Bir gün İblis, Musa (a.s.)’a geldi ve şöyle dedi: “Sen, Allâhü Teâlâ’nın peygamber olarak seçtiği ve kelâm ettiği bir kimsesin. Ama ben, Allâh (c.c)’un yarattıklarından biriyim. Şimdi, seni öyle yapan yüce Râbbine tevbe etmek istiyorum.
Râbbani lütûf Allâh (c.c.)’un dünyada mü’min ve kâfir için eşit olarak onların yaşamlarını idame ettirecek imkânları hazırlamasıdır. Râbbani lütûf iki kategoriye ayrılır. Birincisi insanın gayri ihtiyari olarak faydalandığı lütûftur.
Anadolu’da Osmanlı Devleti’nden önce bir başka devlet, Türkiye Selçukluları hüküm sürmüştür. Bunlar, haçlı ordularını perişan etmiş, Bizanslılar’ı yenilgilere uğratmışlardır. Anadolu Selçuklu Devleti’nin dünyadan ecelleri ile, yahut suikast neticesinde veya savaşlarda şehid düşerek ayrılan sultanları, devletin başkenti Konya’nın meşhur Alâeddin Tepesi’ndeki Selçuklu hanedanına mahsus türbeye defnedilirlerdi.
İslâm’ın ilk yıllarında kölelerden ve gariban takımından bazıları guruplar halinde müslüman olmuşlardı. Bunlardan özellikle köleler, müslüman oldukları için şiddetli sıkıntılar çekmekteydiler. Kölelerin sahibi bulunan efendileri, onlara türlü türlü eziyetler ediyorlardı.
İnsanoğlu ya tek başına olur ya da başkaları ile bulunur. Tek başına yaşamayacağına ve hem cinsine muhtaç olduğuna göre, insanlarla bir arada yaşamanın âdâbını öğrenmesi lazımdır. Her insanın, arkadaşına karşı takınacağı bir tavır ve hareketi vardır.
Bu soruya Merhum Yusuf Kandehlevi (r.âleyh)’in cevabı: 1960’larda Hindistan’da büyük bir ekonomik kriz yaşanır. Temel ihtiyaç maddelerinin fiyatları hiç görülmemiş bir şekilde artar. Eşyalardaki pahalılık artık halkın dayanamayacağı bir duruma gelir. Halk, “Hayatüs Sahabe” kitabının müellifi Yusuf Kandehlevî (r.âleyh)’in yanına gelip bu durumu şikayet ederek pahalılıktan ve fiyat artışından yakınır.
Hem dinin hem de geleneğin, az olmasını her zaman değerli bulduğu şeyler vardır; az yemek, az uyumak gibi. Hem Araplar hem de bilgeler az yemek ve az uyumakla övünür, çok yemeyi ve çok uyumayı kötü görürler. Çünkü çok yemek ve içmek; açgözlülükten, bir şeye doymamaktan, oburluktan ve aşırı ihtirâstan kaynaklanır.
Hâkk Teâlâ hazretleri Kur’an-ı Kerim’de; **“Ey iman edenler! Seslerinizi, Peygamber’in sesinin üstüne yükseltmeyin. Birbirinize bağırdığınız gibi, Peygamber’e yüksek sesle bağırmayın, yoksa siz farkına varmadan işledikleriniz boşa gider.
İbn Ömer (r.a.) Resûlullâh (s.a.v.)’in şöyle buyurduğunu anlattı:. ”Bir kimse, halkın yiyecek maddelerinde ihtikâr (karaborsa) yolunu tutarsa, Allâh (c.c.)’dan uzak kalır. Allâh (c.c.) da ondan uzaktır.” Saîd b. Müseyyeb (r.a.), Ömer b. Hattab (r.a.)’den naklen Resûlullâh (s.a.v.)’in şöyle buyurduğunu anlattı. “Câlib rızıklanır; muhtekir (karaborsacı) mel’undur.
Gözlem aletlerinin ve yeni yöntemlerin gelişiminde müslüman astronomların öncellerine kıyâsla kaydettikleri büyük ilerlemeler hakkında, İslâm astronomisine yönelik modern bilimsel araştırmaların gerçekten de erken sayılabilecek bir aşamasında, bilim adamı C. A. Nallino’nun edindiği genel izlenimden şunu duyuyoruz: “Araplar hem trigonometrik formüllerin kullanımında hem de aletlerin sayısı, kalitesi bakımından ve gözlem teknikleri sayesinde öncelleri Yunanları övgüye değer bir biçimde aşabildiler.
İslâmiyet, diğer dinlerden farklıdır. İslâm dininin, başka din ve kültürlere uygun olması beklenemez. Aksi halde yeni bir dine gerek kalmazdı. Resûlullâh (s.a.v.)’in, gayr-i müslimlere muhâlefet edip yepyeni bir nizâm getirmesi, Yahudilerin de dikkatini çekmiş ve “Bu adam bize muhalefet etmedik hiçbir şey bırakmadı” demek zorunda kalmışlardır.
Sanal âlem (internet), meçhule attığımız kement. Onu avcumuzun içine alacağımızı sandığımız anda onun tarafından yutuluyoruz. Makine uygarlığında merhamet yoktur. Teknolojinin bize dayattığı hızlı olma zorunluluğu, bilişsel yeteneklerimizi zayıflatıyor. Kısa dönem hafızamız zedeleniyor.
Müslüman Türk Toplumuna Batı eksenli dayatılan “ılımlı İslam sapkınlığı” ve “tesettür meselesindeki sapmalar ve ailenin dejenerasyonu” henüz ehl-i imân ve vicdan sahiplerince tam olarak farkedilemedi. Ya da farkedilse bile, durumu ilan edebilecek sorumluluk sahibi yürekli, imân ehli yazar çizere, lokal ve cılız sesler dışında, bugüne kadar pek rastlanmadı.
Türklerin İslâm dinine kitle halinde girmeleri X. asırda vuku bulmuş ve göçebelerin İslâmlaşması en büyük tarihî hâdiseyi teşkil etmiştir. İslâm’ın bu zaferi, başka memleketler ve milletlerde olduğu gibi, bir istilâ altında olmamış; Türkler kendi irâde ve arzuları ile yeni dini benimsemişlerdi.
Cihâdın dîni terminolojideki anlamı, kâfirlerle savasta elden gelen çabayı sarfetmektir. Aynı zamanda cihâd kelimesinden türeyen mücâhede, nefis, şeytan ve fâsıklarla mücâdele anlamında kullanılır.
İnsanın geceleyin, gündüz yaptığı işlerini gözden geçirmesi gerekir. Çünkü gece dinlenip istirahât ettiği için akıl ve zekânın daha çok çalışacağı, düşüncenin daha çok yoğunlaşacağı zamandır. Eğer yaptığı işler doğru ve övgüye değerse devam eder, benzerlerini de yaparak onu izler.
Ömer bin El-Hattab (r.a.) Hazretlerinin şöyle dediği rivâyet edilmiştir. “Biz bir ara Resûlullâh (s.a.v.)’in yanında oturuyorduk. Yanımıza elbisesi gâyet beyaz, saçları simsiyah üzerinde yolculuk eseri görünmeyen ve bizden kimsenin kendisini tanımadığı bir adam çıkageldi.
XIV. yüzyıl başlarında Anadolu Türk hekimliğinin hiç kuşkusuz en büyük ismi Hacı Paşa veya asıl ismiyle Celalettin Hızır’dır. İlk ve temel eğitimini Konya’da yapıp medrese mezunu olduktan sonra ilim tahsili için Mısır’a girmiş ve Kahire’de Kalavun hastanesinde hekim olarak çalışmıştır.
Abdullah b. Mübarek (r.âleyh), kölesi satış yaparken Peygamber (s.a.v.)’e salâvat getirirse, o gelirinden yemez ve: “Sen, Peygamber (s.a.v.)’e salâvat getirerek malı övdün, müşteri tavlamak için salâvat getirdin; sakın böyle yapma! Müşteriye malının ucuz olduğunu veya güzel olduğunu söyleme, malı önüne koy, sesini çıkarmadan sat!” diye öğüt verirmiş.
Bilgisayarın ve internetin bize sunduğu kolaylıkları inkâr edemeyiz, İnternet sayesinde aylarca sürecek bir araştırmanın süresi kısalır, istediğimiz bir bilgiye anında ulaşabilir, e-posta ile anında haberleşiriz.
“Hepimizi ve Kâinatı yaratan Allâhü Teâlâ Hazretleri tarafından Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in getirip tebliğ ettiği şeyleri, İslâm Şeriati’nin hükümlerini kalb ile tasdîk ve dil ile ikrâr etmeye imân denir. İmân tasdîk ve ikrârdan ibarettir.