ömer Öztürk, bu düşüncelerin neticesinde Fa-
tih Sultan Mehmed Hân’ın hatırasını yaşatacak en uygun
eserin bir Vakıf kurulması olduğuna karar verdi. Daha önceki
dönemlerde toplanan 210 bin TL civarındaki paranın 140 bin
TL’si ile İsmail Kahraman, noter kanalıyla kendi adına vakıf
tesis senedi hazırlamış, Muhterem Ömer Öztürk, bu vakıf se-
nedini kabûl ederek hemen teşebbüslerine başlamış, kuruluş
hazırlığını tamamlayarak 18 Haziran 1971 günü İstanbul 3.
Asliye Hukuk Mahkemesi’ne mürâcaat etmiştir. Yine aynı
mahkemenin verdiği 21 Haziran 1971 tarihli kararı ile Fatih
Gençlik Vakfı resmen tescil edilmiştir.
Ağustos 1971 tarih ve 13919 sayılı Resmî Gazete’de Va-
kıflar Genel Müdürlüğü’nün tescilinin yayınlanmasıyla Fatih
Gençlik Vakfı’nın resmen kuruluşu tamamlanmış ve Muhte-
rem Ömer Muhammed Öztürk’ün MTTB Genel Başkanlığı dö-
neminin önemli icraatları arasına girmiştir.
FATİH GENÇLİK VAKFI, MTTB’NİN VÂRİSİDİR
Fatih Gençlik Vakfı kuruluşunun hemen akabinde faaliyet-
lerine başlamıştır. En önemli faaliyetlerinden biri olan Yüksek
Öğretim Öğrencilerine burs vermeye, yine aynı yılda (1971-72
Öğretim Yılı) 15 kişiye karşılıksız olarak kişi başına ayda 300
TL ve 8 ay süreli olarak başlamıştır. 300 TL ile başlayan burs
miktarı aynı dönem Nisan ayında 400 TL’ye çıkarılmıştır.
1972-73 Öğretim Yılı’nda bursiyer sayısı 50 kişiye çıkarılmış,
takip eden yıllarda bu sayı artarak devam etmiş ve kısa za-
manda 150 öğrenciye ulaşmıştır.
Öğrencilerin hem ilmî hem de kültürel gelişimlerini de dik-
kate alan Vakfımızın Kurucusu Muhterem Ömer Öztürk’ün,
maddî ve manevî gayret ve himmetleri ile 1973 yılında 1 mil-
yon TL civarında bir yatırımla İstanbul’un en büyük birkaç mat-
baasından birine sahip olan Vakfımız faaliyetlerini bu yönde de
devam ettirmiştir. Kısa bir hesap yapmak sûretiyle kuruluşun-
da vakfedilen 140 bin TL’lik paranın kaç öğrenciye ne kadar
zamanda burs olarak dağıtılabileceği ortaya çıkar. Buna rağ-
men her yıl hem öğrenci sayısı hem de burs miktarının artarak
devam etmesi, bunun yanında ayrıca döneminin ilk beşi ara-
sında gösterilen matbaa işletmesinin kuruluşu için yapılan ya-
tırım da ancak Vakfın kurucusu olan Muhterem Ömer Öz-
türk’ün gayret ve himmetleriyle mümkün olmuş ve olmaya de-
vam etmektedir.
1980 ihtilali ile faaliyeti durdurulan MTTB’nin 1986 yılında
İstanbul Valiliği tarafından fesh edilmesi neticesi tüzüğünde
bulunan “Fesih hâlinde tüm mal varlığı Fatih Gençlik Vakfı’na
devredilir” maddesi gereğince yine İstanbul 1. Sulh Hukuk
Mahkemesi’nin 12.02.1988 tarih ve 982/72 no’lu kararıyla bü-
tün mal varlığı Fatih Gençlik Vakfı’na devredilmiş, böylece
MTTB’nin tek vârisinin de Fatih Gençlik Vakfı olduğu karar al-
tına alınmıştır.
Fatih Gençlik Vakfı, kuruluşundan beri Üniversite Gençli-
ği’nin maddî ve ma’nevî her türlü ihtiyacına cevâb vermek için,
Kurucusu Muhterem Ömer Öztürk’ün maddî ve ma’nevî yar-
dım ve himmetleri ile faaliyetlerini devam ettirmektedir.
KİMİN ARDINDAN GİDİLİR?
Geçmiş büyüklerin en başta gelen ahlâkı -kişiyi göl-
gesinin izlediği gibi- Kur’ân ve Sünnet’e sarılmalarıydı.
Onlardan herhangi biri mezheplerin gerek şimdilerde
unutulan ve gerekse hâlâ kullanılan bütün delillerine va-
kıf olarak tartışma meclislerinde kesin huccetler ve apa-
çık belgelerle âlimleri susturacak derecede tertemiz Şe-
riat’ın çeşitli ilim dallarında derinlemesine vukuf sahibi
olmadıkça mürşidlik postuna oturmazdı. Bu gerçeğin
böyle olduğu, onların sözleri ile fiillerinden anlaşıldığı gi-
bi aynı zamanda eserleri de bu tür bilgilerle doludur.
Tasavvuf ehlinin seyyidi (büyüğü, efendisi) İmâm
Ebu’l-Kâsım el-Cüneyd-i Bağdadî rahmetullahi aleyh
şöyle diyordu:
“Bizim şu kitabımız (Kur’ân) kitapların efendisi
ve en kapsamlısıdır, şeriatımız tüm şeriatların (sis-
temlerin) en açığı ve en incesidir. Yolumuz Kur’ân
ve Sünnet’le pekiştirilmiştir. Kur’ân’ı okumayan,
Sünnet’i ezberleyip ma‘nâlarını anlamayan kişiye
uymak doğru değildir.”
“Havada Bağdaş Kuranın Değil,
Allâh Huzûrunda Divan Duranın Ardından Gidin.”
Yine Cüneyd-i Bağdadî rahmetullahi aleyh, bağlıları-
na şunları söylüyordu:
“Bir adamın havada bağdaş kurup oturduğunu
görseniz bile, onun Allâh’ın emir ve yasakları karşı-
sında nasıl davrandığını tespit etmedikçe kendisi-
nin peşinden gitmeyiniz. İlâhî emirlerin tümüne
uyup yasaklardan da uzak durduğunu gördüğünüz-
de ise ona inanın, ardından gidin. Ama emirleri çiğ-
neyip yasaklardan kaçınmadığını görürseniz ondan
uzak durun.” (İmâm Abdülvehhab Şa‘rânî, Selef-i Sâlihînin,
Evliyâullahın Yüce Ahlâkı, Hikmetli Sözleri, 19-20.s.)
KURULUŞUNUN 94. YILINDA MTTB (MİLLÎ TÜRK TALEBE BİRLİĞİ)
Birinci Cihan Harbi sırasında, düşmanları tarafından ablu-
kaya alınarak ortadan kaldırılmak istenen tek büyük Müslü-
mân Türk toplumunun temelleri sarsılırken, bu iç ve dış şer
güçlerine karşı, Türk Yüksek Tahsil Gençliğini organize etmek
ve bu güçlerin zararlı faaliyetlerinden gençliği(n dînini, îmânını
ve vatanı) korumak gâyesiyle Darü’l-Fünûn talebeleri tarafın-
dan 4 Aralık 1916’da İstanbul’da kurulmuştur.
İstiklâl Harbi’nin sona erip yeni Türkiye Cumhuriyetinin ku-
rulmasıyla, İslâm Dünyâsı’nı parçalayıp yok etmek amacında-
ki bu şer güçlerin içimize mikroplarını ve bu mikropların portör-
lüğünü yapacak ajanlarını sokmasıyla Millî Türk Talebe Birli-
ği’nin esâs görevi başlamış oldu.
Millî Türk Talebe Birliği, Türk Yüksek Tahsil Gençliğini,
aralarda uğradığı bazı inkıtâlar hâricinde, başındaki idârecile-
rinin bilgi, beceri ve gayretleri oranında, dış güçlerin ajanları
vasıtasıyla estirilen kuzey ve batı rüzgârlarından korumuş,
gençliği bu memlekete sâhib çıkacak bir gençlik olarak yetiş-
tirmeye gayret etmiştir.
Özellikle 1971 yılında Genel Başkan olan Muhterem Ömer
Öztürk, Millî Türk Talebe Birliği’ni hakîkî gâyesini yerine getir-
mesi yolunda ideal bir şekilde yöneterek, iç ve dış düşmanla-
rın bütün hücûmlarına rağmen Türkiye’ye damgasını vurmuş,
memlekette estirilen zararlı rüzgârlara kapılmayan, ma’neviya-
tı kuvvetli, bugünlerde memleket idâresinde söz sâhibi olan
Müslümân Türk Gençliğini yetiştiren MTTB’yi hakîkî fonksiyo-
nunu icrâ eden bir teşkilât hâline getirmiştir.
Bu dönem, gençliğin sokaktan kütüphâneye ve kitâba, il-
mî ve kültürel çalışmalara çekildiği dönem olmuştur.
12 Eylül 1980 ihtilâline kadar bu gâyesini devâm ettiren
Millî Türk Talebe Birliği, bu tarihten itibâren memleket idâresi-
ne el koyan Askerî Yönetim tarafından faaliyetten men edilmiş,
kapatılması netîcesinde gençliğin yetişmesine yönelik sorum-
lulukları ve tüzüğü gereği tüm mevcûdiyeti Fatih Gençlik Vak-
fı’na devredilmiştir.
MTTB
Kuruluş gâyesine yönelik faaliyetlerini 1971 yılına kadar aralık-
lı devâm ettirmeye çalışan MTTB, bu tarihe kadar belli mihrakların
kontrol ve desteğindeki faaliyetleri ile ön plana çıkmıştır. Bir önce-
ki dönem Genel Muhâsiblik vazîfesinde iken, Türkiye Temsilcisi
olarak katıldığı “Dünyâ Gençlik Kurultayı”nda ön plana çıkan,
konferans müddetince Birleşmiş Milletler binasında mescîd açtıra-
rak Müslümân Ülke temsilcileri için beş vakit ezân okutturup, na-
mâz kılmalarını temin eden Muhterem Ömer Öztürk’ün 26 Mart
1971 yılında Genel Başkan olmasıyla, MTTB, gerçek kimliğine bü-
rünüp, temsil ettiği misyon için iftihâr vesîlesi olmuştur.
MTTB’nin gerçek sâhiblerinin bu teşkilata sâhib çıktıklarını fark
eden belli mihraklar, Bakanlar Kurulu Kararı ile MTTB’ye tahsisli
olan binâsını 1972 Mayıs ayında el altından bedâva denebilecek
bir fiyata Halkevlerine satışını yapmış, ancak Genel Başkan Muh-
terem Ömer Öztürk’ün son andaki müdâhelesiyle bu oyunları boşa
çıkmıştır. Bu amaçlarını gerçekleştiremeyince, bu kez 1972 yılı so-
nunda sırf MTTB’yi kapatmak gâyesiyle 1630 sayılı Dernekler Kâ-
nunu çıkarılmış, ancak Genel Başkan Muhterem Ömer Öztürk’ün
üstün gayretleri ve kıvrak zekâsı sâyesinde kanuna rağmen mah-
keme kararıyla MTTB ayakta kalmıştır.
Bu döneme kadar sadece kamoyuna yönelik ve belli mihrakla-
rın kontrol ve desteğindeki faaliyetlerinden öteye gidemeyen, Tür-
kiye’deki güdümlü kör döğüşün bir aktörü durumunda olan MTTB,
1971’de Muhterem Ömer Öztürk’ün Genel Başkan olmasıyla, hiç-
bir mihrakın kontrolü ve desteği olmaksızın ve Türkiye’de bu mih-
rakların sahnelediği senaryoların hiçbirinin aktörü olmadan, Türki-
ye’nin en güvenilir teşkîlâtlarından biri olmuş, ama bunun yanında
Gençliğin eğitimi için birbirinden değerli kurumlar, kurslar ve ensti-
tüleri, icraat sahasına dökmüştür.
Eğitim, Kültür ve Kütüphâne gibi müdürlüklerin faaliyette zirve-
ye çıkması, Sosyal İlimler Enstitüsü gibi Türkiye’de bir ilki gerçek-
leştirmesi, Spor Klübü’nün, Amatör branşlarda Türkiye’nin en bü-
yük klüplerinden biri hâline gelmesi bu dönemi özet olarak anlat-
maya yeter.
Muhterem Ömer Öztürk’ün verdiği bu rûh ve ivme ile MTTB
1980’e kadar aynı misyonunu devâm ettirmiştir. Türkiye’de sol’un
temsilciliğini yapan bazı fikir adamlarının dediği gibi, buna engel ol-
mak için ise Türkiye’de bir ihtilâl yapılmıştır.
MTTB VE MUHTEREM ÖMER ÖZTÜRK
1971’de kendisine teklif edilen, ancak ilk etapta kabul
etmediği MTTB Genel Başkanlığı’nı; ma‘nevi terbiyesinde ye-
tiştiği Sâhibü’z-zaman Hz. Mahmûd Sâmî Ramazanoğlu
(k.s.)’un “İnşâallâh hizmetiniz olur” işâretiyle kabûl eden
Muhterem Ömer Öztürk Ağabey, “Burası siyâsî bir kuruluş-
tur, siyâset ise yalanla iç içedir” kuşkusuna yine O yüce Zâ-
tın verdiği “Evlâdım dürüstlük en büyük siyâsettir. Yalan
söylememek şartıyla ağzınıza geldiğini söyleyin” cevâbını
kendisine düstûr edinmiş, 2,5 yıla yakın MTTB Genel Başkan-
lığı döneminde bu düstûrun ne kapılar açtığını hepimize gös-
termiştir. 26 Mart 1971’de Genel Başkan olarak yaptığı ilk ko-
nuşma onun ta‘kîb edeceği yolun ve düstûrların neler olduğu-
nu bize göstermektedir:
“Memleketimizin içinde bulunduğu şartlar dâhilinde
yüksek tahsil gençliğine büyük görevler düşmektedir. Ya-
rının yürütücü kadrosu olan gençlik, bugünün sakat maâ-
rif politikası netîcesinde mâzîden kopuk istikbâli düşüne-
bilme imkânı ve kapasitesinden mahrûm bir tarzda yetiş-
tirilmektedir. Eğitimimizin millî olması, mâzîsine lâyık, is-
tikbâldeki vazîfesine hazır, mukaddesâtına bağlı gençler
yetiştirmesinde, orta tahsilden itibâren talebelerle çok ya-
kından ilgilenmek ve onları kazanmak, birer mücâhid rû-
huyla yetişmelerini sağlamak başlıca görevimiz olmalıdır.
Asırlardır yerleşmiş ebede kadar devâm edecek olan
prensiplerin Anayasam olacağına sizleri şâhid tutuyorum.
Seçilsem de seçilmesem de, inandığım da‘vânın neferi
olarak son nefesime kadar hakka hizmet yolunda olaca-
ğım.” Gerek Genel Başkanlık döneminde, gerekse daha son-
ra, günümüze kadar, yaşadıkları ve söyledikleri ile bu da‘vâ-
nın bir neferinden öte kumandanlarından olduğunu gören göz-
lere göstermiştir. İslâm düşmânlarının her türlü yolları deneye-
rek alternatif İslâm gençliği yetiştirme yoluna gittiği bu 39 yıl-
lık zaman dilimi bizlere hakîkati haykırıyor: Zamanımızda mâ-
zî âtî arasındaki köprü ancak bu zâtın muhâfaza etmeğe ça-
lıştığı köprüdür. Diğerleri hayaldir ve batmaya mahkûmdur!
HAZRET-İ MAHMÛD SÂMÎ RAMAZÂNOĞLU (K.sh
insanları Hakk’a da’vet eden, doğru yolu gösterip hakîkî saadete
kavuşturan ve kendilerine Silsile-i Âliyye denilen büyük âlim ve
velîlerin otuzüçünçüsüdür.
Hz. Mahmûd Sâmî (k.s.) tarafından isimleri konulan; otuz
seneye yak ın bir süre, yakın hizmetlerinde bulunan, Medîne’ye
hicretlerinde kendilerine refîk olan, vasiyetlerini de kendilerine
yapt ığı -ki bunun tarîkatta ma’nâsı açıktır- ve hakk ında “Benim en
emîn ihvanımdır”, “Seni seviyorum, senin sevdiklerini de seviyo-
rum” buyurdukları, ma’nevî evlâdı Muhterem Ömer Muhammed
Öztürk’ün sohbetlerinden derlenen menkîbeleri şöyledir:
“1950’li yılların başında Efendi Hazretleri Suriye’ye gitmişlerdi.
Orada meşâyıhtan epeyce bir zât var. Şeyh Kettânî, o şeyhlerin
hepsini bir yerde toplamışt ı. (Suriye’nin, Mısır’ın, Türkiye’nin
şeyhleri de orada mevcuddu.) Kendi aralarında diyorlardı ki, “Bir
murakabe yapalım, Sâhibü’z-zamân (o devirde yeryüzünde bu-
lunan en büyük veli) kimdir, öğrenelim.” Şeyh Kettânî murakabe
(Allah (c.c.)’yu kalb ile düşünmek) anında elinde olmadan “Vallahi
Sâhibü’z-zamân Şeyhu’l-Etrâktır (Türk Şeyhi)” diye bağırarak
Sâhibü’z-zamân’ın Hz. Sâmî (k.s.) olduğunu beyân etmiştir.
Nebî(s.a.v), Cuma Sûresi nazil olurken, “Ashaba yetişmeyen
ümmetlere de peygamber gönderildi.” Âyeti nazil olunca birisi
sordu: “Yâ Resûlallâh, onlar kimlerdir?” Nebî (s.a.v.) cevâb
vermediler. Sâil (soruyu soran kişi) bir daha sordu. “Yâ Resûlallâh,
bunlar kimlerdir?” Yine cevâb vermediler. Nebî-yi Ekrem (s.a.v),
üçüncü defa kendisine sorulduğunda ona da cevâb vermediler ve
mübarek elini sağ taraf ında bulunan Selmân-ı Fârisî (r.a.)’in
omzuna koyarak: “Şunlardan öyle erler vardır ki îmân Süreyya
yıldızında olsa varır ona yetişirler.” buyurdular.
Efendimiz (s.a.v.)’in sözünün; Sünnetlerin unutulduğu, fitnenin
kaynadığı bir dönemde, 96 yıllık ömrünün tamâmında Sünneti ihya
ederek, îmânın Süreyya yıldızında da olsa ulaşılabileceğini
hayatlarıyla bizlere gösteren Hz. Sâmî (k.s.) Efendimiz’in
hayâtlarının; Nebî-yi Ekrem (s.a.v.)’in mübarek sözlerinin tezahürü
olduğunu anladığımızı ifâde etmek ma’nasında “Sadaka Resûlullâh
– Resûlullâh (s.a.v.) muhakkak doğru söyledi” diyoruz. Yani 96 yıllık
Sünnete tamamıyla uygun bir ömürle hayâtlarında Efendimiz
(s.a.v.)’in sözünün tezahürünü herkese göstermiş
Muhammedîmeşrebli nâdir bir velî-yi Mürşid-i Kâmil’dir Hz. Sâmî
(k.s.).”
(WWW.RAMAZANOGLUMAHMUDSAMIKS.COM)
HAZRET-İ SAMI (K.S.)’UN İHVANINA YARDIMI
Sâmî Efendi (k.s.) Hazretleri’nin ma’nevîevlâdı Muhterem
ÖmerMuhammed Öztürk anlatıyor: “Ankaralı Mustafa Amca
hâl ehli bir kimse idi. Ameliyat olmuş, doktorlar vücûdunun
içerisinde bir şey unutmuşlar. Bu hatayı düzeltmek için tekrar
ameliyata almaya karar vermişler. Mustafa Amca hastanede
yatarken yerleri temizleyen farraş (temizlik görevlisi) Mustafa
Amca’nın üzerindeki yorganı kaldırmış. Ameliyat olan yere
elini sokmuş içeride unutulan o maddeyi çıkarmış ve eliyle
de o ameliyat olan yeri sıvazlamış. Sonra da yorganı örterek
ortadan kaybolmuş.
Mustafa Amca, Efendi Hazretleri’ne: “Efendim benim
böyle işler yapacak bir ma’nevîyatım yok. Bildim ki o gelen
kişi sizin gönderdiğiniz Ricâlullâh’dan (ma’nevî görevli) bir
kimsedir. Buna lâyık olacak bir durumum da yok. Ancak size
olan bir kuru muhabbetim var” deyince Hazret-i Sâmî (k.s.)
elini kaldırdı ve “Allah, bu muhabbet üzere hasretsin Mustafa
Efendi! Buna duâ edelim” dedi. Allah (c.c), Hazret-i Sâmî
(k.s.)’un buyurduğu bu muhabbet üzere hasretsin hepimizi.
Âmin!
Derler ki Allâhü Azîmüşşân’a ulaşmak iki yolla müm-
kündür. Birincisi: Nefsini tezkiye, kalbini tasfiye etmek ki bu
çileli, zor, meşakkatli bir yoldur, ikincisi de Ehlullâh’tan biri-
nin gönlüne girmek ile olur ki bu yol kişiyi doğrudan Allâh-ü
Azîmüşşân’a ulaştırır. Allah (c.c), gönlünden düşürmesin.
Onun nurlu yolundan ayırmasın. Âmin!
Yahyahh Hacı Hasan Efendi naklediyor: Efendi Hazretleri
Kayseri’de demiryolunun kenarındaki bir evde sohbette bu-
lunuyorlar. Sohbette bulunan samîmi ihvanlardan biri, için-
den şöyle geçirmiş: “Allah bize ne büyük bir devlet nasîb etti.
Böyle bir zâtın evlâdı olduk, sohbetinde bulunuyoruz. Yüz
yüze, karşı karşıya oturma şerefine nail oluyoruz. Ama bende
hiçbir şey yok, keşke bazı istifâdelerimiz olsa idi.” Bu sırada
Hz. Sâmî (k.s.) geçen treni göstererek; “Bakın şu katara.
Bütün vagonları çekiyor. Bir kısmı dolu, bir kısmı da boş.”
Böylece o ihvana cevâbını vermiş oluyor. Allah şefaatlerine
nail eylesin.” Âmin!
(WWW.RAMAZANOGLUMAHMUDSAMIKS.COM)
Ma’nevî Evlâdı Muhterem Ömer Muhammed Öztürk anlatıyor:
“Her şeyin başı Allah korkusudur. Allah’tan korkan başka hiçbir
şeyden korkmaz. Allah’tan korkmayan da herkesten korkar.
Muhyiddîn Arabî Hazretlerinin şeyhi Ebû Medyen-i Mağribî
Hazretleri bir kalabalık görüyor. Kalabalığın yanına gidiyor bakıyor
ki a’slan adamın birinin merkebini yiyor, yarıya kadar da yemiş.
Merkebin sahibi de hayvanını kaybettiği için dövünüyor.
Ebû Medyen-i Mağribî Hazretleri, hayvanın sahibine soruyor:
“Ne var ne oldu, neden dövünüyorsun?”. Adam cevaben: “Efendim,
hâlimi görüyorsunuz. Şu a’slan hayvanımı yedi” diyor. Ebû
Medyen-i Mağribî Hazretleri a’slanı yan ına çağırıyor. Hazret
çağırınca a’slan kuzu kuzu yanına geliyor. A’slanın kulağından
tutuyor, adamın yanına getirip diyor ki: “Tut şunu kulağından al
götür, senin hizmetini yapsın.”
Adam, arslan ı kulağından tutup götürüyor. Bir müddet sonra
adam Ebû Medyen-i Mağribî Hazretleri’nin yanına gelerek:
“Efendim vallahi bu a’slan aynen bir merkebin yaptığı hizmeti
yap ıyor, arkamda bir köpek gibi dolaşıyor. Ama ben korkuyorum.
Bunu âzâd edin gitsin, istemiyorum. Ben kendime yeni bir hayvan
buldum” diyor. Bunun üzerine Hazret kulağına eğilip a’slana diyor
ki: “Bir daha insanların, meskûn olduğu araziye gelme, insanların
hududlarına dâhil olma. işte seni böyle cezaland ırırız. Hadi yürü
git!”
A’slan da dağlara doğru yürüyüp gidiyor, işte sen Allah
(c.c.)’dan korkar isen bütün mahlûkât da senden korkar.
“Bir gün Hz. Sâmî Efendimiz’in huzurunda iken ‘Görüyor musun
bak arslan yaltaklanıyor (yağcılık yapıyor), yüzünü gözünü sürüyor,
hizmet arz ediyor, bir hizmetimiz var mı diyor.’ Fakîr de: Tamam
Efendim ama ben bir şey görmüyorum deyince Hz. Sâmî (k.s.) yine
“Görmüyor musun bak, gelmiş şuraya hizmet arz ediyor” diyor.
Muhammedîmeşrebli velî, velîler içerisinde asırlarda nâdir gelir.
Hayvanat ve cinnîler Sâhibü’z Zaman olan Velînin emri altındadır.”
Not: Sâmî Efendi Hazretleri’nin mübarek hayâtları, daha ayrınt ılı bir
şekilde takvimin sonuna eklenmiştir.
(WWW.RAMAZANOGLUMAHMUDSAMIKS.COM)
ALLÂH DOSTU’NUN ARKASINDA BİRKAÇ ADIM
Hz. Mahmûd Sâmî(k.s.)’un Ma’nevîEvladı Muhterem Ömer
Muhammed Öztürk, babası Muhterem Mehmed Öztürk’ten nak-len
anlatıyorlar: “Efendi Hazretleri ile beraber hac ziyaretinde Harem’in
arka taraf ında bir otelde kalıyorduk. Türbedâr Fâlih Efendi, Hz.
Mahmûd Sâmî (k.s.) Efendimiz’i, -Nebî (s.a.v.-Efendimiz’in Türbe-i
Saadetlerinin iç kısm ına girerek yapılacak olan- ziyarete götürmek
için kendisini beklemelerini söy-ledi. Yatsıdan sonra Fâlih Efendi,
Efendi Hazretleri’ni ziyaret için davet etti. Efendi Hazretleri ile
beraber ziyarete gitmek için kalkıp hareket ettik. O sırada orada
ihvânıyla beraber bulunan Muzaffer Ozak, Efendi Hazretleri’nin
kalktığını görünce ayağa kalkarak yanında bulunanlara “Bakın
arkadaşlar şu gördüğü-nüz Zât, hakîkî bir Allah dostudur. Gelin biz
de onun arkasında teberrüken (bereketlenmek için) birkaç adım
atalım” demiş. Ar-kadaşları ile beraber Hazret’in arkasından bu
şekilde yürüdü-ler. Efendi Hazretleri de Harem’e doğru yürürlerken
“Muzaffer Efendi’yi de çağırın. O da bizimle beraber ziyarette
bulunsun” dediler. Bir Allah dostunun arkasından birkaç adım attığı
için çok nâdir kimselere nasîb olacak büyük bir devlet Muzaffer
Ozak Efendi’ye de böylece nasîb oldu.
Hz. Sâmî (k.s.), fakîre isim vererek; bazı kişilerin derslerini
görüşmek üzere çağırttılar. Onların derslerini kontrol ederken
dışarıdan bakan birisi Hazretin sohbet ettiğini zannederdi. Der-sini
kontrol ettiği kimseye dönerek “işte zikir hâli dil ile başlar, kalbe
intikâl eder. işte kalbin beş hâli vardır: Ölü kalb, hasta-lıklı kalb, gafil
kalb, zâkir kalb, ma’nen diri kalb” diyerek kalbin hâllerini anlatırlardı.
Ondan sonra başka bir tarafa yönelerek, baştan başlayarak
anlatırdı. Ondan sonra “Zikir ruha intikal eder. Rûh âlem-i er-vahdan
gelmiştir. Kafeste kuş mesabesindedir. Bizim esâs mü-kerrem
sıfat ımız melek gibi yarat ılmış olan rûhumuzdur. ikinci basamak
kalbden sonra orasıdır” buyururlardı. Sonra tekrar baştan başlayıp
bunları saydıktan sonra sırra geliyor.
Söylediklerinin ma’nâsını sorarlar, fakîr de Hazret-i Sâmî
Efendimiz’in onların bulunduğu tarafa dönmüş iken söyledikle-rine
göre ne anlaşılması gerektiğini îzâh ederdim.”
(WWW.RAMAZANOGLUMAHMUDSAMiKS.COM)
GÖNLÜMÜZ MEDİNE’Yİ ARZULAR
Ma’nevT Evlâdı Muhterem Ömer Muhammed Öztürk anlatıyor:
“Resûlullâh (s.a.v.)’in emri gereği bütün Müslümanlar Cennetü’l
Bakîde defnolunmayı arzu etmelidirler. Çünkü Resûlullâh (s.a.v.)’e
Şam, Irak ve Yemen tarafından üç ayrı kavim ayr ı ayrı zamanlarda
gelerek Huzûr-u Risâletpenâhrde oturdular. Resûlullâh (s.a.v.)
onlara islâm’ı telkîn etti ve o kavimler de Müslüman oldular. O
zamana kadar inen emirleri Allah Resulü (s.a.v.)’den telakki ettiler.
Ve her bir kavim de “Beldemize gidelim islâm’ı orada anlatalım”
diyerek müsâade istediler.
Nebîy-yi Ekrem (s.a.v.) her bir cemâat kalkıp gittiğinde; “Eğer
bilselerdi Medî ne kendileri için daha hayırlı idi.” buyurmuşlardır.
Buradan anlamamız gereken şu: Medîne-i Münevvere’yi,
Şam-Irak-Yemen’in, tam ortas ına koyarsak, yön itibariyle
Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz bu mübarek sözlerinin dünyanın her
taraf ını kapsadığını görürüz. Bu sözün ma’nâsı “Medîne, dünyanın
her yerinden daha hayırlıdır” demektir.
Yine Efendimiz (s.a.v.) Medîne için “Kiminelinden Medine’de
ölmek gelirse onu işlesin. Şehidmiş gibi ölür. Mahşer sabahı
da kendisine şefaat ederim” buyurmuşlardır. Ulemâ, Cennetü’l
Bakîde bulunanların Nebî (s.a.v.)’in hassa ordusu gibi olduğunu
tarif ediyor. Burada yatan zâtlar, yar ın mahşer sabahı Nebî-yi
Ekrem (s.a.v.)’in önünde, arkasında, sağında solunda Sahâbe-i
Kiram (r.a.e.) Hazerât ıyla beraber yürüyeceklerdir. Cenâb-ı Allah
bunu hepimize nasib ve müyesser eylesin (Âmin).
Hz. Mahmûd Sâmî(k.s.) Efendimiz’in Medîne-i Münevvere’ye
hicret etme arzusu ile ilgili anlatılan şöyle bir hâdise vardır: ih-
vandan 5 kişi Ebû Eyyûb el-Ensârî (r.a.) türbesinin yakınlarında
mezar yeri almak için belediyeye başvurmuşlar. Babama diyorlar ki
“Üstadımıza bir sorar m ısın ona da yer alalım mı, isterler mi?”
babam da Üstadımıza giderek “Efendim Eyüp’ten mezar yeri sat ın
alıyoruz, eğer arzu ederseniz sizin için de yer alalım mı?” diye
soruyor. Efendi Hazretleri de “Eğer herkese gönlünün istediğini,
veriyorlarsa bizim gönlümüz Cennetü’l Bakîyi ister, Medîne’yi arzu
eder” buyurarak oradan yer istemediğini beyan etmiştir. Allah (c.c.)
cümlemizi şefaatlerine nail etsin.” (Amin) Not: Efendi Hazretlerinin
hayatı takvimin sonuna eklenmiştir.
(WWW.RAMAZANOGLUMAHMUDSAMiKS.COM)
MUHTEREM ÖMER MUHAMMED ÖZTÜRK’Ü TANIYALIM
13 Ağustos 1946 (15 Ramazân 1365)’te Adana’da dünyâyı
teşrîf eden zât-ı âlileri, babaları Merhum Hacı Mehmed Öztürk
Efendi’nin Hz. Mahmûd Sâmî Ramâzanoğlu (k.s.) ile istanbul’a
hicret etmeleriyle küçük yaşta istanbul’a yerleşmişlerdir.
Doğduklarında “Ömer” ism-i Şeriflerini Hz. Mahmûd Sâmî (k.s.)
koymuşlar ve doğumlarından itibaren kendilerine mürebbî
(terbiyeci) olmuşlardır. Galatasaray Lisesi’nde orta öğrenimini
tamamlayan zât-ı âlileri, istanbul iktisadî ve Ticarî ilimler
Akademisi’ni bitirmişler ve birkaç ay orada öğretim görevlisi olarak
görev yapmışlardır.
Allah Resulü (s.a.v.)’in yolundaki her hususta en büyük önder
olan Hz. Ebû Bekir Sıddîk (r.a.)’in yolundan gitmeye çalışan
Muhterem Ömer Muhammed Öztürk, 1979 yılında Hz. Ebû Bekir
(r.a.)’in Fahr-i Kâinat (s.a.v.) Efendimiz’e Medîne’ye hicretlerinde
yol arkadaşı olduğu gibi Sâhibü’z-zamân Mahmûd Sâmî
Ramazânoğlu (k.s.) Hazretleri’ne yol arkadaşı olarak Medîne’ye
hicret etmişlerdir.
Hz Mahmûd Sâmî Ramâzanoğlu (k.s.), dünya hayâtlarının
sonlarına doğru yakın dostlarının ve sonradan O’nun yerine geç-
tiğini iddia eden ihvanın da içinde bulunduğu devlethanelerindebir
sohbetlerinde “Bizden sonra inşâallâh Evlâdımız Ömer Öztürk
kılavuzdur. Mûsâ Bey’e de kılavuz olsun.” buyurarak Muhterem
Ömer Muhammed Öztürk’ün ma’nevîderecesini îlân etmişlerdir.
Yine husûsî bir sohbetlerinde “Ömer Öztürk ma’nen vazifelidir.
Bizim yerimiz Medîne; onunki ise Mekke’dir.” buyurmuşlardır.
Ömürlerinin son demlerinde ise vasiyetlerinin tamâmını Muhterem
Ömer Muhammed Öztürk’e yapmışlar, techîz ve tekfîn işlerinin de
ne şekilde yapılacağını kendilerine bizzat söylemişlerdir.
Onun şu övgülerine mazhar olmuşlardır: Torunu Mahmûd
Kirazoğlu’na şöyle söylemişlerdir:
“Ömer Öztürk Ağabeyine selâmımı söyle. Senin Medîne’de
ikâmetin için Ravza’da duâ etsin. Cenâb-ı Hakk O’nun duasını
reddetmez. Duası makbul kişilerdendir O.”
Medîne-i Münevvere’de de birçok kereler aynı lafızla “Ömer
Öztürk benim en emîn ihvânımdır. Kendisi ma’nen vazifelidir.”
buyurmuşlardır.
(WWW .RAMAZANOGLUMAHMUDSAMİKS.COM)
GAYE AHLÂKI GÜZELLEŞTİRMEKTİR
Şahsında islâm ahlâkını toplayan ve sohbetlerinde de güzel
ahlâkın çok ehemmeiyetli olduğundan sık sık bahseden Muhterem
Ömer Muhammed Öztürk, Asr-ı Saadet’ten misâllerle bu mevzûyu
şöyle anlatm ışt ır:
“Hz. Hasan ve Hüseyin (r.a.) bir gün çölde gidiyorlardı. Bir
ihtiyarın abdest aldığını gördüler, ihtiyar abdesti doğru almıyor,
şartlarına uymuyordu. Yaşlı olduğu için, “Böyle abdest sahih olmaz”
demeye sıkıldılar. Yanına giderek dediler ki:
-Mübarek efendim! Birbirimizden daha iyi abdest aldığımızı
söylüyoruz. Birer abdest alal ım. Hangimizin haklı olduğunu bize
bildirir misiniz?
Önce Hz. Hasan (r.a.), sonra Hz. Hüseyin (r.a.) güzel bir abdest
aldılar. Aldıkları abdest tamamen birbirinin aynıyd ı, ihtiyar, dikkatle
baktı ve sonra dedi ki: “-Evlatlarım! Aldığınız abdestin birbirinden
hiçbir farkı yok. Asl ında ben abdest almasını bilmi-yormuşum.
Abdest almas ını şimdi sizden öğrendim.”
Muhterem Ömer Muhammed Öztürk konuyu anlatmaya bir
başka misâlle şöyle devam etmiştir: “Hz. Fât ımâ (r.anhâ) ile Hz. AİT
(r.a.) arasında bir kırgınlık olmuş. Efendimiz (s.a.v.) eve gidip de Hz.
AİT (r.a.)’i evde bulamayınca Hz. Fât ımâ (r.anhâ)’ya soruyor: “Alî
nerede?” “Yâ Resûlallâh aramızda ufak bir münâkaşa geçti üzüldü
gitti mescidde yatıyor” dedi. NebT (s.a.v), mescide gidiyor ve Hz.
AİT (r.a.)’in kumların üzerinde yattığını görüyor. Seslenip
uyandırıyor. “Kalk, yâ Ebâ Turâb (Toprağın Babası)!” diye üç defa
sesleniyor. Hz. AİT (r.a.) “Hayatta en çok hoşlandığım
künyelerimden biridir” diyor. NebT (s.a.v.) Hz. AİT (r.a.)’i kald ırıyor
eve götürüyor, ikisinin aras ına oturuyor konuşuyor sohbet ediyor
aralarını düzeltiyor, onları barışt ırıyor, müsâade alıp gidiyor.
işte NebT (s.a.v.)’in o aklımızın almadığı hârika üslûbu…
işte tatbîkatları yüce hayâtlarında, işte tatbîkatları Sahabede…
Hedef Müslüman olmak, Sünneti yaşamak, adam gibi adam
olmaktır, inşâallâh iyi bir Müslüman olmaya, hakîkî bir Mü’mîn
olmaya, Tmân-ı kâmil sahibi olmaya çalışalım. Tarîkatın gayesi
işte bu ahlâkı öğretmektir, uçmak kaçmak gibi olağanüstü hâller
göstermek değil!”
(WWW .RAMAZANOGLUMAHMUDSAMİKS.COM)
İKRÂM-I İLÂHÎ
Abdullah b. Abbâs (r.a.)’den bildirildiğine göre: Bir gün Pey-
gamber (s.a.v.)’in bindiği hayvanın arkasına binmiştim. Bana şöyle
buyurdular: “Ey genç sana bazı kaideler öğreteceğim: Allah’ın emir
ve yasaklar ını gözet ki Allah da seni gözetsin. Dâima Allah’ın
rızâsını her işinde önde tut ki Allah’ın yardımını her an yanında
bulasın…”(Tirmizi)
Bu Hadîs-i Şerîf’deki mânâyı ömrü boyunca yaşayan Muh-
terem Ömer Muhammed Öztürk -Allah uzun ömürler versin- bir
Hacc dönüşü Suriye gümrüğünde yaşadıklarını şöyle anlat ır:
“Suriye girişi ana baba günü. Her taraf araba dolu. Biz de sıraya
girdik. Binlerce araba var, yüzlerce değil. Artık sıramız ne zaman
gelecek belli değil. Kenara çekildik bekliyoruz. Bir adamcağız
(Suriye gümrüğünde görevli) geldi. “Şoför kim?” diye sordu. “Be-
nim” dedim. Bana “Kenara gel” dedi. Kenara geçtik. Adam bana,
“Bak bu arabanın her tarafı, içi dışı dolu. Şimdi bütün bunların
hepsini indireceksin. Bunların hepsini teftiş edeceğiz. Size de çok
zahmet olacak bu. Sen şimdi bana bir bahşiş ver, geç, git” dedi.
Ben de dedim ki:Resûlullâh (s.a.v): “Rüşveti alan da, veren de
cehennemdedir.” buyurmuşlardır.
Adam şaşkınlık içerisinde “Ne dedin? Bir daha söyle!” dedi.
Nebî (sav), “Rüşveti alan da veren de cehennemdedir”
buyuruyorlar. Bizim için hiçbir zahmet yok. Eşyayı teker teker in-
diririz; kontrol edersin; tekrar yerine koyarız; gerekirse bekleriz; hiç
önemli değil, dedim.
Adam sakal ımı tuttu, okşadı. (Arablarda bu çok büyük iltifatt ır.)
“işte Hac ı dediğin böyle olur, verin şu pasaportları” dedi. Aldı bizim
pasaportları, çıkardı kalemi ve hepsine imza attı. Ondan birkaç yüz
metre ilerideki çıkış kapısına işaret etti. Bunun işaretini duyunca ne
var der gibilerinden işaret ettiler. Meğer adam oranın baş
müfettişiymiş. Binlerce arabanın arasından çıkardı bizi. Hiç
beklemeden Suriye kapısını geçtik.”
işte Allah (c.c.)’nun hudûdlarını koruyan Hakk Erlerine gelen
ikrâm-ı ilâhî! Allah (c.c.) kıymetlerini hayâtlarında iken bilmeyi nasîb
etsin. (Âmin)
Not: Muhterem Ömer Muhammed Öztürk’ün hayatı ve so
sohbetlerinden oluşan yazıların diğer kısmı 6-7-8 Aralık’tadır.
(WWW.RAMAZANOGLUMAHMUDSAMİKS.COM)
KURULUŞUNUN 95. YILINDA MTTB
(MİLLÎ TÜRK TALEBE BİRLİĞİ)
Allah (c.c.)’nun “O günler (öyle günlerdir ki) biz onları İnsan-
lar arasında döndürür dururuz” (Âl-i Imrân s. 140) Âyeti
hükmün-ce takdîr ettiği 700 yıllık ömrünü, Dîn-i Mübîn-i islâm’ı
yeryüzüne hâkim kılmak için cihâdla geçiren Muhteşem Osmanlı,
dış güçler tarafından içerdeki bazı gafil ve hâin kimselerin
kullanılmasıyla, Cihan Harbi’ne sokulmuş ve millet ateşe atılıp
küfrün eline ikram edilmiştir, içine düşülen bu durumdan memleketi
kurtarmak isteyen o günkü Dârü’l Fünûn (bugünkü üniversite
gençliği) 1916 yılının or-talar ına doğru Türk Talebe Birliği’ni (TTB)
kurmuşlar, ardından da birçoğu cephelere giderek şehîd
olmuşlardır.
Savaş yıllarından sonra Millî Türk Talebe Birliği, Türk Yüksek
Tahsil Gençliğini, aralarda uğradığı bazı kesintiler haricinde,
başın-daki idarecilerinin bilgi, beceri ve gayretleri oran ında, dış
güçlerin ajanları vasıtasıyla estirilen kuzey ve batı rüzgarlarından
korumuş, gençliği bu memlekete sâhib çıkacak bir gençlik olarak
yetiştirmeye gayret etmiştir.
Özellikle 1971 yılında Genel Başkan olan Muhterem Ömer
Mu-hammed Öztürk, Millî Türk Talebe Birliği’ni hakikî gayesini
yerine getirmesi yolunda ideal bir şekilde yönetmişler ve hakîki
hedefine taşımışlardır.
1971’e kadar sadece kamoyuna yönelik ve belli mihrakla-rın
kontrol ve desteğindeki faaliyetlerinden öteye gidemeyen,
Türkiye’deki güdümlü kör döğüşün bir aktörü durumunda olan
MTTB, 1971 ‘de Muhterem Ömer Muhammed Öztürk’ün Genel
Baş-kan olmalarıyla, siyâsi birçok kurumun MTTB’yi kendi çıkarları
için kullanmak istemesine rağmen, hiçbir mihrakın kontrolü ve
desteği olmaksızın Türkiye’nin en güvenilir teşkilatlarından biri
olmuştur. Gençliğin eğitimi için birbirinden değerli kurumlar, kurslar
ve ens-titüler kurmuştur.
Muhterem Ömer Muhammed Öztürk’ün kazandırdıkları bu rûh
ve ivme ile MTTB 1980’e kadar ayn ı misyonunu devam ettirmiştir.
Türkiye’de “sofun temsilciliğini yapan bazı fikir adamlar ının dediği
gibi: “Buna engel olmak için ise Türkiye’de bir ihtilal yapılmışt ır.”
12 Eylül 1980’de memleket idaresine el koyan Askerî Yönetim
taraf ından faaliyetten men edilmiş, kapatılması neticesinde
genç-liğin yetişmesine yönelik sorumlulukları ve tüzüğü gereği
bütün mevcudiyeti Fâtih Gençlik Vakfı’na devredilmiştir.
(WWW.RAMAZANOGLUMAHMUDSAMiKS.COM)
MTTB’NİN ALTIN DEVRİ VE MUHTEREM ÖMER MUHAMMED ÖZTÜRK
Kimseyi ve hiçbir şeyi kolay kolay beğenmeyen Merhum Necip
Fazıl, üniversitelerin ve MTTB’nin bir tahlilinin yaparken Muhte-rem
Ömer Muhammed Öztürk dönemi için “süt beyazı dönemi”
hükmünü verilmiştir.
Muhammed Öztürk, mücâhidliğiyle bize hep şu iki hususu
düşündürmüştür:
ve Resûlullâh (s.a.v.)’in ilmine vâris olan Horasan Erleri vasıtas ıy-
la Türkistan’dan Anadolu’ya ve Balkanlar’a kadar dünyanın birçok
yerine islâm’ın yayılmasında Ahmed Yesevi (k.s.) Hazretleri’nin
himmeti vardır.
Bütün ömrü cihâdla geçen Muhterem Ömer Muhammed
Öz-türk 1969’da 23 yaşlarındadır ve Hz. Mahmûd Sâmf
Ramazânoğlu (k.s.) tarafından MTTB’de Müslüman bir gençlik
yetiştirmekle vazîfelendirilmiştir. MTTB ile doğrudan veya dolaylı
ilgisi olan her Müslüman gençte Ömer Muhammed Öztürk’ün emeği
ve hakk ı vard ır. Bu hak, hem ma’nevf hem maddîdir.
ittihadcıların hidâyet üzere olmaları, vatana, millete hizmet etmele-
ri için olağanüstü gayretler göstermiş onların ellerinden tutmuş ve
pek çoğuna kendi cebinden altınlar vermişdir.
Muhterem Ömer Muhammed Öztürk de geceli gündüzlü ve her
şeyini ortaya koyarak çalışmış, yetişmesine gayret ettiği birçok
kimselerin cebine harçlık koymuş, hatta evinin kirasını vermiş,
ancak bu kimseler sonraları politika fitnesi batağına düşmekten
kendilerini kurtaramamışlardır.
Bu yoğun çalışmaları esnasında yaşadıkları bir hâdise şöyledir:
“Muhterem Ömer Muhammed Öztürk, 12 Mart 1971’de MTTB’nin
kapatılması kararının iptali için uğraşmaktadırlar. Sâmf Efendi
Hz’lerinin de duâ ve iznini almak için huzuruna girip “Efendim duâ
buyurun Allâhü Te’âlâ bize şu binada on sene daha islâm’a hizmet
etmeyi ihsan buyursun” diye duâ ister ve Sâmf Efendi Hz. de “Amin”
derler.
Hz. Sâmf (k.s.)’un duası her zaman kendisiyle olan Muhterem
Ömer Muhammed Öztürk: “O duadan sonra tam on sene daha
MTTB hizmete devam etti. Eh söyleyene değil, söyletene bak.”
buyurmuşlardır.
(WWW .RAMAZANOGLUMAHMUDSAMİKS.COM)
MUHTEREM ÖMER MUHAMMED ÖZTÜRK’ÜN MÜSLÜMAN GENÇLİĞE TAVSİYESİ
“Gençliğe mürebbi (terbiye eden, yol gösterici) olunuz” em-rinin
bereketiyle Şeriat-ı Ğarrâ-yı AhmeaTnin memleketimizde yeniden
canlanmasına ve yayılmasına vesîle olan Muhterem Ömer
Muhammed Öztürk şu ifadelerinde davasını özetlemiştir: “Cenâb-ı
Hakk’ın, ‘(Habîbim) de ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun
ki Allah da sizi sevsin ve suçlarınızı bağışlasın’ (Âl-i imrân s. 34)
diye açıkça beyan ettiği ve âlemlere rahmet olarak gönderdiği,
Peygamber (sa v) Efendimiz Hazretleri’ne her hu-susta tâbi olmayı
Müslüman kendine şiar (prensip) edinmelidir ‘Biz seni ancak
âlemlere rahmet olarak gönderdik’ (Enbiyâ s.107) Âyet-i
Kerîmesi’ndeki sır aslında bizleri derin bir tefekküre sevk etmelidir.
Mü’min kişi, Resûlullâh (s.a.v.)’e bütün hâl ve hareketleriyle tam
olarak uymak mecburiyetindedir islâmiyet, Peygamberimiz (s.a.v)
ile teblîğ edilmiş ve yine O (s.a.v.) ile mükemmele ermiş-tir. Yani
îlâhî rahmetin tecellîsi yine burada tezahür ederek (or-taya çıkarak)
islâmiyet’in kâinata yayılması Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in
yüzüsuyu hürmetine gerçekleşmiştir.
islâm, sözlerde ve eserlerde kalıcı bir manzume değildir Bir
hayat nizâmı, yaşama nizâmıdır. Nefisleri ve bütün a’zâları
Resûlullâh (s.a.v)’in hayât ına göre, aynı metodla terbiye etme-liyiz,
islâm gençliğinin metod tartışmaları ile kaybedecek vak-ti yoktur.
Bunun için her ferd, her Mü’min, özellikle Müslüman gençlik,
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz Hazretleri’ni, giyinişleri, oturuşları,
yürüyüşleri, konuşmaları, yemek yiyişleri kısacası bü-tün hâl ve
hareketleri ile örnek alıp kendi hâl ve hareketlerini O (s.a.v)’e
uydurmaya çalışmalıdır.
Meselâ boş konuşuyor ve g ıybet ediyorsa terkedip ya ha-
yır söylemeli, ya da susmal ıdır. Sol eliyle yemek yiyorsa terk
ederek sağ eliyle yemeli, israfa son verip orta halli olmal ı; şaka
da olsa yalan söylememeli ve verdiği sözü mutlaka yerine getir-
meli; işlerinde acele ediyorsa, terk edip akıllı ve dikkatli hareket
etmelidir. Yol budur. Başka yollar çıkmazdadır. Müslümânın bo-
geçirecek zamanı yoktur. Her ânın hesabını vereceğinin bilin
cinde olmalıdır.
(WWW .RAMAZANOGLUMAHMUDSAMİKS.COM)