Hz. Hüseyin (r.a.) on iki imâmın üçüncüsü ve imâmların atasıdır. Künyesi Ebû Abdullah’dır. Lakabları, şehîd ve seyyiddir. Hicretin dördüncü senesinde Şa’ban ayının dördünde, salı günü, Medîne’de doğdu. Resûlullâh (s.a.v.) onun ismini Hüseyn (r.a.) koydu.
İbn-i Abbâs (r.anhümâ) şöyle nakletmiştir:
Resûlullâh (s.a.v.) her sabâh namâzını kıldıktan sonra, mübârek yüzünü Ashâb-ı Kirâm’a (r.a.e.) çevirirdi. Mübârek yüzünü gören herkesin gamı, üzüntüsü gider, mesrûr olurlardı. Bir gün sabâh namâzından sonra, mübârek yüzünü dönmedi ve Hz. Alî (r.a.)’i çağırdı. İkisi birlikte mescitten çıkıp gittiler. Ashâb-ı Kirâm nereye ve niçin gitdiklerini anlayamadılar. İkisi birlikte Hz. Fâtıma (r.anhâ)’nın evine gittiler. Resûlullâh (s.a.v.): “Yâ Alî, sen kapıda dur, gelenlerin içeri girmelerine mâni’ ol.” buyurdu. Resûlullâh (s.a.v.) içeri girdi. O sırada Hz. Hüseyn (r.a.) doğmuştu. Hz. Hüseyin (r.a.)’in mübârek yüzünde öyle bir nûr parlardı ki, karanlık bir gecede bir yere otursa, mübârek alnından ve yüzünden parlayan nûrun aydınlığında, yolu görürlerdi. Mübârek göğsünden ayaklarına kadar olan kısmı, Resûlullâh (s.a.v.)’e tam benzerdi.
Nitekim Hz. Hasan (r.a.)’in de mübârek göğsünden başına kadar olan kısmı Resûlullâh (s.a.v.)’e benzerdi. Resûlullâh (s.a.v.): “Hüseyin benden, ben de Hüseyin’denim, Allahü Te‘âlâ Hüseyn’i seveni sever.” buyurdu.
İmâm-ı Zeyne’l Âbidîn (r.a.) şöyle anlatmıştır:
Hz. Hüseyn (r.a.), Kûfe’ye giderken, yolda her konakladığımız yerde, Yahyâ bin Zekeriyyâ (a.s.)’dan bahsederdi. Bir gün şöyle buyurdu: “Dünya’nın aşağılığından ve kıymetsizliğinden biri de, Hz. Yahyâ (a.s.)’ın mübârek başını, Benî İsrâil’den değersiz bir kadına hediyye götürmeleridir!
Hz. Hüseyin (r.a.) kâtillerinden ve onların arkadaşlarından bir belâya düşmeden ve rezîl olmadan ölen yoktur.
Nasıl umarlar şehîd edenler Hüseyni,
Yevm-i kıyâmetde dedesinden sefâ’ati.
(Molla Câmi, Şevâhiddü’n-Nübüvve, s.328-335)