Asr-ı Saâdet’te İranlılarla yapılan bir harpte, İranlılar mağlup olup teslim, oldular. İslâm orduları kumandanı Sa’d bin Ebî Vakkas (r.a.), İranlılarla anlaşma yapmak üzere, Muaz bin Cebel (r.a.)’ı gönderdi. İranlılar gâlip gelen ordunun kumandanını karşılamak için; ipekten halılar, atlastan çadırlar hazırladılar. Bu manzarayı Muaz (r.a.) görünce; “Böyle süslü yerlerde oturmak bize yakışmaz, Allah Resûlü bizleri bundan men etti” diyerek toprağın üzerine oturdu. “Her türlü salâhiyeti hâiz, anlaşma imzalayacak, gâlip orduların temsilcisi geldi, toprağa oturdu” diye İranlılar çok hayret ettiler ve Hz. Muaz (r.a.)’a “Şu Müslümanların içerisinde senden daha üstünü var mıdır?” diye sordular.
Hz. Muaz (r.a.) dedi ki: “Vallâhi, Müslümanların en gerisinde de bulunsam, onların içinde bulunmak şerefi bana kâfîdir. Yeter ki o Müslümanların içinde bulunabileyim.”
Eğer insan, hakîkaten şunu gönlünde duyabiliyorsa, mü’minlerin en gerisinde de olsa içinde bulunma şerefi kendisine yetiyorsa, kalbinde imanın tadını, lezzetini, halâvetini tatmış demektir.
(İmanın lezzetinin kalpte hissedilmesinin anlaşılma yollarından bir diğeri) Allah Resûlü (s.a.v.); “Müslümanlar tek bir vücudun gibidir. Vücutta bir organ rahatsız olursa, vücûdun diğer bütün organları da rahatsız olur ve onu hisseder.” (Buhârî, Edeb, 19) buyuruyor. Müslümanlara yapılan her şeyi kendi vücûdumuzda olmuş gibi hissetmemiz gerekir.
Arakan’da, Çin’de, Filistin’de, Suriye’de, Mısır’da ve dünyânın her tarafında Müslümanlara yapılan zulüm, işkence, haksızlık vs. eğer bizi rahatsız ediyor, bizi üzüyor ve kardeşlerimize yardım etmek için maddî ve mânevî her şeyimizi seferber etmeye çalışıyorsak, onların sıkıntılarını kendi içimizde duyuyorsak, imanın tadını, lezzetini almaya başlamışız demektir.
(Ömer Muhammed Öztürk, Sohbetler 3, s.79)