Zafer, maneviyatla kazanılır. Ne derecede iyi silâhlandırılırsa silâhlandırılsın, manevî yapısı bozuk olan askerin zafere erişmesi mümkün değildir. Şimdi Türk askerinin manevî yapısını ve ahlâkını, amansız bir Türk düşmanından, Roma Germen İmparatoru Charles-Quint’in Kaanûnî nezdindeki büyükelçisi Baron von Busbecq’ten dinleyelim: «Türk sistemini kendi sistemimizle mukayese ettiğim zaman, istikbalin başımıza getireceği şeyleri düşünerek titriyorum. Bir ordu galib gelecek ve pâyidâr olacak, diğerleri de mahvolacaktır Türkler’in tarafında, kuvvetli bir imparatorluğun bütün kaynakları mevcut; hiç sarsılmamış bir kuvvet var; birlik, düzen, disiplin, kanaatkârlık ve uyanıklık var. Bizim tarafta ise, umûmî fakirlik, hususî israf, sarsılmış kuvvet, tahammülsüzlük ve idmansızlık var. Askerlerimiz serkeştir, subaylarımız tamâkârdır. Bütün bunların en kötüsü, düşmanın (Türkler’in) zafere, bizim de hezîmete alışkın bulunmamızdır. Neticenin ne olacağını tahmin etmek artık mümkün mü? Yalnız İran, bizim lehimize işe müdahale ediyor. Çünkü düşman, hücuma teşebbüs ettiği zaman, arkalarını tehdid eden tehlikeyi (İran’ı) hesaba katmak mecburiyetindedir. Fakat İran, bizim mukadderatımızı geciktirmekten başka bir iş görmüyor. İran bizi kurtaramaz. Türkler, İranlılar ile işlerini neticelendirdikleri zaman, bütün Doğu’nun kuvvetlerinden yardım görerek, bizim boğazımıza atılacaklardır. Bu tehlikeye karşı ne kadar hazırlıksız bulunduğumuzu düşünmekten korkuyorum.” Yine II. Murad devrinde Türkiye’ye gelip Türk ordusunu gören de la Brocquiere şunları yazar : «Ordudaki büyük emirler ve kumandanlar, öyle basit bir kıyâfette idiler ki, onları, alayların içinde, alelade neferlerden ayırmak imkânsızdır. Padişahı (II. Murâd’ı) camide namazını kılarken gönniye muvaffak olabildim. Ne tahta benzer bir koltukta, ne bir iskemlede değil, fakat, yere serilmiş bir seccadede ibâdet ediyordu. Çevresinde, arkasında veya başı üzerinde, mevkiini işaret eden hiç bir şey yoktu»
(Yılmaz Öztüna, Büyük Türkiye Tarihi, c.9 s. 263)