REKLAM İLLETİ
Reklâmlara harcanan milyarlar bir hayırlı işe, millet yararına sevk edilseydi nice problemler halledilirdi. Böyle yapılmamış, televizyon ve gazetelerle halkın zararına kullanılmıştır.
Reklâmcılık kapitalist sistemlerde zorunludur. Rekabet piyasasında patronlar kendini düşünürler. Halkın ise ne halde olduğunu akla bile getirmezler. Reklâmların millete faydası çok az zararı ise pek fazladır. Yalnız normal şartlar altında yapılan ilânlara (duyuru şeklinde) bir diyeceğimiz yoktur. Fakat ülkemizde son yıllarda reklâm harcamaları bir çığ gibi büyümüştür. Milyonlar değil artık milyarlar bu yola sarfedilmektedir. Bir harcamalar ise üretilen şeylerin maliyetine yüklenmekte ve sonunda da fakir halkın sırtından çıkarılmaktadır.
Ayrıca kadıların reklâm vasıtası olarak bir mal bir meta haline getirilmesi de insanlık açısından acı bir kayıp ve büyük bir üzüntü vesilesidir. Sanırız kadının bu kadar istismar edildiği ve sömürüldüğü devirler tarihte geçmemiştir. Reklâmcıların çoğu kadını menfaatine alet etmektedir. Reklâm vasıtası kadınların feci halini her an görmek, her yerde ve köşede seyretmek mümkündür. Bu bir yüz karasıdır. Eşitlik ve hürriyet adına kadının başına neler getirilmiştir. Bu mudur hürriyet ve eşitlik. Kadınlar, kendilerine reva görülen bu zulmün bir idrakine varabilselerdi ne pahasına olursa olsun haklarını ararlar ve bunları affetmezlerdi.
STRES?
İnsan beyin tabanında yer alan talamus, hipotalamus ve hipofiz gibi idare merkezlerinin ifrazları terlemekten üşümeye, idrar teşekkülünden kan dolaşımına, solunumdan acıkmaya, hiddetlenmeden sükunete, üzüntüden sevince kadar en basit faaliyetten en komplike (karmaşık) faaliyete kadar her hadiseyi kontrol ederler.
Bu sistemler insanın ruhi yapısı üzerine de müessirdir. Muhakeme kaabiliyeti, hafıza, hadiselerin değerlendirilmesi gibi faaliyetlerde aynı sistemler silsilesinin kontrolündedir.
Sebepleri çok çeşitli olmakla birlikte insan vücudunu bu maddi ve ruhi dengesini bozan menfi baskılar topluluğuna umumi bir ifade ile «STRES» adı verilir.
STRESTEN NASIL KURTULUNUR?
İnsan bütün yaptıklarını bir muhasebe sonunda yapmaya gayret ederse; iç dünyasının ikazlarını nazar-ı dikkate alırsa neticede bir uyuşmazlık olmayacaktır. Otokritik halinde (Nefs muhasebesinde) ise yaptıkları inandıkları şeyler olduğundan vicdani olarak rahat olacaktır. Çözüm bulamadığı hadiselere karşı bir yere dayanmak mecburiyetindedir.
Sebeplerin yaratıcısı olarak Allah (c.c.)’ı bilen bir insan elbette ki onun yaptıklarına razı olacaktır. Hadise zuhurundan önce yapılması gereken işleri yapar, gerekli tedbiri alır. “Hayır vaki olandadır..” Hadis-i Şerifini düşünerek olanların kendisi için hayırlı olduğuna inandığında lüzumsuz üzüntülere kapılmaz ve rahat eder.
İSLÂM BARBARLIK MI?
İslâm, kan dökücü bir din değildir. Ama müslümanların bir «Şeriat Devleti» içinde yaşadığı yerlerde, insanların canlarına, mallarına, ırz ve namuslarına en küçük bir tecavüzün olduğu yerde devlet, ibret olsun, suç işlenmesin ve mazlumun hakkı alınsın diye adam öldüreni (Kur’ân’daki Kısas âyeti hükmünce) öldürür, hırsızlık edenin elini, kolunu keser, zina edenleri, ırza tecavüz edenleri taşlayarak öldürür. Bütün bir cemiyette asayişin, emniyet ve huzurun devamı ve asla suç işlenmemesi için cemiyetin mikropları hükmündeki birkaç yüz suçlunun yok edilmesi cemiyetin sıhhatidir. «Kısas’ta sizin için hayat vardır» mealindeki âyet bu sıhhati ifade etmektedir. Devlet tepeden tırnağa mutlak «İslâm Ahlâkı» ile vasıflı kadrolar elinde idare edilir. Devlet kadrolarında kâtil, cani, hırsız ve ırz düşmanları, sarhoş, kumarbaz ve ahlâksızlar istihdam edilirse, onların zahiren «Şeriat»ı tatbik ediyorlarmış intibaını vermek için halkın elini kolunu kesmeleri, taşlama ve kısas tatbik etmeleri zulümdür. Son derece namuslu, dürüst, faziletli, Allah c.c.) ve Resulüne (s.a.v.) ve samimiyetle bağlı, yaşayışında mütevâzi, ilim ve hilm sahibi gerçek mü’min ve müslümanların hâkim olduğu Osmanlı Devleti gibi bir «Şeriat Devleti»nde bu gibi cezalar gerçek medeniyetin tâ kendisidir. Barbarlık, Batı dünyası’na has bir düşüklüktür.
***
“Yeryüzünde böbürlenerek yürüme, çünkü sen ne yeri delebilir ve ne de boyca dağlara ulaşabilirsin.” (İsra: 37)
RESÛLULLAH (S.A.V.) EFENDİMİZİN BİLDİRDİĞİ BAZI GERÇEKLER
Peygamberimiz (s.a.v.), kendisinden asırlarca sonra keşfedilecek veya keşfine çalışılacak bazı ilmî, fennî hakikatlan Ayet-i kerîmelerle kıyamete kadar gelecek herkese haber vermişlerdir. Meselâ:
Arzın semavi cisimlerle bitişik iken birbirlerinden ayrılmış olduklarını; güneş, ay gibi semavi cisimlerden her birinin birer Felek’te yüzdüğünü; (Enbiyâ: 30, 33)
Güneşin kararlaşacağı yere doğru seyr ve cereyan eylediğini (Yasin: 38)
Göklere muvazene (denge) kanununun vaz’edildiğini (Rahman: 7)
Semanın ilk halinin gaz olduğunu (Fussilet: 11)
Bütün insan neslinin Hz. Adem’de zerreler (Gen) halinde bulunduğunu
(Â’raf: 173)
Ruhun mahiyetini kavramağa, insan ilminin yetmeyeceğini (İsrâ: 85)
Göklerde de insanlar gibi yaratıklar bulunduğunu ve Allah’ın onlan bir zaman insanlarla bir araya getireceğini (Şûrâ: 29)
Aşıcı, bastırıcı, kuvvetli bir araç olmadıkça göklerin sınırlarını (Fezayı) aşmak mümkün olmayacağını (Rahman: 33)
İnsanların bütün tutum ve davranışlarının kayıda alındığını (Casiye: 29)
Cansız, dilsiz sanılan şeylerin dahi, insanların kolay kolay anlayamayacakları hususi bir dile sahip olduklarını (İsra: 44) ve daha bir çoklarını.
(İslâm Tarihi-Mekke Devri Sh. 132)
KÜLTÜR İÇİNDE KÖK MESELE
Kültür davalarımız yığın yığın… Mektep, talebe, disiplin, ahlâk, terbiye, bilgi, kitap, usul, yabancı profesör, yerli muallim ve saire ve saire… Bu karma karışık kesret (çokluk) ifadesi bence tam bir vahdet arz ediyor. Mesele bir çok değil bir tane…
Herhangi bir dalın yaprağında küçük bir baygınlık alameti sezilir sezilmez hatıra derhal kök gelmeli… Bir ağacın köküyle en uzak yaprağı arasındaki sıkı münasebet kadar, binlerce kültür meselesinin de onlara can, biçim, hız ve istikamet veren ana görüş manzumesiyle alakası vardır.
Kök meselenin en mahrem şubeleri:
— Dünya ilim ve fikir cereyanları karşısında durumumuz ne?
— Kafamız iktibasçı mı, telifçi mi?
— Ahlâk ölçümüz nerede ve nasıl?
— Ne vasıflarda bir gençlik istiyoruz?
— Bu gençliği ne vasıfta muallimler yetiştirir ve nasıl yetişir?
— Milletler arası bir müessese olan ilim bu hassasına rağmen milli bir kaseyle mühürlü değil midir?
— İlim tevzî (dağıtma) içinde, onu en yukarda dağıtan en üst elden, en aşağıda toplayan en küçük avuca hâkim prensipler ve metodlar?
Kök telâkkiyi, bütün çizgilerin merkezde toplandığı bir mimarî motif halinde meydana getirilmedikçe kültür tatbik sahalarında zaaf, daima göze çarpacaktır. (N.F.K. – Çerçeve l, Sh. 143)
EN İYİSİ ANNE SÜTÜ
Artık modern bilim Kur’ân-ı Kerîm’de 1400 yıl önce faydası ve verilme gereği bildirilen anne sütünün değerini son 20-30 yıldır tanımaya başladı.
Yıllarca halkımıza körü körüne olan batı özentisinin bir tezahürü olarak yanlış anlatılmış. Anne sütünün çocuğun beslenmesi ve gelişimi üzerindeki önemli etkilerini şöyle sıralayabiliriz.
Enfeksiyonu önleyici faktörler taşır.
Anne sütü, bebek için en uygun kalite ve kontite besleyiciler ihtiva eder,
Her yerde ve zamanda temiz ve hazırdır.
Ekonomiktir. Aile bütçesine külfet getirmez.
Çocuğun psikolojik gelişmesinde olumlu etkileri vardır.
– Annede meme kanseri insidansını (sıklığını) azaltır.
– Kısmen kontraseptif etkisi vardır.
Alerjik özelliği yoktur, ishal ve döküntü yapmaz.
Bebek için gerekli bütün vitaminleri taşır.
Bebek doğar, doğmaz en kısa sürede (ilk 30 dakika içinde) anne sütü verilmelidir.
Çünkü annenin ağız adı verilen ilk sütü ( = colostrum) bebek için çok değerli maddeler ihtiva etmektedir. Halk arasında sarılık yapacağı gibi bir inanç vardır. Yapılan araştırmalarda yenidoğan bebeğin mide-bağırsak sisteminin ilk karşılaşacağı gıdanın ağız adı verilen ilk süt olması gerektiği ortaya konmuştur.
ARININ HIZ VE YOL TAYİNİ
Arının iki gözü arasında üç adet daha basit küçük göz vardır ki bunlara oküler hücre denir. Bunlar sayesinde arı sabah bal toplama, akşam da geri dönme zamanının geldiğini ayarlar. Yani bir nevi Fotometre görevi görür bu gözler.
Arı gözü bir çok satıhtan oluşmuştur. Bunların herbiri gökyüzünü parçalar halinde, toprağı ise parseller, halinde görür. Bu sayede arı hızını ayarlamak için müthiş bir imkâna sahiptir. Günümüz havacılığında uçuş hızını ölçmek için ayni prensipli takimetreler kullanılır.
Arı kovandan ayrılarak uzun uçuşa çıkar uçuş doğrultusunu sürekli değiştirir. Arı bal bulmak için istediğince dolaşsın eski geçtiği yolları unutmaz. Gözündeki aydınlık – karanlık imajları ve güneşe göre aldığı açıları hafızasına kaydeder. Dönerken de programı sondan başa doğru takip etmeğe çalışır.
Uçma hızının tayini için arının evleri, ağaçları tanıması gerekmez. Gözün satıhlarından birinin imajı aydınlık ve karanlık takip etmesi daha sonra diğer sathın aynı imajı aynı şekilde tespit etmesi kâfidir. O zaman uçuş hızı her iki imajın görülmesi arasındaki zamanın hesaplanmasıyla bulunur.
Açı aynı zamanda hızını havaya göre de tesbit edebilir. Antenlerindeki sinir hücreleri, rüzgârın tesiri ile eğilen antenin kavisini hesap ederler.
(Canlılar Alemi – Bedir Yayınevi)
UYUŞTURUCU MADDELERİN ZARARLARI
Esrarın hem dine, hem de bedene zararı vardır. Bedene yüzyirmi türlü zarar verdiğini söylerler. Bunlardan birkaçı şunlardır.
Gözleri zayıflatır.
İnsanı kıskanç ve cimri yapar.
İnsanda mürüvvet bırakmaz.
Merhametsiz yapar.
5-Haram işlemeğe sürükler.
6-Soyunu keser.
Organları titredir.
Ağzı pis kokutur.
Kirpikleri düşürür.
Dişleri çürütür.
11-Benzi sarartır.
Çalışmayı engeller.
Kötü lâflar söyletir.
Fesatlık yaptırır.
İnancı yok eder.
Abras ve cüzzâm hastalığına davet eder.
(İmâm-ı Kastalani Mevahibü Ledûnniye C.1, S.152)
***
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz buyurmuşlardır:
“Halk arasını düzelten ve bunun için hayır kasdıyla söz ulaştıran veya hayır kasdıyla yalan söyleyen, yalancı değildir.” (S. Buharî, C.8, S.111)
ORGAN NAKLİ
İmâm-ı Nevevî hazretlerinin “Fetvâlar” kitabında şöyle yazılıdır: İnsanoğlu bütünüyle şerefli ve muhteremdir. İşte bundan dolayı, onun saçından veya diğer parçalarından istifade etmek haramdır.
Bilelim ki, aslî unsurumuz olan rûhumuza giydirilmiş olan bedenimiz üzerinde gerçek tasarruf sahibi ancak yüce Yaradandır.
İmâm-ı A‘zam Ebû Hanîfe hazretlerinden şöyle bir fetvâ nakledilmiştir:
İkinci Abbâsî halîfesi Cafer-i Mansur, isyan eden Musullular üzerine gidip katliam yapmak için bir âlimler şûrasının fetvâsını, siyâsî gaye ile almaya kalkmıştır. Hemen bütün âlimler kendisine doğru ve haklı bulucu fetvâ verecek olmuştur. Cafer-i Mansur, o mecliste bulunan ve o zamana kadar susan İmâm-ı A‘zam (r.a.)’e yönelerek; “Sen ne diyorsun yâ İmâm”? diye sorması üzerine İmâm-ı A‘zam hazretleri; Bu âlimlerin fetvâları yanlıştır. Her ne kadar Musulluların bir müddet evvel;
Bir daha sana itiraz edersek, çoluk çocuk hepimizin kanı sana helâldir, diye söz vermiş olsalar bile, senin onları katliam yapma hakkın olamaz.
Çünkü, bir kimsenin kendi hayatı üzerinde gerçek ma‘nâda tasarruf hakkı yoktur. Hayatın gerçek sâhibi Yüce Allâh’tır. Herhangi bir insanın bir başkasına; kanım sana helâl olsun, demek hakkı olamaz. Yoksa Kur’ân’ı Kerîm’in yasakladığı intihar meşru olurdu, demesi üzerine diğer âlimlere bakan Cafer-i Mansur, hemen hepsinin başlarını önlerine eğerek sustuklarını görünce oldukça bozulmuş ve tabii katliam seferinden vazgeçmiştir.
Ebû Hanîfe (r.a.)’in hayatını konu edinen eserler uzun uzadıya konuyu anlatmaktadır. (Bezzazî, 2.c., 22.s.)
YAHUDÎLERİN İNCİL İLE KUR’ÂNI İNKÂR ETMESİ
“Bir de onlara, “Allâh’ın indirdiğine imân ediniz” denildiği zaman, “Biz bize indirilen (Tevrat’a) inanırız” derler ve ondan başkasını inkâr ederler. Halbuki o (Kur’an) yanlarında bulunan (Tevrat’ı) tasdik edici bir gerçektir. De ki: Öyle ise daha önce, eğer îman edenler idiyseniz, niçin Allâh’ın peygamberlerini öldürdünüz?” (Bakara s. 91)
Bil ki ayette bahsedilen davranış, yahudilerin çirkin fiillerinden biridir. “Onlara… denildiği zaman” sözü ile Cenâb-ı Hakk yahudileri kastetmektedir. “Allâh’ın indirdiğine imân ediniz” ifâdesinden murad, “Allâh’ın indirdiği bütün kitaplara imân ediniz” demektir. Bütün kitaplara imân etmenin gerekli olduğu görüşünde olanlar, bu âyeti delil getirerek, âyetteki “mâ” harfinin umûm ifâde eden “ellezî” manasında olduğunu söylemişler ve şöyle devam etmişlerdir: Çünkü Hakk te‘âlâ onlara Allâh’ın indirdiği şeylere iman etmelerini emretmiştir. Onlar indirilenin bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr edince de onları bu sebepten kınamıştır. Eğer “mâ” lâfzı umûm ifâde etmemiş olsaydı, bu kınama uygun olmazdı. Sonra Cenâb-ı Hakk onlardan kendilerine bunu emrettiği zaman, “Biz, bize indirilene inanırız.” Yani sadece, “Tevrat’a ve Hz. Musa’nın şeriatını devam ettirmek için gelmiş olan diğer peygamberlerin kitabına inanıyoruz” dediklerini nakletmiş; yine onların, Tevrat’ın dışındaki kitabları yani İncil ve Kur’an’ı inkâr ettiklerini haber vermiştir. Bu hâdiseyi, onları kınamak maksadıyla zikretmiştir. Çünkü, indirilmiş olan kitabın Allâh katından olduğunu bilme imkânları olmadığı halde, onlara, “Allâh’ın indirdiği şeye iman ediniz” denilmesi caiz değildir.. Aksi halde böyle birşey teklif-i mâla yutak (güç yetirilemeyecek şeyi teklif etmek) olurdu. Deliller o kitabın Allâh (c.c.) katından olduğunu gösterince ona iman etmek vâcib olmuş, böylece de Allâh (c.c.)’ün indirdiği kitapların bir kısmına iman edip, bir kısmına inanmamanın bir tenakuz olduğu sabit olmuştur.
(Fahrüddin er-Râzî, Tefsîr-i Kebir, 3.c., 221.s.)
MÜSLÜMANLAR BUGÜN NEDEN
ZİLLET İÇİNDE YAŞIYOR?
Resûlullâh (s.a.v.) Efendimizin zamanına daha yakın, kitab ve sünneti bütün özellikleriyle daha iyi bilen, Ashabı (r.a.e.)’nin görüş ve fetvalarını araştıran, en iyi inceleyen müçtehid imamların ve onların devrinde yaşayan, ders halkalarına devam etme şerefine nail olan selef-i salihînin fıkhî görüşlerini “taklid olur” diye bırakarak, kitap ve sünet ıstılahlarından, nasih ve mensuhtan, fıkhî bilgiden yoksun ve hatta selefin eserlerini okumaktan ve anlamaktan aciz kimselerin, yeniliklere kalkışmaları ve kendilerini müçtehid veya Ashaba tercih saymaları cidden çok garip ve gülünçtür. Reformcular bu tür davranışlarıyla hem kendilerini ve hem de saf müslümanları yüce dinden, şer’i şerifin yolundan saptırmaktan başka ne yapabilirler? Müslümanlar bugün zillet içerisinde yaşıyor ve inançlarının gereği gibi yaşayamıyorlarsa, bu selefi ve müçtehidleri taklid ettiklerinden dolayı değil, tam tersine onlardan ve onların fıkıhlarından uzak kaldıklarından dolayıdır.
Bu yüzden toplumu inançsızlık ve ahlaksızlık bataklığından kurtaracak tek yolun yeniden İslam’a dönüp, selefin eserlerini okuyup anlamak, tatbik imkanlarını aramak ve bulmakla mümkün olacağını ve İslâm fıkhını bilmeden, okumadan, bizzat yaşamadan içtihad ve temyizde bulunamayacağını zamanın müslümanı çok iyi bilmelidir. Gençliği asıl kaynaklardan soğutmak, müçtehid imamlar ve eserleri üzerinde kuşkular uyandırmak İslâm’a vurulan büyük bir darbedir. Oysa ki eleştirilen İslâm âlimlerinin hayatları ve mücadeleleri, yiğitlik ve cesaretlerini yakından tanıyan ve ilmi yetenekleri ile hem kendi zamanlarına ve hem de daha sonraki kuşaklara ışık saçan Ehl-i Sünnet âlimleri ile bu nevzuhurları karşılaştırmak mümkün değildir.
(Mehmed Çağlayan, Ehl-i Sünnet ve Akaidi, 66-67.s.)
TAKİYYE VE ŞİÎLER
Bir kimseyi istemediği halde ondan korkarak yüzüne gülmesi ve ona dost gibi görünmesidir.
“Bahsi geçen bu takiyye prensibi ile amel etmek Câferîyye cemaati nezdinde dînin esaslarındandır. Onlar bu prensibi ispatlamak için bir takım âyetleri de zorlamaktadırlar; meselâ onlar, Kasas sûresindeki, “Ülâike yü’tevne ecrahüm merrateyni bimâ saberû”; (İşte bunlara, sabrettiklerinden dolayı mükâfatları iki defâ verilecektir.) âyeti kerîmesini şöyle tefsîr etmişlerdir: “Ehl-i beyte takiyye prensibi üzerine gösterdikleri sabr u sebattan dolayı iki defâ mükâfat verilecektir.” Bu ise, yerden göğe kadar yersiz ve münasebetsiz bir tev’ildir; son derece keyfî ve indîdir. Câferîlere göre bir Şiî, Ehl-i Sünnet arasında bulunduğu zamân bütün ibâdetlerinde zahiren onlara uymalıdır. Bu da takiyye kabilindendir. Bu görüşlerini de bazı imâmlarından naklettikleri bir kaç söz ile teyit etmektedirler: “Kim ki takiyye için bir sünnînin peşinde namâz kılsa bir peygamberin peşinde namâz kılmış gibi olur.” sözü gibi. Onlar, kendi imâmlarının birçok yaptıklarını bu takiyye ile tefsîr etmişlerdir. Hattâ Hz. Alî (k.v.)’nin, Hz. Ebû Bekir (r.a.) ve Hz. Osman (r.a.)’ın hilâfetlerine rıza göstermesi, Hz. Hasan (r.a.)’ın da Muâviye (r.a.) için hilâfetten vazgeçmesi ve imâmlarının cemaat-ı müslimine karşı muhalefet izhar etmemeleri, Câferîlere göre takiyye kabilindendir. Yani korkularından hakkı söylemeyerek, hakkı bırakıp haksızlığa yardımcı olmuşlar. Halbuki Hz. Alî (k.v.) için korkuyu icap ettiren en ufak bir durum bile ortada yoktu. Hayret, kavim ve kabilesi bakımından Hz. Alî (k.v.)’den çok zayıf olan Hubâb b. Münzir, elinde bir delili bulunmadığı halde korkmayıp Hz. Ebû Bekir (r.a.)’in halîfe seçilmesine itiraz edip de, Hz. Alî (k.v.) gibi büyük bir kahraman niçin sebepsiz yere sussun! Bu hiç mümkün mü? Hubâb mücâdelesini yaptı, hiç kimse ona kavlen veyâhut fiilen bir eziyet vermedi. Hz. Alî (k.v.)’nin bundan haberi de vardı. Şu halde susması korktuğu için değil, yanında bir delil olmadığı içindir… Son olarak deriz ki: Biz Ehl-i Sünnet olarak korkak bir Alî’yi tanımayız. Korkak Alî bizim değil, ancak Şiîlerindir. Bizim Alî’miz ise büyük bir İslâm kahramanıdır. Peygamberler hariç, cihan tarihinin gelmiş geçmiş en büyük kahramanıdır.
(İmâm Zehebî (rh.a.),
Büyük Günâhlar, Ekbölüm, 263-264.s.)
BAĞDAT’IN BOMBALANMASIYLA
YOK EDİLEN HAZİNELER
İslam alimlerinin yazmış oldukları eserler sayısızdır. Bu konuda İsmail En-Nebehanî şöyle diyor: “İslam ilim adamlarının yazdıklarını sayı altına almak imkansızdır. El-Hafız EsSuyutî’nin yazdığı kitaplar sadece beşyüz civarındadır. Bunların her birisi ise birkaç cilttir. Çoğu da dînî konuları ihtiva etmektedir. Ondan daha evvel El-Hafız İbn-i Hacer, İmâm Beyzâvî ve Şehzâde, İmam En-Nevevî, Şeyhülekber Muhyiddin Arabî (bunun eserleri birkaç yüzü geçmiştir, her biri birkaç cilttir). Bunlardan önce ve gerekse daha sonra yaşamış sayılmayacak derecede âlimler vardır. Eş-Şa‘ranî, İbnü’l Hacer, El-Mekkî, El-Menavî, Aliyyü’l Kârî ve İbn-i Kemal paşa gibi… İslam dîninin yetiştirdiği dünya çapındaki ilim adamlarını sayacak olursak binlercesinin adını yazmak zorunda kalacağız. Bununla beraber, selef zamanından bu ana kadar isimlerini duymadığımız ve eserlerini görmediğimiz pek çok âlim de vardır. Diğer dinlerde bu kadar eser yazmış ilim adamı görmek mümkün değildir. Hatta yazdıkları eserlerin toplamı sadece bir İslâm ilim adamının eserleri kadar bile değildir, örneğin: Şeyhulekber’in yalnız tefsîri yüz cilttir. Onun gibi İmam Beyzâvî İbn-i Nakid El-Makdesî’nin tefsiri ondan daha büyük, keza Abdülvehhab Şa‘rani’nin El-Minen El-Kebir adındaki kitabının altıncı babında; Eshabuttabakat hakkında şöyle diyor: Deniliyor ki: Hafız İbn-i Şahin, üçyüz otuz kitap yazmıştır. Bunlardan sadece biri bin ciltlik Kur’an-ı Kerim tefsiridir. Onlardan bir tanesi de bin altı yüz ciltlik hadis müsnedidir. İmam Eş-Şa‘ranî devamla: Bazı ulemanın rivayetlerine göre, Şeyh Abdulgaffar Elkosî, Şafii mezhebinde bin cilt te’lif etmiştir. Celâleddin Es-Suyutî de diyor ki: Şeyh Ebu’l Hasan El-Eş‘arî, altıyüz ciltlik bir tefsir yazmış ve bu tefsir hala Bağdat Nizâmiye Medresesi kütüphanesinde korunmaktadır.”
(Mehmed Çağlayan,
Ehl-i Sünnet ve Akaidi, 170-171.s.)
AİDS HASTALIĞI
Genellikle zina ve homoseksüellik (eşcinsellikle) gibi cinsî temas sonucu olarak, erkekten ve hayvandan insana geçen bulaşıcı ve öldürücü bir hastalıktır. Henüz tedavisi mümkün olmamaktadır. Cinsel temas, kan ve kan ürünleri yoluyla bulaştığı gibi, AİDS’li annenin sütünü emen çocuğa da bulaşmaktadır. Ancak cinsel temas yoluyla bulaşması, diğerlerine göre %73 nisbetinde yüksektir.
Halsizlik, kansızlık, ishal, deri dökülmeleri, bronşit, zatürre, solunum yetersizliği, menenjit, karaciğer fonksiyon bozukluğu, muhtelif felçler, bazı kanserler ve nihayet vücudun bütün hastalıklarına karşı dirençsiz kalması gibi belirtiler gösterir.
(Doç. Dr. Ahmet Coşkun,
İlim ve İslamın Işığında AİDS)
Peygamberimiz (s.a.v.) de: “Herhangi bir millette fuhuş yaygınlaşırsa, o toplumda toplu ölümler çoğalır.” (Muvatta, Cihad 26)
“Bir millette (zina ve homoseksüellik gibi) fuhuş açıktan yapılır ve yaygınlaşırsa, onlar arasında taun, yani bulaşıcı bir hastalık baş gösterir. Bununla da kalmaz, kendilerinden önce yaşayan insanların tanımadıkları, yeni hastalıklara maruz kalırlar.” buyurmuştur. (İ.Mace, Kitâbü’l Fiten 4019)
Bu çirkin fiileri yapanlar hakkında Peygamberimiz (s.a.v.)’in haber verdiği “adı bilinmedik bulaşıcı hastalıklar meydana getirir” buyurması apaçık bir mucizeden başka bir şey değildir.
“Ey Muhammed sana vahyolunan kitâbı oku. Namâzı dosdoğru kıl. Şüphesiz namâz insanı fuhuş ve kötü şeylerden alı koyar.” (Ankebût s. 45)
“Zinâya yaklaşmayın. Zîrâ o, bir hayâsızlıktır ve kötü bir yoldur.” (İsra s. 32)
TARIM KORUMA VE HAŞERE
İLAÇLARININ YAN TESİRLERİ
Modern haşere ilaçları, öldürülmek istenen organizma ile birlikte diğer bazı canlıları da yok etmekte ve bunlar arasında ekseriya haşerenin tabii düşmanları ve onunla beslenen organizmalar da yer almaktadır. Beslenme zinciri bir defa kırılınca veya bozulunca, tabii düşmanları tarafından kontrol edilen bir organizma toplumunda nüfus sayısı birdenbire artmakta ve bu sefer bu yeni organizmanın kendisi haşere durumuna gelerek zirai mahsulleri tehdit etmeye başlamaktadır.
Haşere ilaçları ile ilgili en önemli problem, böcek türündeki başlıca haşerelerin, çok kullanılan ilaçlara karşı gittikçe artan şekilde mukavemet göstermeleridir. Bununla beraber bir ilacın bir bölgede bulunan milyarlarca haşerenin bütün fertlerini öldürmesi nadirdir. Toplumun birkaç ferdinde bu ilaçtan daha az müteessir olacak genetik özellikler bulunabilir. İnanılmaz derecede yüksek üreme hızları ile hayatta kalan bu dirençli fertler, bu ilaca karşı daha dayanıklı yeni toplumlar meydana getirebilirler. Ev sineklerinin bir kısmı, pamuk kurdu ve sıtma mikrobu taşıyan bazı sivrisinekler de dahil olmak üzere 200 den fazla haşere türü, 1940 yılından itibaren kullanılan bu tür haşere ilaçlarına karşı dirençli hale gelmişlerdir.
Bir tür, dirençli hale geldiği zaman, genel olarak bu kimyasal madde daha büyük dozlarda, daha sık olarak tatbik edilmekte ve sonra daha etkili kimyasal maddeler kullanılmaya başlanmaktadır. Neticede, kısa bir zaman içinde bu yeni ilaçlara karşı da direnç gösteren türler ortaya çıkmaktadır. Bu durum gittikçe daha kuvvetli zehirlerin kullanılmasına sebep olmakta ve bizi bir fasit daire içine kilitlemektedir.
(Prof. Dr. Yılmaz Muslu,
Ekoloji ve Çevre Sorunları, 169.s.)
EVRENİN YARATILIŞI
Evrenin patlama hızı inanılmayacak kadar hassas bir
kesinlikle belirlenmiştir. Bu nedenle “Big Bang” herhangi bir
patlama değil, her yönüyle çok iyi hesaplanmış ve düzen-
lenmiş bir oluşumdur. “Big Bang” kavramını duymuş olan
ancak konuyu fazla incelemeyen kimseler, evreni başlatan
bu patlamanın ardında olağanüstü bir hesaplama olduğunu
pek düşünmezler. Çünkü “patlama” kavramı, adı üstünde,
insana düzen, hesap, plan gibi kavramları çağrıştırmaz.
Oysa Big Bang’de akıllara durgunluk verecek kadar hassas
bir düzenleme vardır.
Big Bang bir patlama olduğuna göre, beklenmesi gere-
ken, bu patlamanın ardından maddenin uzay boşluğunda
“rastgele” dağılması olacaktır. Bu rastgele dağılan madde-
nin evrenin belirli noktalarında birikip galaksiler, yıldızlar ve
yıldız sistemleri oluşturması ise, buğday ambarına atılan bir
el bombasının, buğdayları toplayıp, düzenli balyalara sarıp
üst üste istiflemesi kadar “anormal” bir durumdur. Big Bang
teorisine uzun yıllar karşı çıkmış olan Sir Fred Hoyle, bu
durum karşısında duyduğu şaşkınlığı şöyle ifâde eder:
“Big Bang teorisi evrenin tek ve büyük bir patlama ile
başladığını kabul eder. Ama bildiğimiz gibi patlamalar mad-
deyi dağıtır ve düzensizleştirirler. Oysa Big Bang çok gizem-
li bir biçimde bunun tam aksi bir etki meydana getirmiştir:
Maddeyi birbiriyle birleşecek ve galaksileri oluşturacak hâle
getirmiştir Gerçekten de Big Bang ile oluşan madde “olağa-
nüstü” bir biçimde şekil ve düzen almıştır. Böyle bir düzenin
oluşabilmesi ise bizi tek bir gerçeğe götürmektedir: Evrenin
üstün kudret sahibi Allah tarafından kusursuzca yaratıldığı
gerçeğine…”
“Göklerin ve yerin mülkü O (c.c.)’undur; çocuk edin-
memiştir. O (c.c.)’ya mülkünde ortak yoktur, her şeyi
yaratmış, ona bir düzen vermiş, belli bir ölçüyle takdir
etmiştir.” (Furkan s. 2)
(Paul Davies, Superforce: The Search for a Grand Unified Theory , 184 s.)
İSLÂM’IN İKTİSADÎ ESASLARI
İslâm’ın öngördüğü iktisâdî sistem kapitalizm ve komü-
nizmde olduğu gibi bir teori değildir. Bazı dönemlerin bozuk
ekonomik sistemlerine tepki olarak da doğmamıştır. İslâmiyet;
bir milletin sosyal, iktisadî ve hukukî ihtiyaçları, dünyâdaki
ve âhiretteki durumları esas alınarak bildirilmiş olan Allahü
Teâlâ’nın ve O (c.c.)’un yüce Peygamberi (s.a.v.)’in emirleri
ve teblîğleridir.
Alış-veriş ve malların fiyatlarının oluşması, arz-talep esa-
sına göre yürür. İhtikâr (karaborsacılık) ve fâhiş kâr yasaklan-
mıştır. Ferdin iktisadî hürriyeti, mülk edinme ve miras hakkı
vardır.
“…Tâ ki, o mal, sizden yalnız zenginlerin elinde dola-
şan bir servet olmasın.” (Haşr s.7) Bu ayet, servetin belirli
ellerde toplanmasını ve âtıl bir halde tutulmasını yasaklamak-
tadır. Fakat zengin, malını meşru yoldan kazanmışsa onun
saygınlığı vardır. İslâm onu yararlı yollara vermeye teşvik
ederken yersiz harcamalardan ve israftan da men eder.
Nebi (s.a.v.)’in getirdiği bazı iktisâdî düsturlar şunlardır:
“Yetimin malına yaklaşmayın. Meğer ki yetim büyüme
çağına yetişinceye kadar en iyi şekilde yaklaşın. Ölçüyü,
terâziyi adâletle tutunuz. Hiç kimseye gücünün yetmeye-
ceğini yüklemeyiniz.”
“Bir kimse gıdâ maddelerini alıp, pahalı olup da sat-
mak için kırk gün saklarsa hepsini fakirlere dağıtsa, gü-
nahını ödeyemez.”
“Satılan bir şeyin kusurunu gizlemek helâl değildir. O
kusuru bilip söylememek de kimseye helâl değildir.”
“Ticârete hıyanet karışınca bereket gider.”
Enes bin Mâlik (r.a.) buyurdu ki; Medîne-i Münevvere’de
pahalılık oldu. “Yâ Resûlullah (s.a.v.) fiyatlar yükseliyor.
Bize kâr haddi koyunuz.” denildi. “Fiyatları koyan Allahü
Teâlâ’dır. Rızkı genişleten, daraltan, gönderen O (c.c.)’dur.
Ben Allahü Teâlâ’dan bereket isterim” buyurdu. Bu hadîs-i
şerîf ile arz ve talep kânununu ortaya koymuşlardır.
(Rehber Ansiklopedisi, 9.c., 380.s.)
NİÇİN MÜSLÜMAN OLDU?
Avrupa’nın meşhûr ilim ve fikir adamı Roger Garaudy
1982’de müslümanlığı seçti bunun sebebini bir konferan-
sında bütün dünyaya şöyle açıkladı, “Evet, bugün ben
Müslümânım. Niçin İslâm’ı seçtiniz, diyorsanız; İslâmı seç-
mekle çağı seçtim”, “İslâm, çağları arkasında sürükleyen bir
dindir. Diğer dinler ise, çağların arkasında sürüklendi. Yani,
İslâm dışındaki bütün dinler zamana uyduruldu. Reforma
tâbi tutuldu. Mukaddes kitâblar zamâna göre tahrif edildi.
Kur’ân-ı Kerîm ise, indirildiği günden beri hep zamana hük-
metti. O, zamanı değil, zaman onu izledi. Zaman yaşlan-
dıkca o gençleşti. Bu, çağlarüstü bir olaydır. Bugüne kadar,
bunca savaşların bıraktığı korkunç, sosyal, siyâsî ve ekono-
mik sarsıntılardan dahâ büyük bir olaydır.
İslâm hem maddeye, hem de mânâya hükmetmiştir.
Öyle ise, bunların ikisi birbirinden koparılamaz. Nasıl kopa-
rılabilir ki, İslâm, ‘İlim Çin’de de olsa gidip bulunuz. İlim
ve fen mü’mînin gayb olmuş malıdır’ diyor. İslâm, dün-
yayı sarsan bu iki olaya sınır koymadığına göre, dünyayı
sarsmıştır.
İnsanı, mahlûkların en fazîletlisi ve en şereflisi olarak
bildirirken, onun sömürülemeyeceğini anlatmıştır. İsrâfı,
gösterişi ve lüksü yasaklayan, kazancı alın terindeki dam-
lacıklarda arayan, biriken sermâyeyi fakire ölçülü ve ahlâk
hükümleri içinde aktaran, fâizi, tembelliğe sebep olduğu için
yasaklayan ve gayrimeşru serveti böylece imhâ eden bir
sistemler manzûmesidir. İslâm, halîfe ile kölenin aynı hakka
sahip olmasını mecbur kılmıştır.
Hazreti Ömer (r.a.) ile kölesi bir şehirden bir şehre gider-
ken deveye sıra ile binerler. Zaman zaman, devenin yularını
halîfe çeker, zaman zaman da köle… İşte adâlet ve hukukta
İslâm’ın devrimidir bu.
Marksizm ile kapitalizm ikisi de, insanı sömüren sistem-
lerdir. İslâm bunlara karşı, insana prestijini iâde eden bir
semavi dindir.”
(Necati Özfatura, Basından Seçmeler)
ÇALIŞAN KADININ PROBLEMLERİ
Türkiye’de ihmale uğrayan konulardan biri de şüphesiz
“Çalışan Anne” dir. Kadına iş veren müesseseler, onun aynı
zamanda bir anne ve ev kadını olduğunu kabul etmek iste-
miyorlar.
Günümüzde “Bir ev, tek maaşla geçinmez” tekerlemesi
âdeta peşin hüküm haline gelmiştir. Bilhassa okumuş kadınlar,
kendilerini çalışmak zorunda hissetmektedirler. Çalışmak ve
para kazanmak teorik plânda kadına câzip geliyor: İhtiyaçları-
nı daha kolay temin edebilecek, kocasının eline bakmayacak,
hatta eve ekonomik katkıda bulunarak, itibar kazanacaktır. Bu,
madalyonun birinci yüzüdür ve gerçekten câzip görünür. Fe-
minizm dilinde buna “ekonomik bağımsızlık” deniyor. Gelelim
madalyonun ikinci yüzüne: Çalışan kadın, evine, kocasına ve
çocuğuna yeterli zaman ayıramıyor. İşten yorgun dönen kadın,
çocuğunun ve kocasının haklı isteklerine cevap veremiyor.
Karşılıklı sevgi ve saygıya dayanan sıcak âile bağı zayıflıyor.
Çoğu zaman ciddi münakaşalarla bağ kopacak dereceye geli-
yor. Evlilik ekonomik bir anlaşmaya, ev ise otele dönüyor…
Araştırmalar, annesi çalışan çocuklar ile, kimsesizler yur-
dundaki çocukların “Sosyal hayata uyumsuzluk” konusunda
bir paralellik içinde olduğunu göstermektedir. Bize (Psikiyatris-
te), yardımcı olmamız için getirilen problemli çocukların önemli
bir bölümünü “çalışan annelerin çocukları” teşkil etmektedir.
Çocuklarına ayıracak yeterli zamanları olmadığından on-
larla sıcak bir bağ kuramıyorlar. Çocuklar, yabancı elinde bü-
yüyor. Annesinden yeterli sevgi, ilgi ve şefkat alamadığından
“güven duygusu” yerleşmiyor. Ruhsal ve fiziksel rahatsızlıklar
sebebiyle doktora başvuran kadınların çoğunluğunu “çalışan
anneler” teşkil etmektedir. Yine sakinleştirici ilaçlar kullanan-
lar içinde “çalışan kadınlar” ilk sırayı almaktadır.Bu kadınların
hepsi de evine, çocuğuna ve kocasına karşı görevlerini yerine
getirememenin ezikliği içerisindeler. Ekonomik sistem, bunlara
bir verirken; sosyal sistem beş istiyor… Çoğunun aldığı maaş,
giyim-kuşamlarına ve yol parasına ancak yetiyor. Şimdi soru-
yoruz: Kadının çalışması kendisi ve toplum için bir iyilik midir?
(Prof. Dr. Sefa Saygılı, Annemi İstiyorum, 11-13.s.)
30 Temmuz, Mevlâna Takvimi
İNTERNET NE KADAR DOST NE KADAR DÜŞMAN?
Hayatı kolaylaştıran birçok şeyin yan tesirleri olabileceği
unutulmamalıdır. Hatta bâzıları, “Acaba faydası mı çok, zararı
mı?” diye insanı düşündürecek derecede, iki tarafı da kesen
bir bıçak gibidir.
İnternet, niyeti bozuk insanın elinde, korkunç bir silaha dö-
nüşüyor. “Cinsel özgürlük” devri başladı hezeyânına uyarak,
daha çocukluktan yeni çıkmış gençler, “Ne ayıbı, ne günahı,
dilediğinizi yapın, kendinizi sınırlamayın!” diyerek internet bu
yönde kullanılmaya teşvik ediliyor. Sözde pedagoglar tarafın-
dan da, “Çocuklarınızın mâsum flörtlerine karşı çıkmayın, bıra-
kın karşı cinsi tanısınlar” yalanı empoze ediliyor.
Bunun yanı sıra insanlar bir tüketim canavarına dönüştürü-
lüp, internetten alışverişin kolaylığıyla avlanıyor. Kredi kartları
ile internetten alışverişe teşvik edilip insanları bankaların oyun-
cağı hâline getiriliyor.
İnternet bağımlılığından kurtulmak isteyenler günlük kulla-
nım için bir süre belirleyip bunun dışına çıkmamak, bilgisayarı
aile bireylerinin ortak kullandığı bir alana taşımak, gün içinde
internete girdikleri saatleri değiştirmek, sorun çözülemiyorsa bir
psikiyatristen profesyonel yardım almak yoluna gidebilirler. Ço-
cukları internette çok zaman geçirdiği için endişelenen binlerce
aile bulunmaktadır. Bu gençler için internete girmeyi yasakla-
mak çözüm olmadığı gibi gencin internet kafeler gibi daha sağ-
lıksız ortamlara yönelmesine sebep olabilecektir. Bu sebeple
saat sınırı koymak daha uygun olacaktır. Gencin arkadaşları
ile internet dışı yollarla iletişim kurması özendirilmelidir. Genç-
lerin bilgisayar ve internet dışında da hobi geliştirmeleri teşvik
edilebilir, aile bu konuda spor yaparak,dînî bilgileri artırmaya
yönelik kitap okuma saatleri belirleyerek gence örnek olabilirler.
Ayrıca gence belirli sorumluluklar verilmeli, aile içindeki işbölü-
müne aktif katılması istenmelidir. İnterneti yenilmesi gereken
bir düşman olarak görmek yerine, dozunda ve etkili biçimde
kullanıldığında bu çağın tüm bilgisine ulaşmayı ve öğrenmeyi
kolaylaştıran faydalı bir eğitim ve iletişim aracı olduğunu da
unutmamak gerekir.
(Dr. Gökben Hızlı Sayar, Psikiyatri Uzmanı)
PARMAK İZİNDEKİ KİMLİK
Tek yumurta ikizleri de dahil olmak üzere, her insanın
parmak izi kendine özeldir. Başka bir deyişle, insanların par-
mak uçlarında kimlikleri şifrelenmiştir. Bu şifreleme sistemi-
ni, günümüzde kullanılmakta olan barkod sistemine benzet-
mek de mümkündür.
Kuran’da, insanları ölümden sonra diriltmenin Allâh (c.c.)
için çok kolay olduğu anlatılırken, insanların özellikle par-
mak uçlarına dikkat çekilir: “Evet; onun parmak uçlarını
dahi derleyip (yeniden) düzene koymaya güç yetirenleriz.” (Kıyâmet s. 4)
Âyet-i Kerime’de parmak uçlarının vurgulanması, son
derece hikmetlidir; çünkü parmak izindeki şekiller ve detay-
lar, tamamen kişiye özeldir. Şu an dünya üzerinde yaşayan
ve tarih boyunca yaşamış olan tüm insanların parmak izleri
birbirinden farklıdır. Dahası, aynı DNA dizilimine sahip tek
yumurta ikizleri dahi farklı parmak izine sahiptirler.
Parmak izi doğumdan önce cenin üzerinde son şeklini
alır ve kalıcı yara olması dışında ömür boyu sabit kalır. İşte
bu nedenle parmak izi, herkese özel çok önemli bir “kimlik
kartı” sayılmakta ve parmak izi bilimi ise insanlar tarafından
bilinen tek değişmez ve yanılmaz kimlik tespit yöntemi ola-
rak kullanılmaktadır.
Moenssnens, Fingerprint Techniques (Parmak İzi Teknik-
leri) adlı kitabında parmak izinin her insana özel oluşunu şu
şekilde değerlendirmiştir: “Şimdiye dek farklı parmaklardaki
iki parmak izinden hiçbirinin birbiriyle aynı olduğuna rastlan-
mamıştır…”
Ancak önemli olan, parmak izinin özelliğinin ancak 19.
yüzyılın sonlarına doğru keşfedilmiş olmasıdır. Ondan önce,
insanlar parmak izini hiçbir özelliği ve anlamı olmayan çizgi-
ler olarak görmüştür. Fakat Kuran’da, o dönemde kimsenin
dikkatini dahi çekmeyen parmak izleri vurgulanmakta ve bu
izlerin ancak çağımızda fark edilen önemine dikkat çekil-
mektedir.
(http://www.ridgesandfurrows.homestead.com/fingerprint.html)
İNTERNET’İN VE TELEVİZYON’UN HAYATIMIZDAKİ
YERİNİ YENİDEN GÖZDEN GEÇİRELİM
İnternet Bağımlılığı’nın bireyler üzerinde, abartıdan uzak ve
çok ciddi boyutlarda etkisi vardır. Peki nasıl oluyorda bazı insan-
lar internete bağımlı hale geliyor?
Yapılan araştırmalar göz önüne alındığında ortaya şu sonuç
çıkmaktadır. Sosyal bağları zayıf olan insanların, yani normal
yaşamda diğer insanlarla daha az iletişim kuran insanların bu
rahatsızlığa daha yatkın olduğu gibi depresyonda olmak, çok
kaygılı olmak veya bireyin özsaygısının düşük olması gibi özel-
likler internete bağımlı olmaya çanak tutmaktadır.
Uluslararası Hak İhlâlleri İzleme Merkezi’nin (UHİM) hazırla-
dığı rapora göre, insanlar artık gerçek yaşamını sanallaştırma-
nın eşiğinde hayat sürüyor. Raporda, Facebook ve Twitter gibi
sosyal paylaşım siteleri, bireysel ve toplumsal değerlerin yiti-
rilmesine zemin hazırladığı ve insanların kontrol duygularında
eksilmelere yol açtığı yazıyor. Raporun başlangıcında ABD’li bir
psikoloji profesör Rowland Miller’ın “Bu siteler, utanmayı unuttu-
ruyor” tespiti yer alıyor. UHİM’in başkanı Ayhan Küçük ise, gü-
nümüz toplumlarının her türlü teknolojik gelişmeyi herhangi bir
süzgeçten geçirmeden kabullendiğini söylüyor.
(Prof. Dr. Kemal Sayar, www.kemalsayar.com)
Toplumun temelini oluşturan aile bireylerini tehdit eden bir di-
ğer unsur da televizyondur. Gaziantep Üniversitesi öğretim üye-
si Doç. Dr. Zeynep Hamamcı, şiddet içeren dizi, haber ve çizgi
film izleyen çocuklarda model alma yoluyla saldırgan davranışlar
ve şiddet eğilimi ortaya çıkabileceğini söyledi.
Doç. Dr. Hamamcı, anne ve babaların çocuklarını oyalanma-
ları için ya da başka sebeplerle uzun süre televizyon karşısında
bırakmaması, çocukların televizyon izledikleri saatlerin sınır-
landırılması gerektiğini ifade etti. Çocukların televizyon izlemek
yerine kitap okuma vb. uğraşlara yönlendirilmesi gerektiğini ve
ailelerin çocukların izleyeceği, haber, dizi, film ya da çizgi filmler-
de seçici olması gerektiğini kaydetti.
“Malayâniyi terk etmek, kişinin müslümanlığının güzel-
liğindendir.” (Tirmizi) (Malayâni, ömrü faydasız oyunlarla, boş
işlerle geçirmek demektir.)
(Doç Dr. Zeynep Hamamcı; www.yetenek.com)
ÖNCESIYLE SONRASIYLA MUTLU EVLILIK
Günümüz bazı gençleri, “görücü usulü” ile evlenmeyi ken-
dilerine yapılan bir saygısızlık olarak kabul ediyor. Evlenecek
yaşa gelmiş gençler, hayat arkadaşlarını seçerken (kendi de-
yimleri ile) “tecrübelerinin elverdiği ölçüde “titiz” ve “hassas”
davranmaya çalışıyorlar.
Genç erkeklerin büyük çoğunluğu okul yıllarında çıktıkla-
rı kızlarla “asla” evlenmemeye özen gösteriyorlar ve bunu da
“hassasiyet” olarak isimlendiriyorlar. Çünkü genç erkekler için
evlenmeyi düşündükleri kızlarda aranan en önemli özellik “ilk ve
tek” olmak. Hatta yaşantı itibarı ile çok özgürce yaşayan genç
erkekler bile evlenecekleri kızlarda “özel” olmayı tercih ediyor.
Bundan dolayı gençler; “Eğer bir kız benimle çıkıyorsa başkala-
rı ile de çıkabilir.” diye düşünüyor.
Evlilikte öncelikle bilinmesi gereken, nikâhsız kadınla erke-
ğin görüşmesi, kaygan zemindir. Ayaklar kayarsa, şahısların
nereye sürükleneceği belli olmaz. Evlilik öncesi görüşmelerde
gençlerin yanında babaları olmalı. Nişanlı bile olsalar, nişan
hiçbir şeyi helâl kılmaz.
İnternet aracılığı ile eş aramak bahanesiyle, erkek veya ha-
nımlarla yazışmak dinen uygun değildir. Bu haramların üzerine
helalinden bir bina yapılamaz. Yani eğri cetvelle doğru çizgi çi-
zilemez. Yanlış metotlarla hakikate varılmaz!
İnternetteki arkadaşlıklar, olgunlaşmamış karpuza benzer.
Olgunlaşmamış karpuz, dışarıdan bakınca karpuz amma, alıp
kesince içi bembeyaz. İnternette insanlar kendilerini anlatıyor
fakat bunun ne kadarı doğru?
Yani aldanma ihtimali çok yüksektir. Erkekler zevki için, kız-
lar yuva kurmak için arkadaş arar. Pek çok erkek, kızların göz-
yaşından zevk alır. Bu sebepten internetteki güzel sözler kötü
sonuçlar doğurabilir.
Peki çözüm ne? İlmihale uymak!
İlmihâl ne diyor? “Evlilik, öncesiyle sonrasıyla İslamiyet’e
uygun olacak.” Gerisi söz oyunlarıdır.
Şarkıların ve türkülerin bütünü gözyaşından ibarettir. İki
dünyada mutluluk, Allâh (c.c.)’un emirlerine ve Habibi (s.a.v.)’in
sünnetine uymakladır.
(Uzman Pedagog Adem Güneş, www.yetenek.com)
KONTROLLÜ İNTERNET
İnternetin önemi ve açtığı yeni ufuklar konusunda o kadar
şey yazılıp çizilmektedir ki, insanların çoğu, buna kapılarak ço-
cuklarına internet erişimli bilgisayar almaktadır. Ancak tekno-
lojinin potansiyel olarak hem hayra hem de şerre açık yönleri
vardır. Kolayca bilgiye erişim ve hızlı iletişim sağlayan bu tek-
nolojinin depoladığı bilgiler içinde, çocukların ve yetişkinlerin
zihin ve ruh sağlığını bozanları da bulunmaktadır.
Bugün birçok internet danışmanının dile getirdiği, ulaşılan
bilgilerin güvenilirliği ve doğruluğu problemi, internetin potan-
siyel tehlikelerinden sadece biridir. Üzülerek belirtelim ki, inter-
nette daha önemli bir tehlike daha vardır. Çocuklarını sağlıklı,
ahlâklı ve faziletli yetiştirmek isteyen ebeveyn ve eğitimciler
için handikap, internetin, çocuk gelişimine menfi tesir eden bir
muhtevayı da barındırmasıdır. Pornografik ürünler, uyuşturu-
cuyu özendiren malzemeler ve şiddet içeren yazılar bunlardan
sadece bazılarıdır.
Bugün internet üzerinde var olan muhtevanın yüzde elliye
varan kısmının, çocukların gelişimini olumsuz etkileyebilecek
potansiyelde ses, yazı ve görüntüden oluştuğunu söylemek
abartı sayılmayacaktır. Yapılan son bir araştırmada, sadece
Türkçe içerikli 200’ün üzerinde web sitesi, gayr-i ahlâkî yayın
yapmaktadır. Kısacası, çocuğun sağlıklı ve dengeli gelişimini
engelleyecek ve dejenere olmasına yol açacak bilgi ve malze-
me, internete erişen bir çocuk için bir tıklama uzaklığındadır.
Çocuk terbiyesine önem veren toplumumuzda, anne-ba-
balar çocukları için her türlü fedakârlığı yapmaktadır. Kimi
veliler, çocuklarına internet erişimli bilgisayar almakta veya
internet kafelere gitmelerine izin vermektedir. Kimi aileler de
çocuklarının, internet erişimli bilgisayarı olan arkadaşlarının
evlerinde bir araya gelmelerine izin vermektedir. Ne şekilde
olursa olsun çocukların internetten yararlanmaları sağlanmalı
ancak bu çocukların gelişimine zarar vermemelidir.
Anne-babalara ve eğitimcilere düşen ise, internetin, çocu-
ğun kontrollü ve sınırlı kullanmasını sağlamak ve gerekli filtre-
lemeleri yapmaktır.
(Dr. Mehmet Köylü, Sızıntı Dergisi, Mayıs 2003)
BİYOMİMETİK İLMİ:CANLILARDAKİ YARATILIŞ
ÖZELLİKLERİNİ ÖRNEK ALMA
Biyomimetik, insanların doğada bulunan sistemleri taklit ede-
rek yaptıkları maddelerin, aletlerin, mekanizma ve sistemlerin
tümünü ifade eden bir terimdir. Doğadaki yaratılış özelliklerini
örnek alınarak yapılan aletlere, özellikle nanoteknoloji, robot
teknolojisi, yapay zeka (AI), tıbbi endüstri ve askeri donanım gibi
alanlarda kullanılmak için gerek duyulmaktadır. Meselâ:
Körfezi’ni geçebilmeleri,
yapabilmeleri,
sistemlerinin, donanım ve enerji sarfiyatı bakımından insanların
yaptıklarından çok daha üstün olmaları,
dan daha verimli ve duyarlı çalışması,
kimyasalları bir araya getirmeleri,
yata dönmeleri ve organlarının buz nedeniyle hasara uğrama-
ması,
tam bir uyum içinde olacakları şekilde derilerinin renklerini, de-
senlerini anında değiştirmeleri,
mesafeleri katetmeleri,
ları.
Tüm bunları Cenâb-ı Hakk’ın bizlere ibret olarak gösterdiğini
düşünmeli ve bu nimetlere hikmet gözlüğü ile bakmalıyız. Nite-
kim Allâh (c.c.) Kur’an-ı Kerim’de “Gerçekten hayvanlarda da
sizin için bir ders (ibret) vardır; karınlarının içinde olanlar-
dan size içirmekteyiz ve onlarda sizin için daha birçok ya-
rarlar var. Sizler onlardan yemektesiniz. Onların üzerinde ve
gemilerde taşınmaktasınız.” (Mü’minun s. 21-22) buyurmakta ve
bizlerin dikkatini yarattığı mahluklara çekmektedir.
(Michelle Nijhuis, www. biomimicry.org, 6 Temmuz 1998)
TELEVİZYON ESARETİNDEN KURTULMA YOLLARI
Televizyonun ömrünüze, yeteneklerinize, zekânıza, ilişki-
lerinize, başarınıza, maddi ve manevi sağlığınıza ne büyük et-
kileri olabileceğini hesapladınız mı? Televizyon esaretine kar-
şı kendinizi ve ailenizi koruyucu bir program geliştirdiniz mi?
İki sınıf insan vardır: Yönetenler ve yönetilenler; özgürler
ve esirler; başaranlar ve başaramayanlar, üretenler ve tüke-
tenler; capcanlı yaşayanlar ve hayali yaşayanlar. Hepimiz de-
ğişen rollerimize göre az çok bu ikililerin, iki tarafı arasında
gider geliriz. Şu var ki, kim daha çok televizyon izliyorsa o
daha çok ikinci sınıfta kalmaya zorlanıyor.
Haşlanmış kurbağa deneyini duymuş muydunuz? Kur-
bağayı önce ısıtılmış su dolu tepsiye atarlar; ısının acısıyla
derhal zıplayıp kurtulur. Sonra ılık su dolu tepsiye usulca bı-
rakırlar. Alttan yavaşça ısıtırlar. Kurbağa sıcağa sakince alı-
şır, gevşer, hoşlanır, iyice yayılır, kendini bırakır. Giderek ısı
canını yakmaya başlar; ama kurbağa o kadar güçten düşer
ve çöker ki, zıplamaya gücü yetmez, suyun içerisinde diri diri
pişer. Televizyonun ahlakımıza, değerlerimize, hayatımızın
anlamına, ebedi hayatımıza yaptığı tam olarak buna benze-
miyor mu?
Zekayı çökertmiyor mu? 1993 yılında Alman beyin antren-
man kurumu başkanı Prof. Bern Fishner, ‘Birkaç saat TV izle-
menin, beyinde oluşturduğu tembelliğin giderilmesi için bir iki
hafta zihin egzersizi yapmak gerekir.’ diyordu.
Dikkat buyurunuz; Yüzyıl önce Hıristiyanlarda da boşan-
malar binde birlerin altındaymış. Bugün Batı’da cinsel sapkın-
lıkları patlatan ve evliliklerin yarısını boşanmayla sonuçlandı-
ran şey neyse, biz de o yolda ilerliyoruz.
Öyleyse kendi geleceğinizi kurtarın: Kendinizle, ailenizle,
çevrenizle ve Allâh ile ilişkinize ve ahiretinize acıyın ve ka-
rarınızı verin: Mümkünse televizyonu kaldırmayı seçin. Yeri-
ne aile içi etkinlikler, oyunlar, sohbetler, okumalar, ziyaretler,
misafir ağırlamalar, sosyal etkinlikler doldurmayı tercih edin.
Böyle bir hayat çok canlı, cesaretlendirici, geliştirici ve heye-
canlı olacaktır.
(Dr. Muhammed Bozdağ, Gülistan Dergisi, 120. Sayı, Aralık 2010)
14 Kasım, Mevlâna Takvimi
YILBAŞI KUTLAMALARI FACİASI
31 Aralık gününü 1 Ocak gününe bağlayan gece, milâdi
takvime göre yılbaşı gecesidir. Biz Müslümanlara göre ise bu
gece, resmî ve milletlerarası bir takvim başlangıcı olmaktan
başka bir şey ifade etmemektedir. Zira Müslümanlara göre
yılbaşı hicrî Muharrem ayının birinci gecesidir.
Günümüzde, toplumların kültürel değerlerini, hatta itikadî
ve ahlâkî eğilimlerini; sahip oldukları hayat tarzı, ekonomik
yapı, yerleşim, ulaşım, iklim, çevre, eğitim, folklor, örf ve âdet
gibi ilk bakışta konuyla ilgisiz gözüken birçok hususu derin-
den etkilemekte ve sonuçta mekanizma kendi değerlerini
üretmektedir. Bu sebepten, yılbaşı kutlamalarının, sıradan bir
kutlama olarak kabul edilmesi ve tabiî karşılanması mümkün
olamaz. Aksine, yılbaşı kutlamak, Noel ağacı süslemek, Noel
babanın hediye bırakması gibi âdetler toplumumuzda kültürel
tahribata ve kimlik bunalımına yol açmakta, yeni yetişen ku-
şakları, kendi öz değerlerinden koparıp batının hayat tarzına
alıştırmakta, sonra da onların değer ve inanç esaslarına sıcak
bakmaya ve giderek onları benimsemeye götürebilmektedir.
Yılbaşında insan, hıristiyan gibi yılbaşı gecesi tertipleyece-
ğine, geride bıraktığı koca bir yılı nasıl geçirdiğinin muhase-
besini yapmalıdır. Bunları düşünmeli, ilerideki yıllarını düzene
sokmaya çalışmalıdır. Müslümanlar, önce Allâhü Teâlâ’ya ver-
dikleri sözü hatırlamalı, Kur’an-ı Kerim ve Sünnet doğrultu-
sunda kendilerine bahşedilen “Müslüman” ismine yaraşır va-
kar ve bilincin şuurunda olabilmelidirler. Tüm bunlar sebebiyle
o gece hıristiyanvari bir eğlence ve kutlamanın içine katiyyen
girmeyelim. Allâh korusun! Eğer o gece, o hâl üzere ölüm üze-
rimize gelecek olursa, bilin ki ölümün akabinde azap melekleri
tarafından hıristiyan birinin karşılaşacağı muameleyle karşı-
laşacağız. Bundan asla şüphe etmeyelim ve o anı düşünerek
dehşete kapılıp, kendi özümüze dönelim. Hep sevdiğimizi
söylediğimiz müminler gibi yaşayalım. Tırnağını bile müşrik-
lere muhalefet ederek kesen Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendi-
mize ihanet etmeyelim. Unutmayalım ki Peygamber (s.a.v.)
Efendimiz: “Kişi sevdiği ile beraberdir” buyurmuşlardır.
(Burhan Dergisi, 3 Aralık 2010)
İNTERNET’İN ÇOCUKLAR ÜZERİNDE
ZARARLI YÖNLERİ
Başbakanlık Aile ve Sosyal Araştırmalar Genel Müdürlüğü’nün
(SAGEM) yaptığı araştırmalar, internetin eğer dikkatli olunmaz-
sa başta çocuklar olmak üzere tüm aileye zarar verdiğini ortaya
koydu. SAGEM tarafından yapılan “İnternet Kullanımı ve Aile”
Araştırması’nı Yrd. Doç. Dr. Abdullâh Kuzu başkanlığındaki bilim
adamları hazırladı. Araştırma 18 yaş altı çocuklar merkezli olarak
yapıldı. Aileler internet kullanımı ile ilgili olarak en çok göz yorgun-
luğu, göz kızarıklığından şikâyetçi. Bu şikâyetleri sırt boyun ağrı-
sı, baş ağrısı, eklem-kas ağrısı, uykusuzluk ve yorgunluk izliyor.
Yemek yeme düzeninin bozulması da bir başka şikâyet nedeni.
Ailelerin büyük çoğunluğu internetin sağlığa etkilerini bilmiyor.
Bu nedenle de aileler önlem almıyor.
Sorun yaşayanlar arasında yer alanlar ve çocuklar ise, MSN
açık olmadığı zamanlarda kendilerini huzûrsuz hissettiklerini ifade
ediyor.
İnternet ilk zamanlarda her derde deva olarak görülürken, bu-
gün insanları kaygılandıran bir noktaya geldi.
Aileler en çok internetin düzgün Türkçe kullanımını engellediği
görüşünü savunuyor.
Ailelerin bir diğer şikâyeti ise internet kullanımı arttıkça, ço-
cukların aile ile geçirdiği zamanın azalması, aile çevresinden
uzaklaşmaları ve yüz yüze iletişimin azalması. Bunun da aile içi
çatışmaya neden olduğu, günlük işleri aksattığı ve zaman kaybına
neden olduğu şikâyetleri var.
Ayrıca aşağıdaki bazı zararlı yönleri de çocukları tehdit ediyor.
Çocuklar ahlak dışı sitelere girebilir, yaşları ve gelişimleri ile
uyumsuz görüntü ve bilgilerle karşılaşabilir.
İnternetten ulaşılabilen oyunlar nedeniyle aşırı şiddetle karşı-
laşıp şiddete karşı duyarsızlaşabilir ve öğrendiklerini uygulayabilir.
Kumar oyunlarına meyilli olabilir buradaki oyunları oynayarak
alışkanlık haline getirebilir.
Yanlış kişilerle tanışıp onlar tarafından yasal ve sağlıklı olma-
yan ortamlara çekilebilirler kandırılıp kullanılabilirler.
Uzun süre bilgisayar başında kalarak sosyalleşme yönünde
sorun yaşarlar.
(http://okulweb.meb.gov.tr/45/01/970187/toki/protanitimi.htm)
İNTERNETTE EN BÜYÜK TEHDİT:
UYGUNSUZ İÇERİK
Dünyanın en büyük antivirüs yazılım kuruluşlarından birinin olan
yaptırdığı araştırmada İnternetin en büyük tehditi ortaya çıktı.
Insites Consulting ve United Consultants firmalarına yaptırılan
küresel araştırmadan elde edilen bulgulara göre internet kullanıcı-
larının yüzde 53,7’si, çocukların uygunsuz içeriğe maruz kalmasını
büyük bir tehdit olarak değerlendirdi. Çocukların internette gezinir-
ken tehlikelerden uzak kalmasını sağlamak için ebeveynlerin ve ço-
cukların aklından çıkarmaması gereken bir kaç basit güvenlik kuralı
olarak şunlar sıralandı:
Aileler, öncelikle çocukları için bir kullanıcı adı seçmelidir.
Antivirüs yazılımlarınızı güncel tutulmalıdır.
Gezinme kayıtlarını izleyin. Eğer silindiklerini fark ederseniz, bu
sizin çocuğunuzla oturup konuşmanızı gerektiren bir işaret olacaktır.
Gözünüz web kamerasında olsun. Kullanılmadığından kapalı
olduğundan emin olun.
Çocuklarınızın sosyal ağlardaki ayarlarını kontrol edin. Herhangi
bir kısıt olmadan herkese açık bir facebook profili çocuklarınızın gü-
venliği için ciddi bir risk oluşturur.
Ebeveyn kontrol araçları kullanın. Bu araçlar ebeveynler için cid-
di avantajdır.
Gizli bilgilerinizi internet üzerinden göndermeyin. Bu bilgiyi ço-
cuklarınıza da öğretmeniz güvenlik açısından çok önemli.
Rahatsız edici mesajları cevaplamayın. Çocuklarınız internet
üzerinden rahatsız edici mesajlar aldığında bu mesajlara karşılık
vermemeleri için onları eğitin.
Online dünyadaki her şey gerçek değildir. Güvenilir bir kaynak-
tan gelse bile internette yer alan her şeyin gerçek olmadığı çocukla-
ra iyice anlatılmalıdır.
Çocuklarınızla açık bir şekilde iletişim kurmanız onların güvenliği
açısından hayati bir öneme sahip olacaktır. Korkularını ve ilgi alan-
ları paylaşmalarını cesaretlendiren bir politika izlemek onları cezâyla
baskı altına almaktan her zaman daha iyidir. Açık bir aile ortamı ve
hem internette hem de yüz yüze açık iletişimde çocuğunuzun siber
güvenliğini artırmak için son derece önemlidir.
(http://www.guvenliweb.org.tr/istatistikler/node/48)
İFSÂD MAKİNESİ TELEVİZYON
“Televizyon; aylak, şuuru iğdiş edilmiş, hiçbir zaman oku-
mak ve düşünmek alışkanlığı kazanmamış sokaktaki adam için
icad edilmiş bir nevi afyondur…” diyor merhum Cemil Meriç. Bu
tespiti televizyonun ülkemizde tek kanallı olduğu dönemde yap-
mıştır. Ömrü olsaydı da ekranların şimdiki hâlini görseydi kim
bilir ne derdi.
Televizyon, gerek yayıncılar gerekse izleyiciler tarafın-
dan uygun kullanıldığı takdirde elbette faydalı bir âlettir. Bilgi,
görgü ve sanat taşıyıcısıdır. Ama bu, “doğru”nun doğru kişiler
tarafından aktarılması hâlinde böyledir. Günümüz kültür aktar-
macılığına dayalı yayıncılık anlayışında maalesef durum çok
farklı. Artık televizyon denince, aklımıza haber, bilgi, sanat gibi
kavramlar gelmiyor. Aksine, her tür mahremiyet perdesinin par-
çalandığı, tarihimize hakaretin kol gezdiği, dîni ve ahlâkî de-
ğerlerin ayaklar altında çiğnendiği bir kepazelik meydanı var
karşımızda. Üstelik bu meydanın kâhyaları bizi bizden çalmaya
ahdetmiştir. Çocuklarımızın istikbaline, hanımlarımızın iffetine,
topyekûn manevi hayatımıza ahdetmiştir ve buna dur diyecek
bir mercî yok. Tek kalkanınız iradeniz ve kapatma düğmesi.
İslâm; nefsi, nesli, aklı, malı ve dîni muhafazayı öngörür.
Bunlar bütün dîni hükümlerin dayandığı temel düstûrlardır.
Oysa televizyon kültürü nefsi, nesli, aklı, malı ve dîni ifsâd et-
mekte, bunları koruma çabalarına da engel olmaktadır. Ekran-
lardan beslenen şiddet, insan güvenliğini ciddi mânâda tehdit
eden bir unsurdur, bu nefsin korunmasıyla ilgilidir. Mahremiyet
duygusunun yok edilmesi, hayasızlığın ve müstehcenliğin yay-
gınlaştırılması zinâyı özendirmektedir ki, bu da neslin korun-
masına aykırıdır.
Televizyonun çeşitli fanatizmleri beslemesi, içki tüketimi-
ne özendirmesi, aklın korunması prensibiyle çatışır. İzleyiciyi
ölçüsüz ve gereksiz tüketime yönelten yayınlar, özellikle de
gizli-açık reklamlar, malın korunması ilkesine zıttır. Nihâyet,
doğrudan nefsin hevâ ve heveslerine seslenen, kişinin Rabbi
ile münasebetini aşındıran bugünkü yayıncılık anlayışı dînin
korunması düstûru ile nasıl bağdaşabilir?
DOMUZ ÜRÜNLERİ VE GÜNLÜK HAYATIMIZ
Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Muhakkak
ki Allâh ve Resûlü şarabın, meytenin(leşin), domuzun ve
putların satışını haram kıldılar.” ”Ey Allâhın Resûlü! Mey-
tenin yağları hakkında ne dersin, onlarla gemiler yağlanır ve
insanlar onu aydınlanmak için kullanırlar?” diye sorulunca, Hz.
Peygamber(s.a.v.) “Hayır o haramdır” diye buyurdu ve şöyle
devam etti “Allâh yahudileri kahretsin, Allâh onlara hayvan-
ların iç yağlarını haram kılınca onlar bunu erittiler ve sonra
da satıp bedelini yediler.” (Buhârî, Müslim)
Bu ve diğer kaynaklara dayanarak, Hanefi, Şafii, Mâliki ve
Hanbeli fıkıh âlimleri ‘kan, leş, domuz ve şarabın kullanılma-
sını da alış verişini de caiz görmemişlerdir. Dolayısıyla Allâh’a
inanan ve haramdan kaçan bir Müslümân domuz yetiştiremez,
domuz kesemez, domuzun derisinden, etinden, kılından veya
herhangi bir uzvundan istifade edemez, tabaklama yapamaz,
alış verişini yapamaz ve tüketemez.
Ülkemizde kaçak olarak salam, sosis, jambon gibi ürünlere
karıştırılarak ciddi miktarda domuz eti tükettirildiği gibi domu-
zun derisi ve kılı da bir çok ürünün üretiminde kullanılmaktadır.
Sakal tıraş fırçaları, elbise fırçaları, ayakkabı firçaları, ber-
berlerin kullandığı fırçalar hem domuz kılından hem de başka
hayvanın kılından yapılmakta, ama yağlı boya fırçaları çoğun-
lukla domuz kılından üretilmektedir. Bilhassa hamur işlerinin
yağlanmasında evlerimizde ve iş yerlerimizde yağlama fırçası
olarak genelde yağlı boya fırçası kullanılmaktadır. Bu durumda
Müslümân tüketici ne yapmalıdır?
Tüketiciler olarak öncelikle cebimizdeki cüzdanı, belimizde-
ki kemeri, sırtımızdaki deri ceketi ve altımızdaki deri pantolonu,
ayağımızdaki ayakkabıyı, deri çanta ve valizlerimizi, evlerimiz-
deki ve bürolarımızdaki deri koltukları, diş, traş, elbise, boya ve
badana fırçalarımızı sorgulamalıyız. Haram olduklarını tesbit
edebildiklerimizden derhal vazgeçebilmeliyiz. Yeni alışverişle-
rimizde, bundan böyle fiyat araştırmasından önce haram mı
değil mi sorgulamasını yapmalıyız. Ürünün üzerinde hangi
hayvandan yapıldığını bildiren etiket talebinde bulunmalıyız.
(Dr. Kamil Büyüközer, www. gimdes.com)
AİLEDE REİSLİK KİMDE OLMALI?
Farklı vücut ve ruh yapılarıyla kadın ve erkek evlilikte bir
bütünlük oluştururlar. Bu farklılıkların görev paylaşımında göz
önüne alınması tabidir. Günümüzde kadının statüsü gittikçe
değişmekte, daha çok aktif olmakta, çalışmaya yönelmekte
ve adeta erkeksi rollere bürünmektedir. Kadını erkekten ayı-
ran ruhi farklar bu şekilde törpülenmekte, kadında erkek gibi
hissi açıdan fakir ve bencil olmaktadır.Böylece evde kadının
hakim olduğu “anne tipi aile” ler gittikçe artmaktadır.
Halbuki ilk bir yaşında, annenin çocuğa karşı ilgi ve ba-
kımı, desteği uygun doyum sağlayabilecek seviyede ise ço-
cuk gelecek gelişim basamaklarını kolay aşar. Anne otoriter,
erkek rolünü üstlenmişse çocuğa yeterli duygusal doyumu
sağlayamaz.
Araştırmacı Pitts’e göre; otoritenin kimde olduğunun bilin-
mesi gerekir ve otorite aile refahını sağlayan kişiye verilme-
lidir.
Otorite olmayıp, aile çevresinde anneye ve babaya ait iki
ayrı kaide ve yasak topluluğu olursa, çocuk neye itaat etmesi
gerektiği hakkında bir fikir edinemeyecektir. Bu halde çocuk
hangi tarafı memnun edeceği konusunda tereddüte düşer.
Daha sonra bu ikiliği kendi menfaatleri doğrultusunda kulla-
narak, çok zararlı özellikler ve bozuk bir şahsiyet geliştirir.
Aslında her gurubun bir başkanı olur ve bu bellidir. Yöne-
tim kurulu başkanı olmayan bir firma veya komutanı olmayan
bir ordu anlamsız, beceriksiz olur ve çabucak parçalanıp da-
ğılır. Aynı durum aile için de geçerlidir. Ailenin bir lidere ihtiya-
cı vardır, çünkü bu bir iştir ve meşguliyettir.
Kutsal kitabımıza göre de ailenin başkanlığını erkeğin, ko-
canın, babanın yapması gerektiği anlaşılır.
Tabîi babanın aile reisi olması demek annenin hiçbir fikir
beyan edemeyeceği anlamına gelmez. Annenin, ailenin bir
ferdi olarak (özellikle evin içiyle ilgili hususlarda) fikri alınır.
Böylece her fert kendine göre görev almış olur.
(Prof. Dr. Sefa Saygılı. Evlilikte Mutluluk Sanatı, s.39,40,41)
15 Mayıs, Mevlâna Takvimi
FLÖRT İLİŞKİSİNİN DİNİMİZDEKİ YERİ
Evliliğe flört ederek adım atmayı savunanlar hayli faz-
ladır. Ancak flört ederken evliliği gözetenler, birbirini gere-
ğinden fazla kandırırlar. En azından ilk zamanlarda kim ol-
duklarını, ne düşündüklerini, neye inandıklarını birbirinden
gizlemeye çalışırlar.
Flört sırasında “Tam istediğim gibi. Her konuda uyum
sağlıyoruz.” denir. Fakat sorunlar, genellikle balayının bi-
tip kişilerin gerçek yüzünün görünmesiyle başlar. Bu sefer
yanlış insanla evlenildiği, daha doğrusu evlendiğini sandı-
ğı insanla evlenmediği neticesine varılır.
Çünkü flört öncesinde taraflar birbirlerini sevdirmek için
abartıya kaçarlar. Bu devrede kendisi değil karşı taraf dü-
şünülür. Bunu karşı tarafı sevindirmek ve o anı paylaşmak
amacıyla yapar.
Flört, gençler için tehlikeli bir tuzaktır. İngilizce bir ke-
lime olan flört; kız ve erkeğin arkadaşlık kurup aşıkdaşlık
etmeleri… manasına gelir. Gerçekte evlenecek kız ve er-
keğin tanışıp anlaşmaları için, böyle bir arkadaşlığa asla
ihtiyaç yoktur. Dîni cephesiyle de caiz olmayan bu arka-
daşlığın, birçok mahzur ve tehlikeleri vardır.
Her flörtün ardında –bilhassa kızlar aleyhine- bir tuzak
gizlidir. Flörtçü kızların bir çoğu, erkekler tarafından kandı-
rıldıktan sonra terkedilirler. Flört, gençler arasında aşağılık
kompleksi, kıskançlık, kin, nefret, karamsarlık, düşmanlık,
anarşi ve çeşitli ruhi buhranlar –hatta intiharlar- doğurur.
Nişana gelince…
Nişan bir evlilik değildir. Nişan sadece bir vaattir. Dola-
yısıyla şer’i açıdan getirdiği hiçbir yükümlülük yoktur. Bir
kimsenin nişanlısıyla hali, dışarıdan bir yabancı ile hali bir-
dir. Nişanlıların görüşebileceğini iddia edenlerin hiçbir da-
yanakları yoktur. İddialarının geçerli olması için Resûlullâh
(s.a.v)’den delil getirmeleri gerekir. (Ömer Muhammed Öztürk,
Sohbetler 2, s.140)
(Prof. Dr. Sefa Saygılı, Evlilikte Mutluluk Sanatı, s.23,24)
ZAMANI DEĞERLENDİRMEK
Abdullâh bin Abbas’tan (r.a.) rivâyet edildiğine göre,
Resûlullâh (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“Beş şey gelmeden önce (şu) beş şeyin kıymetini bil: Ölme-
den önce hayatının, hastalıktan önce sağlığının, meşguliyetten
önce boş vaktinin, ihtiyarlığından önce gençliğinin, fakirliğinden önce zenginliğinin.”
Hayat, fırsattır; yaşananlar asla geri dönmez. Bu neden-
le, insanın bunların değerini bilmesi gerekir. Bu hadîs, vakit
geçmeden önce kişinin değerini bilmesi gereken fırsatları
özetlemektedir. Ölümden önce hayatın değerini bilmek hayat
boyunca ahiret için çalışmak, özellikle sâlih amellerden ölüm
sonrasında izi kalacak olan amelleri işlemek bu fırsatlardandır.
İnsanın, kendisini birçok görevi yapamaz hale getiren hasta-
lıklardan önce sâlih ameller işlerken sağlığının değerini, vakit
bulamayacağı işlerle meşgul olmadan önceki boş vakitlerinin
değerini bilmesi gerekir. Bedensel güç gerektiren sâlih amelleri
işlemede gençlik döneminde yapılanları, ihtiyar kimseler yerine
getiremez. Hayatın, zorluk ve kolaylıktan, zenginlik ve fakirlik-
ten oluşan anları vardır.
Allâh (c.c.) şöyle buyurur: “Ben cinleri ve insanları an-
cak Bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zâriyât s, 56). Allâh
(c.c) ölünceye kadar ibâdete devam edilmesini emretmiştir: “Ve
sana ölüm gelinceye değin Rabbine ibâdet et.” (Hicr s. 99)
Bir kimsenin, yerine getireceği görevlerin, zamanından
daha fazla olduğunu bilmesi gerekir. Bunun için, saçma şey-
lerle kaybedilecek vakti yoktur. Bir kimse, Rabbine, toplumu-
na, ailesine, akrabalarına hatta dünya ve ahirette nefsine karşı
yerine getirmesi gereken görevleri saymaya kalkışsa, oyun ve
eğlence gibi ciddi olmayan bir fiilde tek bir an bile geçirmemesi
gerektiğini görür.
Zamanı iyi bir şekilde kullanmaktan kastedilen, içine yalan
ve nefsin hoşuna giden sözlerin söylenmediği mizah için va-
kit ayırmamak değildir. Çünkü latife, niyet samimi olduğunda
ibâdetten sayılır. Resûlullâh (s.a.v.) şakalaşır ancak doğrudan
başka bir şey söylemezdi.
(Hakim, Müstedrek, c.4 s.341)
İSLÂM’LA YENİDEN DOĞAN
LEYKO (LEYLA) HANIM
Dünyada İslam’a olan ilgi her geçen gün daha da
artmaktadır. Son 5 yıldır İslam’a büyük ilgi gösteren
Japonya’da yaşayan genç kız Leyko Budist bir ailenin ferdi
iken, İslam ülkelerine çeşitli seyahatler yapmış, sonunda
ezan sesinden etkilenerek İslam’a ilgi duymuş, daha sonra
Kur’ân meali ve Nebi (s.a.v.)’in siyerini okuyarak 6 aylık bir
araştırma sürecinden sonra Tokyo’daki İslam Merkezi’ne
giderek Kelime-i Şehadet getirmiş ve İslam’la şereflenmiş –
tir. Bu safahatı kendisi şöyle anlatıyor:
“Özellikle hadîs kitapları beni İslam’a hazırladı. Hadîsler
sayesinde eski alışkanlıklarımın yerini alacak yeni alışkan-
lıklar edindim. Müslümân olduktan sonra kendimi yeniden
doğmuş gibi hissetmeye başladım. Bu his beni hiçbir za-
man terk etmedi.
Kelime-i şehadet getirdikten hemen sonra örtündüm ve
ör-tümü bir daha çıkarmadım. Hatta Müslümân olduktan bir
gün sonra çalıştığım şirkete başım örtülü bir şekilde gittim.
Şirketin müdürü başörtülü bir şekilde çalışamayacağımı
söyledi, ben de hemen şirketten istifa ettim. İşsiz kalınca
hiç üzülmedim. Çünkü kalbimde Allâh’a karşı büyük bir
îmân oluşmuştu. Ona tevekkül ediyordum ve Allâh’ın beni
yalnız bırakmayacağını biliyordum. Allâh’a îmân etmiştim
ve ne olursa olsun onun bana emrettiği gibi bir hayat sür-
meye karar vermiştim. Müslümân olduktan sonra kendimi
yeniden doğmuş gibi hissetmeye başlamıştım. Bu his beni
hiçbir zaman terk etmedi. Başörtüsü benim her şeyim. Ör-
tüm başımda olduğu zaman Allâh’ın bana olan şefkat ve
sevgisinin daha fazla arttığını hissediyorum.
İslam’a ve Peygamber efendimiz (s.a.v.)’e karşı içimde
çok büyük bir sevgi var. Bir de Hz. Hatice (r.anha)’yı çok
seviyorum ve elimden geldiği kadar Hz. Hatice (r.anhâ)’yı
kendime örnek almaya çalışıyorum.”
(Gerçek Hayat Dergisi)
DOĞU TÜRKİSTAN’DA ÇİN ZULMÜ
Müslümânların kanayan yarası Doğu Türkistan’ın durumun-
dan kamuoyu maalesef habersizdir.
Çin hükümeti, Doğu Türkistan’ın kaynaklarını sömürmekte,
Müslümân Türk halkını ise fakirliğe ve açlığa mahkum etmektedir.
Ekonomik baskı, Çin’in Doğu Türkistan’da uyguladığı soykırımın
çok önemli bir parçasıdır. Bugün Doğu Türkistan halkının büyük
kısmı fakirlik içerisinde yaşamakta, %80’inden fazlası da açlık sı-
nırının altında hayatlarını devam ettirmeye çalışmaktadır.
Çin, 1961’den bu yana, pek çok uluslararası örgütün karşı çık-
masına rağmen, çeşitli nükleer denemelerini Doğu Türkistan’ın
Lop Nor bölgesinde gerçekleştirmektedir. Bu denemeler, bölgenin
Doğu Türkistan’da nükleer deneme kurbanı olanların sayısı
resmi olarak belirlenememekle birlikte, yaklaşık 210 bin kişinin
radyoaktif atık nedeniyle hayatını kaybettiği tahmin edilmektedir.
Doğu Türkistan’da yapılan zulümlerden biri de Müslümânların
çoğalmasını önlemeye çalışmaktır. 1 çocuktan fazlasına izin
verilmemektedir, buna rağmen hamile kalanlara zorunu kürtaj
uygulanmaktadır. Çin’de yaşayan 9 aylık hamile olan bir kadın,
evraklarının üzerinde “doğum yapamaz” ibaresi yazılı olduğu için
çocuğunun nasıl elinden alındığını şöyle dile getirmiştir:
“Ameliyat odasında, alınan çocuğun dudaklarını nasıl em-
diğini, kollarını nasıl gerdiğini gördüm. Bir doktor zehiri beynine
enjekte etti, çocuk öldü ve bir çöp kovasına atıldı.”
Tüm bu zulümlerin ekonomik sebeplerinin yanında asıl se-
bep, kendilerine en büyük düşman olarak hak dîni ve bu dîni
yaşayanları görmeleridir. Ve bu düşmanlıkları büyük bir öfke ve
kine dönüşmekte, akıl almaz işkencelerle ve zulümlerle inananla-
rı îmânlarından döndürmeye çalışmaktadırlar. Ancak tüm bunları
yaparken unuttukları çok büyük bir gerçek vardır. O da herşeyin
sahibinin Allâh olduğu ve zaferin sonunda muhakkak Allâh’ın ve
inananların olacağıdır. Bu, Allâh’ın kanunudur, geçmişte olduğu
gibi gelecekte de üstün gelecek olanlar, Allâh’ın izniyle, îmân
edenlerdir:
“Gerçekten onlar, muhakkak nusret (yardım ve zafer) bu-
lacaklardır.” (Saffat Suresi, 172)
(Daha fazla bilgi için: Doğu Türkistan 1999 İnsan Hakları İhlalleri
Raporu, www.doguturkistan.net/ih/rapor99.html)
KİM BİR MİLLETE BENZEMEYE ÇALIŞIRSA,
ONLARDANDIR
Abdullâh b. Ömer’den (r.a.) rivâyete göre Resûlullâh (s.a.v.)
Efendimiz: “Kim bir millete benzemeye çalışırsa, o da
onlardandır,” buyurmuşlardır. Bu hadîs-i şerîf benzemenin
müspet ve menfi kısımlarını içine almaktadır. Çünkü ben-
zemeye çalışmak: Başkalarının yaptığı bir işi onlara uya-
rak yapmak demektir ki hayır ve şerde, günahta, küfür ve
îmânda olabilir. O halde bu hadîs-i şerîf: Kâfirlere, fâsıklara,
günahkârlara benzemeyi yasakladığı gibi, başta Hz. Peygam-
ber (s.a.v.) Efendimiz’e olmak üzere, Sahabe-i Kirâma, takva
sahibi sâlih kimselere benzemeyi de teşvik etmektedir. Özel-
likle yahudi ve hıristiyanlar kısacası İslâm’a inanmayan bütün
toplumlar da, Müslümânların benzememekle emrolundukları
toplumlardır.
Bu Hadîs-i Şerîf aynı zamanda çok önemli psiko-sosyal
gerçeklere işaret eder. Üsluptaki benzeşmenin sonuçta itika-
di benzeşmeye götüreceğini anlatır. Mağluplar galipleri taklid
etme psikolojisini yaşarlar. İnsan ancak sevdiğini, takdir ettiği-
ni ve büyük gördüğünü taklit eder. Üslubu taklit, itikadi taklide
götürür.
Dînimiz İslâmiyet; güneş doğarken, zevalde, tam tepede
iken ve batarken, ateşe karşı namaz kılmayı yasaklamıştır.
Bunun sebebi de, güneşe ve ateşe tapınan milletlere benze-
mememizi temin etmektir. Görüldüğü gibi dînimiz ibâdet hu-
suslarında bile gayrimüslimlere benzemeye müsaade etme-
mektedir. Öte yandan, İslâm’ın şekil ve suretten ziyade mâna
ve muhtevaya önem verdiği, şekli de bu mânayı koruduğu sü-
rece gözettiği aşikârdır. Ancak üslup, Müslümânların her de-
virde kimlik ve izzet sahibi olması, gayrimüslimlere karşı onur-
lu ve kendinden emin olması, kendi kültür, örf ve geleneklerini
yaşatmaları, Müslümân toplumların birlik ve bütünlüğü, dış
etkilere karşı direnci açısından fevkalâde önemlidir. Bunun da
yolu sakal ve bıyıktan giyim kuşama ve ev düzenine kadar her
alanda Müslümânların Sünnet-i Seniyyeye uymaktan geçer.
(Burhan Dergisi, 3 Aralık 2010)
EVLERDEKİ MUHABBET HIRSIZI: TELEVİZYON
Televizyonunuz olmasa kanepenizi nereye koyardınız? Evde
bir TV’niz olmasa bu akşam ne yapardınız? Eşinizle, çocukla-
rınızla neyin muhabbetini yapardınız TV olmasaydı? Sabah işe
gittiğinizde arkadaşlarınızla ne konuşurdunuz? Öğleyin yemekte
izlediğiniz dizileri anlatmak yerine, neyi sohbet konusu ederdi-
niz? Akşam için ayarladığınız randevularınızı, maçlarınız ve dizi-
leriniz olmasa neye göre ayarlardınız?
Bu soruları uzatmak mümkün. Ama televizyona gömdüğü-
müz zamanları kurtarmamız artık imkansız. İtiraf edelim “o” son
yıllarda evlerimizin tek başına iktidarı. Eşyalarımızın konumunu
belirliyor, dost muhabbetlerinin konusunu saptıyor, okuldan ge-
len çocuklarımıza dadılık yapıyor, randevu defterimizi ayarlıyor
ve en önemlisi kültürümüzü baştan tanımlıyor. Ortalama 70 yıl
yaşayan bir Türk hayatının ortalama 15 yılını ekran karşısında
geçirmektedir.
Günümüzde bilim adamları da sigara, alkol, uyuşturucu ba-
ğımlılığıyla bir tutuyor televizyon bağımlılığını. Hatta daha tehli-
keli bir uyuşturucu olduğunu düşünenler de bulunmaktadır.
Öncelikle bu kültürden kurtulmalıyız. Ne seyrettiğimizi, niye
seyrettiğimizi bilmeliyiz. Nasıl programlara layığız, nasıl bir hayat
istiyoruz karar vermeliyiz.
Çocukların saatlerce televizyon karşısında kalması sadece
göz sağlığının bozulmasına ve anti-sosyal davranışlar geliştirme-
sine sebep oluyor. Çocuklarımızı bu kötü dadıdan kurtarmalıyız.
Televizyonun aslında en tehlikeli yanı eşler arasına bir kara
kedi gibi girmesidir. Eşler televizyona ayırdıkları zamanın onda
birini dahi birbirlerine ayırmamaya başlamışlardır. Aile hayatımızı
televizyona feda etmemeliyiz!
Çocuğumuzu televizyon izlemek yerine, kitap okumaya yön-
lendirmeliyiz. TV ekranında bir metin okunsa bile, beyin çok
düşük etkinlik göstermekte yani televizyon sinir sistemini kapa-
tırken, kitapta bu yaşanmamaktadır. Çocuğunuzun odasına ve
kendi yatak odanıza asla televizyon konmamalı, televizyon, otur-
ma odasında ve merkezi olmayan bir yere konulmalıdır.
Zararlı gördüğümüz yayınlar RTÜK’e bildirilmelidir. (Alo
RTÜK Hattı: 178)
(Uzm. Pskiyatrist Neşe Özkarslı, www.moraldergisi.com/)
NEDEN SİNİRLENİYORUZ?
Öfke ve sinir günümüz Türkiye’sinin insanlarının önemli
problemlerinden biridir. Sinirli ve öfkeli ruh hâli, en başta kişinin
sağlığına zarar verir. Ayrıca sağlıklı karar verme mekanizmasını
bozar. Kişi o esnada tamamen hisleri ile hareket eder. Bunun
neticesinde ise, karşısındaki kişilere zarar verir.
Çabuk sinirlenen kişilerin kalb hastalıklarına, gastrit ve ülser
gibi sindirim sistemi rahatsızlıklarına, hipertansiyona yakalanma
riski de artmaktadır. Atalarımızın dediği gibi, keskin sirke küpüne
zarar verir.
Kâinata baktığımızda her şeyde bir sükûnet görürüz. Yeryü-
zünde her gün her yerde fırtına esmez ve denizlerde her gün dev
dalgalar köpürmez. Yeryüzündeki tabiat hâdiselerinin periyodik,
dengeli ve ahenkli işleyişi insana sükûnet mesajı vermektedir.
Efendimiz (s.a.v.)’in hayatına baktığımızda bu sükûneti gö-
rürüz. O (s.a.v.), kendi şahsına ait en büyük taarruzlarda bile
sükûnetini ve teennisini korumuştur.
SİNİR HÂLİNİ NASIL AZALTABİLİRİZ?
“Allah’tan korkan kimseler öfkelerini yutarlar ve insan-
ları affederler. Allah, iyilik edenleri sever.” (Âli İmran s. 134)
mealindeki âyet bize bu konuda çok net bir ölçü vermektedir. Öf-
keyi hafifletmenin önemli bir yolunun insanları affetmek ve iyilik
yapmak olduğu anlaşılabilir. Çünkü öfkeyi yutmak, insanı affet-
mek ve iyilik etmek âyeti kerîmede ardı ardına anlatılmaktadır.
Sinirlenmenin ve öfkenin verdiği zararın şuurunda olan ve
ona göre hareket eden kişiler, hem kendilerine hem çevrelerine
huzur verir. Burada önemli olan herkesin kendi söz ve davranış-
larını kontrol edebilmesidir. Bunu başarabilen kişilerin, öfkenin
ve sinirliliğin zararlarından kurtulacağı, güzel sözleri ve dav-
ranışları ile çevresine örnek teşkil edeceği açıktır. İnancımızın
gereği de budur.
Çalışma hayatında, aile içinde veya herhangi bir mecliste
çabuk sinirlenen bir kişi varsa, onun etrafındaki her ferdin bun-
dan menfî etkilendiğini görürüz. Her ân bağıracağı, kızıp söyle-
neceği, eleştireceği ve gerginlik oluşturacağı beklenen bir kişi-
nin yanında kimse huzurlu olamaz.
(Dr. Hasan Aydınlı, Basından Derleme)
KANAYAN YARALARIMIZ VE
YAPABİLECEKLERİMİZ
Müslüman müslümanın derdiyle dertlenmeli onun sıkıntılarına
ortak olmalıdır.. Doğu Türkistan, Arakan, Somali ve daha sayama-
dığımız hayat ve açlık mücadelesi veren sayısız müslüman kardeşi-
miz bulunmaktadır. Teknolojinin getirdiği kolaylıklarla oralara yardım
etmek daha kolay hale gelmiş durumda. Önceden aylarca süren
yolculuklar şimdi birkaç saatte yapılabilmektedir. Arakan’a gidenler,
gitmeden önce bildiklerinin, gittikten sonra öğrendikleri yanında bir
hiç olduğunu anlatmaktadır. Zorunlu göç ve katliamlar yüzünden ne
ev kalmış, ne de aileler…
Bugün Arakan’da yapılanlar, dün de Avrupa’nın ortasında
Srebrenica’da yüzbinlerce müslümana yapılmıştı. Yani dünyanın ne-
resinde olursa olsun, zulme hep müslümanlar muhatap olmaktadır.
İnsan hakları savunucuları için “insan”ın ne anlama geldiği mese-
lesi kritik bir sorudur. Nedense müslümanlara yapılan katliamlara,
zulümlere, haksızlıklara uluslararası insan hakları savunucularının
sesi çıkmadığı bir gerçektir. Tabii bu yaşananlarda sorumluluğu olan
bir grup insan daha var: Müslümanlar. Zulüm coğrafyalarındaki kat-
liamlara İslâm toplumları kayıtsız kaldıkça bu insanlık ayıbının sonu
gelmeyeceğe benzemektedir.
1912’de Balkan savaşları esnasında, dünyanın her tarafındaki
Müslümanlar gibi, Arakan’lı Müslümanlar da para toplayarak Os-
manlı Ordusu’na yardım etmişlerdi.
leri neticesinde, padişah Hindistan, Çin ve Myanmar Müslümanla-
rı arasında popüler olmuştu. 1897’de Türk-Yunan Savaşı çıkınca,
Myanmarlıların dahil olduğu Asya’dakiMüslümanlar hemen yardım
toplayarak Türkiye’ye gönderdiler.
Arakanlı Müslümanlara borcumuzu ödeyelim
Geçmişte her zaman yanımızda yer alan ve fakir hâllerine bak-
madan bize yardım eden Arakanlı Müslümanların imdadına koşmalı
ve onlara olan borcumuzu ödemeliyiz.
Binlerce masum Arakanlı Müslüman’ın, cunta yönetimi ve Budist
putperestler tarafından alçakça şehit edilmesi ve açlıktan ölmesi kar-
şısında seyirci kalamayız.
Acaba kardeşlerimiz açlıktan ölürken, zengin iftar sofralarındaki
çeşit çeşit yemekler nasıl boğazınızdan geçer?
(Hasan Celal Güzel, 2012/08/12 tarihli köşe yazısı ve
http://semerkanddergisi.com/kanayan-yaramiz-arakan/)
DOĞU TÜRKİSAN’IN BİTMEYEN ÇİLESİ
Dünya genelinden soykırımlardan en büyüklerinden biri
Türk’lerin anayurdu Doğu Türkistan’da yaşanmaktadır. Burada
bulunan halkın dinlerini yaşamalarına izin verilmediği gibi yar-
gısız infazlarla nüfus dengesini bozarak ve genç kızları kötü
yola düşürüp nesli bozarak büyük bir zulüm yapılmaktadır.
1949 yılından bugüne Çin’in işgali altındaki Doğu
Türkistan’da uyguladığı zulüm sadece insanları değil, bölgede-
ki ekosistemi de hedef almıştır. Tarim Havzası’nda Urumçi’nin
800 km güneydoğusunda yer alan Lop Nur, Çin’in nükleer si-
lahlarını test ettiği tek bölgedir.
Tesiste, 16 Ekim 1964’te Çin kendi ürettiği ilk atom bom-
basını patlatmış, 29 Eylül 1969’da kendi ürettiği ilk hidrojen
bombasını patlatmıştır. 27 Ekim 1966’da, orta menzilli balistik
füze deneyi çerçevesinde, Gansu eyaletindeki Shuangchengzi
Füze Üssü’nden Lop Nur’daki hedefi vurmak üzere 12 kilo-
tonluk nükleer başlık taşıyan bir füze fırlatan Çin, bu deneyle
yerleşim alanları üzerinde nükleer başlıklı balistik füze deneyi
gerçekleştiren tek ülke olmuştur.
Sapporo Üniversitesi’nden Japon profesör Takada Jun,
Mart 2009’da Japonya’da yapılan bir sempozyumda 1964’ten
1996’ya kadar gerçekleştirilen ve kümülatif olarak 200 me-
gatonluk bir patlama gücü oluşturan 46 nükleer denemenin
750.000 sivilin ölümüne yol açtığını bildirmiştir. 1967’den bu
yana yapılan nükleer deneyler sebebiyle Kaşgar, Hoten, Yar-
kent gibi şehirlerde kanser, sakat doğum, sebebi belirleneme-
yen felç ve ölüm vakaları hızla artmış, 90’lardan itibaren kanser
vakalarının oranı Çin ulusal rakamlarının %30 üzerinde seyret-
miştir. Ancak Çin, bölgede gerçekleştirdiği nükleer çalışmaların
insan sağlığına ve ekolojik dengeye etkileri ile alakalı herhangi
bir bağımsız araştırmaya izin vermediği için bu konuda kesin
rakamlar belirlenememektedir.
Doğu Türkistan’daki zulmüne aralıksız devam eden Çin’in
resmi haber kanalı Xinhua News Agency’in 15 Ekim 2012 tarihli
haberine göre Çin bugün binlerce insanın hayatını söndüren bu
nükleer test alanlarını turizme açmayı planlamaktadır.
(www.ihh.org.tr)
FUTBOL DÎNİ
Milyonları peşinden koşturan futbolun hayatımızdaki yeri
nedir?
Kimine göre aptalca bir şeydir. Ortada bir top peşinde 22
kişi ve dünyanın parasını verip izlemeye gelen binlerce se-
yirci. Amaç bir topu 4 direk arasından geçirme mücadelesi.
Top içeri girse ne olur girmese ne olur. Kimine göre ise bir
hayat felsefesi, yaşam biçimidir. “Yani futbol sadece futbol
değildir.”
Futbol bugün bambaşka bir yönü ile tartışma konusu ha-
line gelmiştir. Portekizli diktatör Salazar’ın kitleleri uyutmak
için kullandığı 3F (futbol, fiesta, fado)’den en önemlisi olan
futbol bugün yeni bir din olmaya doğru gitmektedir. Acaba
futbol dinin yerine mi geçiyor. Bunu daha iyi anlayabilmek
için dinin ne olduğunun bilinmesi gerekir.
Din: 1. Din b. Tanrı’ya, doğaüstü güçlere, çeşitli kutsal
varlıklara inanmayı ve tapınmayı sistemleştiren toplumsal
bir kurum, diyanet. 2. din b. Bu nitelikteki inançları kurallar,
kurumlar, töreler ve semboller biçiminde toplayan, sağlayan
düzen.. 3. mec. İnanılıp çok bağlanılan düşünce, inanç veya
ülkü, kült. (Güncel Türkçe Sözlük)
Din her hangi bir şeyi ilah edinmedir. İlah edinme ise her-
hangi bir güce gönüllü ve kayıtsız şartsız boyun eğme de-
mektir. Bir fert bir futbol takımını her şeyden önde görüyorsa
o takım onun için bir din halini almıştır. Bugünde zaten futbol
yeni bir dünya dini olarak görülmektedir. Adına din denmese
dahi futbol bu haliyle bir fonksiyonu görmektedir.
Futboldan kurtuluş var mı, ya da bu zararları minimuma
indirebilir miyiz? Bu sorulara cevap vermemiz zor. Çünkü
kapitalist dünyanın sömürücü zihniyeti futbol endüstrisinde
sınır tanımıyor. Bir Müslüman olarak bunların muhasebesi-
ni iyi yapmamız gerekir.Tâ ki yarın pişman olmayalım.
“İki nimet vardır ki, insanların çoğu onların kıymeti-
ni bilmez, aldanır. Onlar, sıhhat ve boş vakittir.”(Buhârî-
Müslim Tirmizi)
ORTAMA UYMAK İÇİN İÇKİ İÇİLEBİLİR Mİ?
Bugün dünyanın dizginini elinde tutan medeni denilen
alemin her ülkesinde içki içmenin adet ve ikram vesilesi
olması, onun iyi ve faydalı olduğunu göstermez. Bilakis
tıbben sabit olduğu gibi içki, insanın hayatına kasdeden,
ruh ve bünyesini yıkan en büyük düşmandır. Bunun için
Kur’an-ı Kerim ile hadîs-i nebeviyye, şiddetle onu yasakla-
yıp onu içen ile yapılışı için çalışan kimseleri lanetlemiştir.
Onu içmek en büyük gaflettir.
İçki, insanı sarhoş edip akli dengesini bozan şeydir.
Üzümden olduğu gibi, hurma, arpa, buğday, bal ve başka
şeylerden de olabilir. Sekr, yani sarhoşluk veren şeyin çoğu
haram olduğu gibi azı da haramdır. Bazı kimseler birayı ha-
fif görerek mühimsemiyor ve içiyor. Halbuki bira ile şarap
arasında fark yoktur.
Soru: İçki satıp ticaretini yapmak caiz midir?
Cevap: İçki içmek haram olduğu gibi, onu satıp ticare-
tini yapmak da haramdır. Bu hususta ihtilaf yoktur. Enes
(r.a.)’den şöyle rivâyet edilmiştir:
“Allah Resûlü, içki sebebiyle on kişiyi lanetlemiştir:
Onu yapan, yaptıran, içen, taşıyan, kendisi için taşıtan,
sakilik yapan, satan, parasını yiyen, satan ve kendisi
için satın alınan kimseler”
Mâide suresindeki kesin içki yasağı bildiren ayet gel-
dikten sonra, Allah Resûlu (asm) uygulama ile ilgili olmak
üzere şöyle buyurdu:
“Şüphesiz Allah içkiyi haram kılmıştır. Bu ayeti ha-
ber alıp da yanında içki bulunan kimse, ondan içmesin
ve satmasın…” (Müslim, Müsâkât, 67)
Soru: Şarap fabrikasında çalışmak caiz midir?
Cevap: İslam dini faiz, kumar ve fuhuş müesseselerinde
çalışmayı yasakladığı gibi şarap fabrikasında çalışmayı da
yasaklamıştır. Bu itibarla günaha girmek istemeyen kimse
mutlaka böyle bir müessesede çalışmaktan sakınmalıdır.
(Halil Gönenç, Günümüz Meselelerine Fetvalar, c.2, s.243-244)
MEDYATİK BİLGİ NE KADAR MASUM
Medya karşısında edilgen olmak yerine mümin hassasiyetini
daima devrede tutmamız gerekiyor.
Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulur: “Ey iman edenler! Eğer
bir fasık (açıkça günah işleyen) size bir haber getirirse onun
doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeden bir topluluğa kötü-
lük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz.” (Hu-
curat, 6) “Hakkında kesin bilgi sahibi olmadığın şeyin peşi-
ne düşme. Çünkü kulak, göz ve kalp, bunların hepsi ondan
sorumludur.” (İsra, 36)
Medyada daha çok haber ve bilgi üretebilmek adına yapay
gündemlerin oluşturulmasına, masa başında uydurulan sansas-
yonel haberlerin gerçek malumatmış gibi halka sunulmasına yol
açmıştır.
Öte yandan medya, dünyadaki tüm iktidarlar ve güç sahipleri
için önemli bir araçtır.. Bugün medya, her türlü bilgiyi manipüle
etme yani değiştirme, dönüştürme noktasında eline su döküle-
meyecek kadar ileridedir. Mesela Amerika’nın, işgal ettiği ülke-
lere aslında adalet ve özgürlük götürmek için girdiğini iletişim
araçları vasıtasıyla kamuoyuna propaganda yapması buna bir
örnektir.
Aslında bugün medyatik bilginin güvenilirliğinden ve bizim
bu mecradan bilgi edinirken nelere dikkat etmemiz gerektiğin-
den çok, “müslüman olarak bu haber ve bilgilerden ne kadarı
bizi gerçekten ilgilendiriyor?” sorusunu da oturup ciddi ciddi sor-
gulamamız gerekiyor.Hakikat şu ki medya üzerinden oluşturu-
lan yapay gündemler artık insanların gerçek gündemlerini işgal
edecek boyuta gelmiş durumda.Pekâlâ bir insanın, özellikle de
bir müslümanın, kendisine ve çevresine karşı yerine getirmesi
gereken sorumlulukları varken bu tür gündemlerin takibine vakit
ayırmasının kime ne faydası var? Zamanımız bu kadar değersiz
değil. Ayrıca bilgileniyorum bahanesiyle vaktini heba eden mü-
min bu denli kirlenmiş bir mecradan neyin bilgisini edinmekte-
dir? Tamam, bilgi çağı… Bilmek son derece önemli. Fakat maruz
kaldığımız bilgi bombardımanını bir de mümin bilinciyle değer-
lendirip, ne kazandık ne kaybettik, oturup düşünmenin vaktidir.
(http://semerkanddergisi.com/medyatik-bilgi-ve-musluman-duyarliligi/)
YILBAŞI NEYİMİZ OLUR?
-Ramazan Bayramı’mız mı, Kandilimiz mi, Kurban Bayramı’mız
mı? Biz Muharremlerle, Martlarla başlayan yıllar da biliriz ki, hiçbiri
böyle şımarıklıkla, böyle ayyaşlıkla, böyle kumarbazlıkla açılmaz-
dı. Hepsi efendi yıllardı.
Memleketimize, herhalde, Beyoğlu’ndan giren, Haliç’i atlaya-
rak Fatih’lere, Aksaray’lara, sonra Rumeli’ye ve Boğaz’ı aşarak
önce Kadıköy’lere, Moda’lara ve sonra Üsküdar’lara ve oradan
Anadolu’ya geçen bu bunak neyimiz olur: Babamız mı, dedemiz
mi, amcamız mı, yoksa Avrupalılıktan pirimiz mi?
İstanbul’un Tepebaşı’ndan Adana’nın Tepebağı’na kadar her
yeri bilen, her yere uğrayan bu moruk kimdir, necidir?
Bir resmine bakarsanız Havarilere, öteki resmine bakarsanız
düzenbaz kâhinlere benzeyen bu iskambil papazı, aramızda neyin
nesidir… Bunu hiç merak ettiniz mi?
Siz bırakın da ben söyleyeyim onun kim olduğunu: O, Haçlı
Seferlerinden kalma bir kılıç artığıdır. O zaman silahla giremediği
yerlere, şimdi beyaz sakalıyla saygılar ve sevgiler toplayarak gi-
rebiliyor.
O evimize girerken eşeğini kapımızın halkasına bağlayan bir
Piyer Lermit’tir…(1) Kardeşlerini mukaddes savaşa hazırlamaktan
geliyor.
O, adıyla sanıyla bir misyonerdir ki, şu memlekette ocağına
incir dikildikten sonra, kılığını değiştirmiş… Ve bizi avlamaya, ku-
cağında getirdiği oyuncaklarla en can alıcı noktamızdan; çocukla-
rımızdan başlamıştır.
Bu cömertliğinin karşılığını istemeyecek mi sanıyorsunuz,
fedakârlığının sebebini düşünmediniz mi? Bırakın onun hakkından
ben gelirim: İşte sakalını çekince gördünüz… Sakalı elimde kal-
dı ve altından Lüsifer çıktı.(2) Bilirsiniz ki casuslar da kıyafetlerini
ekseriya böyle değiştirirler. Bu, mezar beğenmeyen hortlağa ya
mezarını gösterin yahut bırakın: Haç’ında çarmıha gereyim onu.
Tehlikeyi sezer de, kendiliğinden gitmeye kalkarsa, çıkarken
ceplerini yoklamayı unutmayınız: Muhakkak bir şeyimizi çalmıştır.
(NOEL BABA, ARİF NİHAT ASYA, 1960)
1-Piyer Lermit: İlk Haçlı seferinin düzenlenmesinde önayak
olan papaz.2-Lüsifer: Hıristiyan akidesinde şeytanı tasvir etmek
için kullanılan bir isim
ARI MÛCİZESİ
Kur’an’da dikkat çekilen dişi bal arısının yaptıklarını
iyice incelediğimizde arının kabiliyetlerine şaşmamak elde
değildir. Arının yaşayacağı evini yani kovanını oluşturması,
bu evin içindeki petekleri inşa etmesi matematiksel bir deha
gerektirmektedir.
Bal arıları milyonlarca yıldır peteklerini altıgen yapmak-
tadır. Acaba neden bu şekil dikdörtgen, beşgen, sekizgen
değilde altıgendir? Bunu araştıran matematikçiler birim
alanın tamamen kullanılması ve en az malzemeyle petek
yapılabilmesi için en ideal şeklin altıgen olduğunu ortaya
koydular. Petekler üçgen ya da dörtgen olsaydı, boşluk-
suz kullanılabilecekti. Fakat altıgen hücreler için kullanılan
malzeme üçgen ya da dörtgen için kullanılan malzemeden
daha azdır. Diğer birçok geometrik şekilde ise kullanılma-
yan bölgeler ortaya çıkacaktı. Sonuç olarak altıgen hücre,
en çok miktarda bal depolarken, yapılması için en az bal-
mumu gereken şekildir.
Dişi (işçi) arıların bu çalışmalarında en çok ilgi çeken
durumlardan biri; on binlerce işçi arının her birinin, birer
tuğlacığını bıraktığı bu yapının, geometrik ölçülere bütü-
nüyle uyabilmesidir. Matematikçiler verilen belirli miktardaki
balmumuyla yumurtadan çıkacak kurtçukları içine alabile-
cek daha geniş bir yer yapılamayacağını ispatlamışlardır.
Böylece işçi arılar belirli miktardaki gereçle, gereken bü-
yüklükteki bir yapının en ekonomik biçimde nasıl yapılabi-
leceğini göstermektedirler.
İşçi arılarımız peteğin yapımına birkaç farklı noktadan
başlarlar. İş ilerledikçe peteğin gözenekleri orta yerde birle-
şir. Bu durumda kaynaşma noktasındaki peteklerin açıları
yine kusursuzdur. Bu işçi arıların peteğin yapımına rasgele
koyulmadıklarını, başlangıç ve bitiş noktaları arasındaki
uzaklıkları, arkadaşları olan diğer işçi arılarının pozisyon-
larını önceden çok ince bir şekilde hesapladıklarını ortaya
koyar.
Bütün bunların tesadüfen oluştuğunu söylemek müm-
kün müdür?
TV BAĞIMLILIĞI KARŞISINDA YAPABİLECEKLERİMİZ
Eğitim sisteminin İslam’dan uzaklaştırılması, tarihinden, me-
deniyetinden uzaklaştırılması, ister istemez Türkiye’de uygula-
nan medya rejiminin pompaladığı, sadece kendi iç güdülerinin,
arzularının peşinde koşturan, sadece çıkarı eksen alan, cinsel
arzuları hedef alan, dolayısıyla onların esiri olan bir kültürün, in-
san tipinin oluşmasına yol açmıştır.
Batılıların asla yapamayacaklarını, çok daha feci şekilde ken-
dimiz yapmış bulunuyoruz. Dünyada sömürgeleştirilemeyen üç
ülkeden biri olduğumuz halde şimdi kendi kendimizi sömürgeleş-
tirdik. Türkiye’deki medya, Türk toplumunu sömürgeleştirme ara-
cı olarak işliyor. 19. yüzyılda Sömürgeler Bakanı olduğu günlerde
William Gladstone İngiliz Avam Kamarası’nda elindeki Kuran’ı
gösterip, ‘Bu Kitap Müslümanların elinde bulunduğu müddetçe,
biz onlara asla hâkim olamayız. Ne yapıp edip, bu Kur’an’ı orta-
dan kaldırmalıyız. Ya da Müslümanları ondan soğutmalıyız’ diye
haykırmıştı. Biz bunu (TV vb. iletişim araylarıyla) şimdi maalesef
kendimiz yapıyoruz.
Televizyonun hayatımıza egemen olması onu evimizde baş-
köşeye koymamızla başlamaktadır. Yani TV’nin yerini değiş-
tirmek bağımlılıktan kurtulmanın ilk adımı olabilir. Ayrıca kötü
yayınlar, hatta çok çok kötü yayınların televizyonları işgali kar-
şısında yapılması gereken kötü yayınları gerekli yerlere şikayet
etmek ve bu konuda vatandaş olarak etkin bir rol oynamaktır. Bu
tür programları izlememek kendi açımızdan sorunu ortadan kal-
dırır. Ancak sadece izlemeyip sessiz kalmaktan öte yapabilecek-
lerimiz vardır. Mutlaka interaktif bir izleyici olup gerekli mercileri
uyarmak gerekir.
Bu noktada ebeveyne de büyük görev düşmektedir. Öncelikle
çocuğu televizyon karşısında yalnız ve savunmasız bir biçimde
bırakmamak gerekir. İzlediği programları kontrol altında tutmak,
zaman zaman onunla konuşarak zararlı programların kötülüğün-
den bahsetmek gerekir.
Ayrıca unutmamalıyız ki; Çocuğumuzu TV’den uzaklaştırmak
istiyorsak, önce kendimizin ekran bağımlılığından kurtulmamız
gerekiyor.
(Uzm. Psikiyatrist Neşe Özkarslı, Moral Dergisi 35. sayı)
TELEVİZYONUN ÇOCUKLARA ZARARLARI
Kitle iletişim araçlarından televizyon, bütün insanlığı etkiley-
en ve yönlendiren en güçlü yayın araçlarının başında gelmekte-
dir. Televizyondan yetişkinlere oranla çocuklar daha çok etkilen-
mektedirler. Daha henüz eleştirel bir zeka geliştiremediğinden
çocuk, televizyonlar karşısında en hassas kitledir. Dolayısıyla
bu araçlar çocuğun davranışlarını, hayat biçimini daha çok
etkiler.Televizyon, aile içi ve dışı toplumsal etkileşimi en alt
düzeye indirgediğinden çocuğun sosyal ve ahlâkî gelişimine
olumsuz etkisi vardır.Yapılan bir ankette “Babanızı mı daha
çok seviyorsunuz, televizyonu mu?” sorusuna, ankete katılan
çocuklardan %44’ü “televizyon” demiştir.
Televizyonun çocuklar üzerindeki zararlı etkileri, yorgunluk,
şiddet, saldırganlık, hayal gücünün gelişimine fırsat tanımaması
ve zamanın boşa geçirilmesidir. Ayrıca reklamlar dini hassasi-
yete önem vermediği için çocuklara birçok zarar vermektedir.
Bunlar ise çocukların manevî yapısını bozarak özentiye se-
bep olmakta, çocukları kanaatsizliğe sürüklemekte ve para,
lüks, şöhret tutkusunu artırmaktadır. Yine film ve diziler yoluyla
çocuklar, içki, sigara ve uyuşturucu vb. kötü alışkanlıklara ve
şiddete özendirilmektedir.
Aynı zamanda çok televizyon izleyen çocuklar ruhsal denge-
sizlik yaşamakta, erken ergenlikle karşı karşıya kalmaktadırlar.
Göz bozulmalarına,dikkat dağınıklığına ve unutkanlığa yol aç-
makta, bağışıklık sistemine zarar vermektedir, ayrıca hormonal
dengesizliklerin yanı sıra kansere bile yol açmaktadır.
Bu sebeplerden dolayı televizyon izleme konusunda
yetişkinlerin bilinçli hareket etmesi gerekmektedir.Televizyo-
nun etkisi altında büyüyen çocuk, kendine, anne babasına,
büyüklerine, çevresine ve Allah (c.c)’a karşı vazifelerinden
habersiz büyümektedir.Televizyon çocuğun emanet edileceği
bir araç değildir. Aksine çocuklarımızı ne kadar televizyondan
uzak tutarsak onlar için o o derece faydalı olacaktır.
(Prof.Dr.Sâlih ZEKİ AYDIN, Çocuklar Kitle İletişim Araçlarının
Zararlarından Korunmalıdır, Somuncu Baba Dergisi)
BÜYÜK KÂŞİF VE HARİTA UZMANI PİRİ REİS
Karamanlı Hacı Ali Mehmet Efendi’nin oğlu olup 1470
civarında Gelibolu’da doğdu. Tanınmış denizci Kemal
reisin yeğeni olması onun küçük yaşından itibaren de-
nizlerde büyümesine ve denizcilikle ilgili bilgileri öğren-
mesine vesile oldu. Kemal Reis, Gelibolu yakınlarında
gemisi batıp Piri Reis bir müddet denizlerden uzak kaldı.
Denizlerden uzak geçirdiği birkaç yılda da kitap ve ha-
ritalarla uğraştı. Gazaya alışkın ve deniz tutkunu olan
Piri Reis deryalardan fazla uzak kalmayıp Oruç Reis’in
emrine girdi. Ve yıllarca kılıç salladı. Allâhu Teâla’nın di-
nini yaymak, mazlumları zalimlerin elinden kurtarmak için
çalıştı. 1547’de Süveyş’teki Osmanlı donanmasına Hint
Kaptan-ı Deryası tayin edildi. Aden’i Portekizlilerden 26
Şubat 1548’de geri aldı. Portekizlilerin daha önce elde
ettikleri yerlerin hepsini geri alarak onları Umman deni-
zinden çıkarıp attı.
Ömrünü denizlerde küffara karşı mücahade ile geçi-
ren Piri Reis 1555 öldüğü zaman ardında o güne kadar
bilinmeyen bir çok deniz bilgileriyle dolu ciltlerle eser bı-
raktı. Bugün bile hayranlıkla seyredilen haritalarla dolu
olan bu eserler çeşitli dillere çevrilerek basılmış ve onun
şöhreti bilhassa 20. Asırda dünyaya yayılmıştır. Türk
denizcileri arasında başarılı bir Kaptan-ı Derya olan Piri
Reis aynı zamanda bir ilim adamı olarak bıraktığı eser-
lerde tarihin sayfalarında unutulmazlar arasına girmiştir.
O günkü teknik ve bilgilere göre akıl almaz doğru-
lukta olan deri üstüne çizdiği haritalar ise tek kelime ile
şaheserdir. Yeni keşfedilen Amerika’ya da yer vermesi
bakımından dikkat çekici olan 1513 yılında yaptığı harita
Yavuz Sultan Selim Han’a takdim edilmiştir. Haritayı yap-
tığı tarihten henüz 25 yıl önce keşfedildiği iddia edilen bu
kıtanın teferruatları ile izah edilmesi düşündürücü ve bu
yerlerin daha önceden bilindiğinin açık işaretleridir.
(Müslüman Bilim Adamları 2, s.265-268)
MUHAMMED MASUM FARUKİ (K.S.)’NİN
NASİHATİ
Muhammed Masum Faruki hicrî ikinci bin yılının müced-
didi İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin üçüncü oğludur. 1599 (H.
1007) senesinde Hindistan’ın Serhend şehrine iki mil uzak-
ta bulunan Mülk-i Haydar mevkiinde doğdu.
Mektûbatında şöyle buyurur: Ey mes’ud ve bahtiyâr kar-
deşim! Allâhu Teâlâ’nın sevdiği kullarının yolunda yürümek
arzusunda isen, bu yolun şartlarını ve edeblerini gözetme-
lisin! En önce, sünnet-i seniyyeye yapışmak ve bid’atlerden
sakınmak lâzımdır. Çünkü Allâhu Teâlâ’nın sevgisine
ulaştıran yolun esâsı bu ikisidir. İşlerinizi, sözlerinizi ve
ahlâkınızı, dînini bilen ve seven, dindâr âlimlerin sözlerine
ve kitaplarına uydurmalısınız. Sâlih kullar gibi olmalısınız
ve onları sevmelisiniz. Uykuda, yemekte ve konuşmakta
aşırı gitmeyip, orta derecede olmalısınız. Seher vakti (yâni
gecelerin sonunda) kalkmaya gayret etmelisiniz. Bu vakit-
lerde istigfâr etmeyi, ağlamayı, Allâhu Teâlâ’ya yalvarmayı
ganîmet bilmelisiniz. Sâlihlerle berâber olmayı aramalısı-
nız. “İnsanın dîni, arkadaşının dîni gibidir.” hadîs-i şerîfini
unutmayınız! Şunu, iyi biliniz ki, âhireti, saâdet-i ebediyyeyi
isteyenlerin, dünyâ lezzetlerine düşkün olmaması lâzımdır.
Muhammed Ma’sûm hazretleri buyurdu ki: “İnsanın
ömrü çok azdır. Sonsuz olan âhiret hayâtında, insanın
karşılaşacağı şeyler, dünyâda yaşadığı hâle bağlıdır. Aklı
başında olan, ileriyi görebilen bir kimse, dünyâdaki kısa
hayâtında, âhirette iyi ve rahat yaşamaya sebeb olan şey-
leri yapar. Ahiret yolcusuna lâzım olan şeyleri hazırlar.”
“Bir kimse âhirete yönelirse, Allâhu Teâlâ keremiyle,
onun dünyâ ve âhiret ihtiyaçlarını giderir.” “İnsanlar ara-
sına karışmak, eğer onların haklarını yerine getirmek için
olursa zikr olur.” “Belâların ve şiddetli şeylerin kalkması için
istigfâr, tövbe etmek çok faydalıdır.” “Kulun ıslah olması,
kalbinin ıslah olmasına bağlıdır. Fesâdı da kalbin fesâdına
bağlıdır.”
(Muhammed Masum Faruki (k.s.), Mektubat-ı Ma’sumiyye, c.1, s.4)
NASILSANIZ ÖYLE İDARE EDİLİRSİNİZ
Selefi Sâlihinin (r.a.e.) ahlâkından biri de idarecilerin zu-
lümlerine çok sabır göstermeleri, günahlarının, uğradıkları
zulümlerin çok daha fazlasını hak ettirdiğini düşünmeleridir.
Sâlih el-Murrî (r.a.) şöyle diyordu: «İçleri, dışlarıyla ör-
tüşmeyen insanların çeşitli âfet ve belâlara maruz kalmaları
yadırganmamalıdır.»
İmâm Ebû Hanife (r.a.) şöyle diyordu: «Zalim bir sultan
başına tebelleş olup bu yüzden dininde gedik açıldığında,
açılan gediği kendin ve onun için çok istiğfar ederek onar.»
Muhammed b. Yusuf’un (r.a.) bir kardeşi kendisine yaz-
dığı bir mektubunda memleketindeki valilerin zulmünden
yakınınca ona şunları yazar: «Mektubunu aldık, kardeşim
sen günahlara bulanan bir insanın başına birtakım musi-
betlerin gelmesini yadırgamamasını bilen birisin. Sizlerin
içinde bulunduğunuz sıkıntıların tek nedeninin uğursuz gü-
nahlar olduğunu düşünüyorum. Selâm.»
İbnü’s-Semmâk (r.a.) şöyle diyordu: «Rabbinizi hoşnut
etmeyecek işleri yapmak zorunda kaldığınızda ‘Ne yapalım
Allah böyle takdir etmiş’ diyorsunuz. O halde idarecileriniz
için de özürler bulun, çünkü onların kaderlerini çizen de
Allah Teâlâ’dır, onlar sizlere zulüm etmiş değillerdir, içlerin-
den kimse sizden bir tek kişiye zulmetmekten hoşlanmaz,
zulüm görmenizin tek sebebi amellerinizdir.»
Mâlik b. Dinar (r.a.) Tevrat’ta şöyle yazıldığını aktarır:
«Allah Teâlâ buyuruyor: Hükümdarların gönülleri benim
elimdedir, onları bana itaat eden tebaalarına bir rahmet,
bana isyân eden tebaalarına da bir belâ yaparım. O hal-
de hükümdarlara söverek boşuna uğraşmayın, bana tevbe
edip yöneliniz ki onları sizlere karşı şefkatli kılayım.»
Vehb b. Münebbih (r.a.) şöyle diyor: «Hükümdar zulme
yöneldiğinde Allah Teâlâ ülkesinin nüfusu arasına, çarşı pa-
zarlara, yiyeceklere, ekinlere, meyvelere, hayvanlara me-
melerdeki sütlere varıncaya kadar her şeye eksiklik verir.»
(İmâm Şarani, Selefi Sâlihinin, Evliyaullahın Yüce Ahlâkı, s.57)
KURAN’DA ZAMANIN DEĞİŞKENLİĞİ
Kur’an’da, “O (azap), derece ve makamların sahibi
Allah’tandır. Melekler ve Ruh (Cebrail) oraya, mikta-
rı (dünya yılıyla) elli bin yıl olan bir günde yükselip
çıkar.” (Me’âric, 3-4) buyurulmuştur. Bu âyet, zaman mef-
humunun bizim bildiğimizden ibaret olmadığını, melekler
için ve dünyanın dışında ayrı bir zaman mefhumunun söz
konusu olduğunu açık bir şekilde ifade etmektedir. Aynı
istikametteki bir diğer âyette de şöyle buyurulur: “O, gök-
ten yere kadar olan bütün işleri düzenleyip yönetir.
Sonra da o işler, sizin sayageldiklerinize göre bin yıl
tutan bir günde O’nun nezdine yükselir.” (Secde s. 5)
Zamanın değişkenliğini modern bilim de itiraf etmek-
tedir. Buna göre zamanın değişkenliği hıza bağlı olarak
ortaya çıkar. Bir örnek verecek olursak: Aralarındaki yaş
farkı dakikalarla sınırlı olan ikiz kardeşten birisini, ışık hı-
zına yakın bir hızla hareket eden bir uzay aracıyla uzaya
gönderme imkânımız olsaydı, döndüğünde dünyadaki
ikizini kendisinden daha fazla yaşlanmış olarak bulacak-
tı. Keza 27 yaşındaki bir babayı aynı şekilde uzaya gön-
derebilseydik, orada dünyadaki zaman ölçüsüyle 30 yıl
kalsaydı, geri döndüğünde 3 yaşındaki oğlu 33, kendisi
ise 30 yaşında olacaktı. (Paul Strathern, Einstein ve Gö-
relilik Kuramı, 57). Rüyalarımızda da aynı şey olmuyor
mu? En fazla birkaç dakika süren bir rüyada birkaç gün
süren bir serüven yaşayanlarımız az mıdır?
Belli bir hızın üzerine çıkıldığında zamanın daha ya-
vaş ilerlediğini ifade eden bu satırları okuduğumuzda,
ister istemez Efendimiz (s.a.v.)’in Miraç mucizesini ha-
tırlıyoruz. Efendimiz (s.a.v.) zamanın ve mekânın ötesine
uzandığı bu yolculuğu tamamlayıp Mekke’ye döndüğün-
de, yatağını bıraktığı gibi sıcak bulduğunu ifade etmiştir.
ZAMANI DOLU DOLU YAŞAMAK
İmâm Evzaî (r.h.) Hazretleri buyurdu: “Kul, dünyâdaki her
ânından kıyamette hesâb ve sorguya çekilecek. Hem de gün
gün, saat saat. Bu durumda, Allâhü Teâlâ Hazretlerini anma-
dığı bir an karşısına çıkınca, pişman olur ve kendini parçala-
mak ister.” “Bizim, hayatlarına yetiştiğimiz insanlar şöyleydi:
Gece uykusundan en erken uyanırlar, sabah namazını vaktin-
de kılarlar, sonra bir müddet âhiret işlerini, akıbetlerinin (son-
larının) ne olacağını düşünürlerdi.
Bundan sonra kendilerini fıkıh (dînî bilgileri) öğrenmeye ve
Kur’ân-ı kerîm okumaya verirlerdi.”
Hace Muhammed Bakibillah (k.s.) Hazretleri, bedenen zayıf
olup, dâima abdestli olmaya, daha çok ibâdet ve tâat yapma-
ya uğraşırdı.
Yatsı namazından sonra odasına döner bir mikdâr mura-
kabe ile meşgul olur, âzalarının zayıflığı galebe gösterince,
kalkar abdest alır, iki rekat namaz kılar, yeniden otururdu. Be-
deninde hâlsizlik ve yorgunluk vâki olunca, tekrar abdest alır,
gecenin çoğu böyle geçerdi.
“Muhammed Şeybânî (r.h.) Hazretleri, her gecenin üçte bi-
rinde yatar, üçte birinde namaz kılar, diğer üçte birinde de
talebesine ilim öğretirdi.” Ebü’l-Hayr Farukî Hazretleri
Delâilü’l Hayratın başna tavsiyeleri yazdı: “Seher vaktinde
uyanık olup, teheccüd namazı kılmalıdır.
Sonra bir müddet Allâhü Teâlâ Hazretlerini zikretmeli,
havanın ağarmaya başladığı vakitte ise (camide)sabah na-
mazını kılmalıdır. Bundan sonra İmâm Rabbânî Hazretlerinin
Mektûbât’ını,
Mevlânâ Hazretlerinin Mesnevî’sini,İmâm Gazâlî Hazretleri-
nin İhyâu Ulûmiddîn’ini, Molla Câmî’nin Nefehât’ını
Ve İmâm Birgivî’nin Tarîkat Muhammediye’sini mütâlâa etme-
lidir. Yemek yedikten sonra bir müddet kaylule yapmalıdır.
Sonra bir miktâr zikirle meşgul olmalı.
Her gün en az altı sahife Kur’ân-i kerîm okumalıdır.
Her talebe planlı ve programlı bir şekilde bu işleri zevkle yeri-
ne getirmelidir.” (Ömer Faruk Hilmi, Sâlihlerin Menkıbeleri, s.70)
DEPRESYONUN İLACI: ORUÇ
Araştırmalar orucun, bazı hastalıkların tedavisine yar-
dımcı olduğunu göstermiştir. Oruçluyken sinirli veya agresif
olunacak varsayımı doğru değildir. Amerika’da bazı mer-
kezlerde stres ve depresyonla başa çıkma yöntemi olarak
oruçtan faydalanılmaktadır. Modern tıbbın oruca bakışı
Hipokrat zamanına dayanmakta ve aslında oruç tutmanın
faydaları bilimsel olarak asırlardır kabul edilmektedir. Hi-
pokrat daha sağlıklı olmak için, bugüne kadar gelmiş birçok
din de ruhu temizlemek için oruç tutmayı önermiştir. Unu-
tulmaması gereken bir konu ise; hangi sebeple tutulursa
tutulsun, oruç tutan kişinin sağlıklı olması şart koşulmuştur.
İslâmiyet ay takvimini kullandığı için her yıl 11 gün, mi-
ladi takvime oranla hızlı hareket eder, bu sebeple 33 yıllık
bir döngüyle Ramazan ayının tutulduğu mevsim değişiklik
gösterir. Güneşin doğuşu ve batışı ekvatorda 12 saat iken,
yaz aylarında 64 derece enlemde 22 saate kadar artabil-
mektedir. Dolayısı ile orucun etkilerini bir bölge veya mev-
sim için sabit tutmak imkansızdır. Standart olarak yorum
yapılamasa da sağlık açısından tüm mevsim ve saatleri
içine alan bölgelerden çok çeşitli bilimsel araştırmalar ya-
yınlanmıştır.
Oruç tutmanın sağlık açısından etkilerini araştıran bir-
çok bilimsel makale incelendiğinde, sağlıklı bireylerde za-
rar vermek şöyle dursun, oruç tutmanın birçok faydaları
gösterilmiştir. Amerikan Endokrinoloji Dergisi’nden İskan-
dinav Romatoloji Dergisi’ne kadar birçok kaynak, orucun
etkilerini incelemiştir. Bazı yayınlara göz atacak olursak;
lupus, artrit, sedef, egzama, ülseratif kolit, Crohn hastalığı
ve bağışıklık sistemini ilgilendiren hastalıkların tedavisi için
oruç tutmanın faydaları hep olumlu olarak sunulmaktadır.
Oruçluyken sinirli olduğunu belirten bireyler olduğu gibi, as-
lında Amerika’da bazı merkezlerde stres ve depresyon ile
başa çıkma tedavisi olarak oruç kullanılmaktadır.
(Dr. Halit Yerebakan,
www.sabah.com.tr/saglik/2014/06/30/depresyonun-ilaci-oruc)
İNTERNETİN YANLIŞ KULLANIMINDAN
KAYNAKLANAN SORUNLAR
Bilgi çağının en etkili araçlarından biri olan internet, eği-
timden sağlığa, haberleşmeden, pazarlama ve ekonomiye
kadar pek çok alanı etkisi altına alma gücüne sahip olduğu-
nu son on beş yıldaki hızlı gelişimi ile kanıtlamış görünmek-
tedir. İnternetin hızlı gelişimi pek çok toplumda, bu teknolo-
jinin toplumun kültürel yapısı ve değerleriyle bütünleşmesi
sürecinde bazı sorunları da beraberinde getirmiştir.
Ebeveynlerin ve çocukların internet kullanım süreleri
arttıkça, internetin aileleri ile geçirdikleri zamanı azalttığı,
aile çevresinden uzaklaşmayı arttırdığı, yüz yüze iletişimi
daha çok engellediği, çevrenin ebeveynin bilgisayar başın-
da çok vakit geçirdiği görülmektedir.
Aile bireylerinin internet / bilgisayar kullanımına bağlı
olarak yaşadıkları fizyolojik sorunlar incelendiğinde, aile bi-
reylerinin en çok yaşadıkları fizyolojik sorunun göz yorgun –
luğu/göz kızarıklığı olduğu ortaya çıkmıştır. Bunu sırasıyla
sırt/boyun ağrısı, baş ağrısı, eklem/kas ağrısı, yorgunluk ve
uykusuzluk izlemiştir.
Aile bireylerinin internet/bilgisayar kullanımına bağlı ola-
rak yaşadıkları psikososyal sorunlar incelendiğinde, en çok
sosyal medya araçlarının kullanılamamasının ebeveynlerin
ve çocukların huzursuz hissetmesine neden olduğu görül-
mektedir. Aile bireylerinin internet kullanım süreleri arttıkça,
yaşadıkları psikosoyal sorunların arttığı belirlenmiştir.
Aile bireylerinin internette güvenlik ve etik açısından
tehlike oluşturabilecek içeriklerin neler olduğuna ilişkin so-
nuçlar incelendiğinde, en fazla soruna pornografi, şiddet,
terör içerikli siteler ve kumar oynama sitelerinin neden ol-
duğu ortaya çıkmıştır.
İnternetin aynı zamanda Türkçenin düzgün kullanımını
engellediği ortaya çıkmıştır.
(Yrd.Doç.Dr. Abdullah KUZU, İnternet Kullanımı ve Aile,
T.C.Başbakanlık Aile ve Sosyal Araştırmalar Genel Müdürlüğü)
SİSTEMATİK SOYKIRIM VE DOĞU TÜRKİSTAN
Müslüman coğrafyalar içinde zulümlerin belki de en büyü-
ğüne, en uzun sürenine ve en sistematik olanına maruz bıra-
kılan bölgenin adı Doğu Türkistan’dır. Çin hapishâneleri ve
çalışma kampları işkencenin yoğun olarak kullanıldığı yerlerdir.
Uluslararası Af Örgütü’nün yayınladığı ve Doğu Türkistan’da-
ki insan hakları ihlallerini konu alan 34 sayfalık raporda Doğu
Türkistan’da tutuklu bulunan 17 yaşında bir gencin yakınları
hapishânelerdeki koşullarla ilgili şunları anlatır: Hapishâne o
kadar kalabalıktı ki, tutukluklar küçük bir hücrede 5-6 kişi tutu-
luyorlardı. Hücrenin küçüklüğü geceleri uyumalarına engel olu-
yor, ancak nöbetleşerek uyuyabiliyorlardı. Polisler hücreleri her
dolaştıklarında tutukluları dövüyorlardı. Sorgulama için seçilen
tutuklular, dövüldükleri, bedenlerine elektrik şok verildiği özel bir
sorgu odasına götürülüyorlardı. Sorgu odasında duvara mon-
te edilmiş bir ray vardı. Bazı tutuklular tek ayaklarından veya
tek ellerinden buraya kelepçelenerek asılıyor ve bu pozisyonda
24 saat bekletiliyorlardı. Kelepçeleri çözüldüğünde ayakta bile
duramaz halde oluyorlardı. Bazılarının kerpetenle tırnakları
çekiliyor, bazılarının ise tırnaklarının altına elektrik veriliyordu.
Bazı tutuklular işkence görürken artık bunun bir son bulmasını
sağlamak için başlarını özellikle duvarlara vuruyorlar, böylece
intihar ediyorlardı.
Çalışma kamplarında ise koşullar çok daha feciydi. Kamp-
lardaki tutukluların ağır işlerde her gün en az 10 saat çalışmaları
gerekmekteydi. Eğer vaktinde uyumaz veya uyanmazlarsa, ba-
ğırarak konuşurlarsa, güler veya ağlarlarsa, abdest almak için
gizlice su alırlarsa, yapmaları gereken işleri bitirmezlerse, gar-
diyanlara cevap verirlerse ağır bir şekilde cezalandırılıyorlardı.
Görüldüğü gibi Çin’in Doğu Türkistan’da izlediği politika, kit-
lesel bir işkence ve soykırım programıdır. Doğu Türkistan Enfor-
masyon Merkezi’nin edindiği bilgiye göre, sadece 3 ayda Doğu
Türkistan’da 10 bine yakın Uygur Türk’ü hayali suçlamalarla
gözaltına alınmış, bunların 2500’ü ölüm cezasına çarptırılmış
veya işkence sonucu öldürülmüştür.
(Doğu Türkistan İnsan Hakları İhlalleri Raporu, www.doguturkistan.net)
DOĞU TÜRKİSTAN’DA ÇİN ZULMÜ
Kızıl Çin’in Doğu Türkistan’ı fiilen işgal ettiği 1949 se-
nesinden 1953 senesine kadar geçen dört sene zarfında
kitleler hâlinde tutuklayıp çeşitli şekillerde öldürdüğü Doğu
Türkistanlıların sayısı 1.000.000 (bir milyon)’a yakındır. Bu
dönemde köylerde yemekhaneler tesis edilmiş olup, hususî
evlerde kazan kaynatıp, yemek yapmak men edilmiştir. Bü-
tün köylüler karavanaya bağlanmıştır, herkes yarı aç kalmaya
mecbur edilmiştir. Köylere “baca casusları” konulmuş, bir evin
bacasından duman çıksa, o evin yemek malzemeleri
ellerinden alınmış, sâhibleri cezalandırılmıştır.
1953’ten bu yana ise toplam 35 milyon kişi öldürülmüş-
tür.
Doğu Türkistan halkı Çinlilerin zulüm ve işkencelerine her
gün, her saatte ma’rûz kalmaktadırlar. Doğu Türkistan’ın her
vilâyetinde, ilçesinde, köyünde olaysız gün geçmemektedir.
Doğu Türkistan’da olay demek ölüme mahkûm edilmek an-
lamına gelir. Bu olaylarda Uygur Türkleri dinleri uğruna, va-
tan aşkına aziz canlarını seve seve feda etmektedirler.
Ayrıca; Kızıl Çin’in Nükleer Araştırma Merkezi ve Atom
Deneme alanı, Doğu Türkistan’ın Lop Nor bölgesindedir.
Bugüne kadar bu alanda 50 civarında nükleer deneme ya-
pılmış, neticede hava ve su kaynakları, tarım arazîleri tahrib
olmuş ve ekolojik dengeler bozulmuştur. Uygur Türkleri ara-
sında bilinmeyen hastalıklar ortaya çıkmıştır. Bu hastalıklar
sebebiyle yüz binlerce kişi ölmüş, bir o kadar insan da sakat
kalmıştır. Yeni doğan bebekler sakat olarak dünyaya
gelmektedirler. Komünist Çin nükleer denemeler yapmakla
kalmayıp diğer ülkelerin nükleer artıklarını da para karşılığı
Doğu Türkistan topraklarına gömmektedir.
Hz. Peygamber (s.a.v.) buyurmuşlardır ki:
“Birbirine karşı muhabbet ve merhamette, Mü’minler,
bir vücûd gibidir. Vücûdun bir yeri rahatsız olunca,
bütün vücûdun, rahatsız olduğu, uykusuz kalıp onun
tedavisi ile meşgul olduğu gibi, Müslümanlar da birbir-
lerine yardıma koşmalıdır!” (Buhârt)
ALLAH (C.C.)’NUN KUDRETİNİN SİNEKTEKİ TEZAHÜRÜ
Bir böcek uçarken saniyede ortalama birkaç yüz defa kanat
çırpar. Hatta kanatlarını saniyede 600 defa çırpabilen böcekler bile
vard ır.
Bir saniyede bu kadar hareketin olağanüstü bir hassaslıkta
yap ılması, bunun teknolojik olarak taklit edilmesini imkansız
kıl-maktadır.
Nitekim California Üniversitesi’nde biyoloji profesörü olan
Michael Dickinson ve arkadaşlarının meyve sineklerinin
uçu-tekniğini ortaya koyabilmek için geliştirdikleri robot, meyve
sineğinin 100 katı büyüklüğünde ve sineğin kanat hızının ancak
bin-de biri hızla kanat açıp kapama hareketi
gerçekleştirebilmektedir. Üstelik her beş saniyede bir kanat hareketi
yapan robot sineğin, bu hareketi için 6 ayrı motor kullanılmaktadır.
Meyve sinekleri uçmak için birden fazla aerodinamik özellik-ten
yararlan ır. Meselâ kanatlar bir vuruş meydana getirdiğinde
arkasında girdablı, komplike bir hava dalgası bırakır. Kanat geri
dönerken de bunu dümen suyu gibi dalganın içinden geçirerek
daha önce kaybettiği enerjisinin bir kısmını yeniden devreye sokar.
Saniyede 200 kez kanat çırpan 2,5 milimetrelik meyve sineğinin
uçmasını sağlayan kas, diğer bütün böceklerin uçuş kaslarının
arasında en güçlüsü olarak nitelendirilir.
Ayr ıca sineklerde, kanatların yanı sıra sâhib oldukları keskin
gözler, denge için kullandıkları ufak arka kanatlar ve kanatların
zamanlamas ını ayarlayan alıcılar gibi daha pek çok detay da
ya-ratıhşındaki mükemmelliği göstermektedir.
Sinekler milyonlarca senedir bu aerodinamik kurallardan
yararlanarak uçmaktadır. Günümüzde en gelişmiş teknolojileri
kullanan bilim adamlarının bile sineklerin uçuş tekniklerini tam
olarak açıklayamamaları, Allah (c.c.)’nun kudretinin apaçık
de-lillerinden biridir. Dickinson un 2001 Haziran’da Scientific American dergisinde
yayınlanmış makalesinden alıntıdır.)
“Ey insanlar, (size) bir örnek verildi; şimdi onu dinleyin. Si-
zin, Allah’ın dışında tapmakta olduklarınız (hepsi bunun için
biraraya gelseler dahi) gerçekten bir sinek bile yaratamazlar.
Eğer sinek onlardan bir şey kapacak olsa, bunu da ondan geri
alamazlar. İsteyen de güçsüz, istenen de.”(Hacc s.73)
“TELEVİZYON KARŞISINDA” MÜSLÜMAN
islâmî hassasiyeti olmayan hatta islâm’a karşı olan
kimseler TV vasıtasıyla rahatlıkla evimizin içine kadar girip
tâbiri yerinde ise bizi “can evimizden” vurmaktadırlar. Kibrit-i
ahmer’den daha değerli olan nefeslerimizi ve vaktimizi bize
boşa harcatmakta, bunun ötesinde bazı günahlara girmemize
sebeb olmaktadırlar, izlediğimiz programlarda islâmî değerlere
zıd ve bu değerleri hafife alıcı temalar işleniyorsa en uygunu
bunları izlememektir.
Bunun yanı sıra televizyonun radyasyon yayması, beyin
faaliyetlerini köreltmesi gibi zararlarını bilmeyen yok gibidir.
Yapılan araştırmalara göre çok televizyon izleyenlerin az iz-
leyenlere göre kendilerini belirgin bir şekilde daha huzursuz,
sinirli, sabırsız ve mutsuz hissettikleri ispatlanmıştır.
Bizim dikkat çekmek istediğimiz en önemli zararı, kötü
öğeler içeren her türlü yayının çocuklara verdiğimiz ve ve-
receğimiz ahlâki değerlerimizle uyuşmayıp, çocuğumuzu
başka kültür ve değerlere yönlendirmesidir ki bu tür tuzaklara
düşmemek için uyanık olmalı, hem kendimizi hem de ailemizi
bunlardan korumaya çalışmalıyız. Cenâb-ı Hakk “Ey îmân
edenler! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar
olan ateşten koruyun…” (Tahrîms. 6.a.) buyurmaktadır.
Çocuklar, daha çok da gençler, hayâtı televizyondan gör-
dükleri dizilerden, magazin programlarından ibaret sanıyorlar.
Şu bir gerçektir ki, aile içi iletişimin katili televizyondur.
Aileler, bilhassa yeni aile kuracaklar, evlâd yetiştirme ko
nusunda çok dikkatli ve uyanık olmalıdır. Yemini, suyunu ver
diğiniz bir bitki, bir kuş yetiştirmediğinin bilincinde olmalıdırlar.
Yaptıklarımızla, eğittiklerimizle, öğrettiklerimizle sevabıyla,
günahıyla, ebedî saadetin yâhûd, ebedî felâketin yolculuk
biletini hazırlıyoruz. Bu yüzden dikkatli olmalı, dînî emir ve
yasaklara uymalı, emrimiz altında bulunanların ve ailemizin
de, emir ve yasaklara uymalarını sağlamalıyız.
KAPTAN KUSTO
Fransa’da Müslümanlık, her sanatta, her cihette şöhret
kazanmış kimseler arasında hızla yayılıyor. Hıristiyanlığı
bı-rakarak islâm Dînini tercîh edenlerin adedi yüz bine ulaştı.
Katolikliğin Fransa’da en yüksek makamı olan “Paris
Arşo-vekliği” bu rakamı tasdîk etti.
islâmı tercîh edenlerden biri de televizyonda yayınlanan
(Yaşayan Deniz) programı ile tanınan Kaptan Kusto’dur. islâm
dînini tercîh etmesine asıl sebeb olan olayın, Atlas
Okyanu-su ile Akdeniz sularının birbirine karışmadığını tespit
ettikten sonra, bunun 1400 sene önce dünyaya indirilen
Kur’ân-ı kerîmde beyan buyurulduğunu görmesi olduğunu
bildirdi.
Kaptan Kusto, bu hâdiseyi şöyle anlattı:
“1962 senesinde Alman ilim adamları, Aden Körfezi ile
Kızıldeniz’in birleştiği Mendeb Boğazında, Kızıldeniz’in suyu
ile Hind Okyanusunun suyunun birbirine karşımadığını
bildir-mişlerdi. Biz de, Atlas Okyanusu ile Akdeniz’in sularının
bir-birine karışıp, karışmadığını tetkik etmeğe başladık.
Evvelâ, Akdeniz’in kendine has sıcaklığı, tuzluluğu ve
yoğunluğu ile ihtiva ettiği canlıları tesbit ettik. Aynı araştırmayı
Atlas Okya-nusunda tekrarladık, iki su kütlesi binlerce
seneden beri Ce-belitarık Boğazında birleşiyordu. Bu
vaziyette, iki su kütlesi-nin karışması ile tuzluluk, yoğunluk
gibi unsurların birbiriyle eşit, hiç olmazsa yakın olması icab
ediyordu. Halbuki, her iki denizin en yakın kısımlarında bile
deniz suyu kendi özelliğini koruyordu. Yani, iki denizin
birleşme noktasında bir su perde-si iki deniz suyunun birbirine
karışmasına mani oluyordu. Bu hâli anlattığım Profesör
Maurice Bucaille, bunda şaşılacak bir şey olmadığını, islâm’ın
kudsî kitabı Kur’ân-ı Kerîm’in bunu açık bir şekilde yazdığını
söyledi. Hakikaten bu hâl Kur’ân-ı Kerîm’de dosdoğru
açıklanıyordu.
Bunu öğrenince Kur’ân-ı kerîmin Allâhü Te’âlâ’nın kelâmı
olduğuna inandım. Hak din olan islâmiyet! seçtim, islâm dini,
manevî gücü ile bana kaybettiğim oğlumun acısına dayanma
(sabrım verdi.” (Basmdan derlenmiştir, M. Necati özfatura)
BUNLARI BİLİYOR MUSUNUZ?
350-400 gram ağırlığındaki insan kalbi günde yaklaşık olarak, 9 ton kanı vücuda pompalamaktadır. Yani yılda 3285 ton kanı pompalama işi görmektedir.
Meme kanserine, emzirmeyen kadınlarda, emziren kadınlara oranla daha sık rastlanır.
Rahim kanseri doğurmayan kadınlarda daha sıktır.
Malîk bin Dinar’dan:
Yûsuf (a.s.), Şarapdâr’a (Beni Efendinin yanında an) dediğinde, Allah Teâlâ buyurdu ki:
Ey Yûsuf benden gayrı vekil edindin, elbette senin hapsini uzatacağım. Bunun üzerine Yûsuf ağladı ve dedi ki:
Yâ Rabbi, hüzün ve belâların çokluğundan, kalbim kasvetlendiydi. Bir daha benden böyle bir kelime sudur etmez.»
Muhyiddin-i Arabi (k.s.)’den öğütler:
«Bu ibretler evi dünyada zühde sarıl ve aza kanaat, hattâ rağbet et».
Hz. Hamza (r.o.)’e dünyada sevdirilen üç şey: Ahd’e vefa,Emâneti eda,Cemâate devam.
BİTKİLERDEKİ BİYOLOJİK SAAT
Bitkilerin zamana bağlı hareketlerinin ilk defa anlaşılması
1920’lere dayanmaktadır. Bu yıllarda Almanya’da iki bilimada-
mı Erwin Buenning ve Kurt Stern fasulye bitkisindeki yaprak
hareketlerini inceliyorlardı. İncelemeleri sonunda gördüler ki,
bitkiler gün boyunca yapraklarını güneşe doğru uzatıyorlar,
geceleri de tam dikey olarak yapraklarını büzüp uyku pozis-
yonuna geçiyorlardı.
Bitkiler belirli faaliyetleri için belirli zamanları seçerler. Bunu
da güneş ışığındaki değişimlere bağlı olarak yaparlar. İçlerin-
deki saat güneş ışığıyla kurulduğu için ritmik hareketlerini 24
saat içinde tamamlarlar.
Bitkilerin bu zaman ayarlamalarını yapan saatleri, güneş
ışığının yapraklara düşme süresini de hesaplar. Her bitkinin
biyolojik saati bu süreyi bitkinin kendi yapısal özelliğine göre
hesaplar. Yapılan hesap ne olursa olsun çiçeklenme en uygun
zamanda gerçekleşir. Bitkiler ne zaman ekilirlerse ekilsinler
her zaman yılın aynı zamanlarında çiçek açtıkları görülmüştür.
Gelincik çiçekleri Temmuz ile Ağustos aylarında sabah
05.30 ile 10.00 saatleri arasında polenlerini yayarlar. Bu saat,
arıların ve diğer böceklerin de beslenmek için dışarıya çıktık-
ları saatlerdir. Burada bitki, kendi özellikleri dışında bir de diğer
canlıların özelliklerini en ince ayrıntısına kadar hesaba katma-
lıdır. Bu durumda akla şu soru gelecektir: Bütün bu bilgilere
sahip olan ve gerekli hesaplamaları yapan diğer bir canlının
özelliklerini analiz eden ve bir bilgisayar merkezini andıran bu
saat, bitkinin neresindedir?
Bu sonuç bize, bitkilerin her türlü faaliyetlerinin zamanla-
masını belirleyen, dolayısıyla hepsini ilmi ve kudreti altında bu-
lunduran üstün bir gücün varlığının delillerini ortaya koymakta-
dır. Allâh (c.c.) sonsuz kudretiyle her yerde yaratılış delillerini
bizlere göstermekte ve bunları görerek öğüt alıp düşünmemizi
istemektedir. Çünkü; “Gökten yere her işi O evirip düzene
koyar..” (Secde s. 5)
(John King, Reaching for The Sun, s.97;
Malcolm Wilkins, Plantwatching, New York, Facts on File Publications, s. 160)
KADINLARIN ERKEKLERE, ERKEKLERİN DE KADINLARA BENZEMEYE ÖZENMELERİ
Resûl-i Ekrem (s.a.v) ‘in şöyle buyurduğu rivayet olunmuştur: «Allâh te‘âlâ kadınlardan erkeklere benzemeye özenenlere, erkeklerden de kadınlara benzemeye özenenlere lanet etsin.» (Buhârî)
Başka bir rivayette: «Allâh te‘âlâ kadınlardan erkekleşenlere lanet etsin.»
Bir rivayette Resûlullâh (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
«Allâh te‘âlâ erkeklerden kadınlaşanlara, kadınlardan da erkekleşenlere lanet etti.» (Buhârî) Yâni giyinişlerinde, sözlerinde erkeklere benzemeye özenen kadınlarla, kadınlara benzemeye çalışan erkeklere lanet etsin…
Ebû Hureyre’den, Resûl-i Ekrem (s.a.v) ‘in şöyle buyurdu dediği rivayet olunmuştur: «Cenab-ı Hakk erkek giyinişi gibi giyinen kadına, kadın gibi giyinen erkeğe lanet etsin.» (Ebû Dâvud) Kadın, erkeklerin kıyafetine büründüğü vakit Allâh (c.c.)’ün ve Resulü (s.a.v)’in lanetine müstahak olur (hak kazanır). Kocası, kadının böyle giyinmesine imkân verdiği için o da laneti hak etmiştir. Çünkü kocanın vazifesi hanımını Allâh (c.c.)’e tâate yöneltmek, onun isyanına engel olmaktır.
Nitekim Allâh te’âlâ: «Ey iman edenler, gerek kendilerinizi, gerek ailelerinizi öyle bir ateşten koruyun ki, onun yakacağı insanla taştır» (Tahrîm s. 6) buyuruyor. Yâni, kendiniz hakkında vacip olduğu gibi, onları da terbiye edin, onlara gerçekleri öğretin, Allâh (c.c.)’e itaat etmelerini emredin, mâ’sıyetten (günahtan, isyandan) sakındırın.
Resûlullâh (s.a.v.) buyurdu: «Hepiniz çobansınız ve her çoban kendi sürüsünden mes’uldür. Er kişi de kendi ailesinin çobanıdır. Kıyamet gününde onlardan sorguya çekilecektir» (Buhari ve Müslim).
(İmam Zehebî (rh.a.), Büyük Günahlar, 121.s.)
KADINLARIN ERKEKLERE VE
ERKEKLERİN KADINLARA BENZEMESİ
Resûl-i Ekrem (s.a.v)’in şöyle buyurduğu rivayet olunmuştur: “Allâhü Te‘âlâ kadınlardan erkeklere benzemeye özenenlere, erkeklerden de kadınlara benzemeye özenenlere lânet etsin.” (Buhârî)
Başka bir rivayette: “Allâhü Te‘âlâ kadınlardan erkekleşenlere lânet etsin.”
Bir rivayette Resûlullâh (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
“Allâhü Te‘âlâ erkeklerden kadınlaşanlara, kadınlardan da erkekleşenlere lânet etti.” (Buhârî) Yâni giyinişlerinde, sözlerinde erkeklere benzemeye özenen kadınlarla, kadınlara benzemeye çalışan erkeklere lânet etti…
Ebû Hureyre (r.a.)’den, Resûl-i Ekrem (s.a.v)’in şöyle buyurduğu rivayet olunmuştur: “Cenab-ı Hakk erkek giyinişi gibi giyinen kadına, kadın gibi giyinen erkeğe lânet etsin.” (Ebû Dâvud) Kadın, erkeklerin kıyafetine büründüğü vakit Allâh (c.c.)’ün ve Resûlü (s.a.v)’in lânetine müstahak olur (hak kazanır). Kocası, kadının böyle giyinmesine imkân verdiği için o da lâneti hak etmiştir. Çünkü kocanın vazifesi hanımını Allâh (c.c.)’e tâate yöneltmek, onun isyanına engel olmaktır.
Nitekim Allâhü Te‘âlâ: “Ey iman edenler, gerek kendilerinizi, gerek ailelerinizi öyle bir ateşten koruyun ki, onun yakacağı insanla taştır.” (Tahrîm s. 6) buyuruyor. Yâni, kendiniz hakkında vacip olduğu gibi, onları da terbiye edin, onlara gerçekleri öğretin, Allâh (c.c.)’e itaat etmelerini emredin, ma‘sıyetten (günahtan, isyandan) sakındırın.
“Hepiniz çobansınız ve her çoban kendi sürüsünden mes‘uldür. Er kişi de kendi ailesinin çobanıdır. Kıyâmet gününde onlardan sorguya çekilecektir.” (Buhârî ve Müslim)
(İmam Zehebî (rh.a.), Büyük Günahlar, 121.s.)
BÜTÜN PUTLAR YIKILMAYA MAHKUMDUR
Peygamberimiz (s.a.v.) Havâzinleri bozguna uğratıp
Taif üzerine yürümek istediği sırada, Tufeyl b. Amr: “Yâ
Rasûlallah! Beni Amr b. Hümeme’nin putu olan Zülkeffeyn’e
gönder de, onu yıkayım?” dedi. Peygamberimiz Aleyhisse-
lam: “Olur!” buyurdu. Onu Zülkeffeyn’i yıkmaya, yok etmeye
gönderdi. Tufeyl b. Amr, hemen kavminin yanına gitti. Zül-
keffeyn; Huzâaların ve Devsîlerin putu idi. Bunlar, hac yap-
tıktan sonra Zülkeffeyn’in yanına uğrayıp tazim vazifelerini
yerine getirmedikçe, evlerine gelmezlerdi. Zülkeffeyn putu
tahtadan yapılmıştı. Tufeyl b. Amr onu yıktı. Üzerinde ateş
yaktı. Ateş birden alevlenip tutuştu. Tufeyl b. Amr, onu böyle
ateşe verip yakarken, şöyle diyordu: “Ey Zülkeffeyn! Ben se-
nin kullarından değilim. Bizim doğumumuz, senin doğumun-
dan daha eskidir! Ben senin içine ateş doldurdum!”
Zülkeffeyn yakılıp ortada tapılacak bir şey kalmayınca,
Devs kabilesi halkı topluca Müslüman oldular. Yüce Allah
(c.c.) onlardan razı olsun! Tufeyl b. Amr, yanına kavminden
400 kişi alarak acele yola çıktı. Gelişinden dört gün sonra,
Peygamberimiz Aleyhisselama kavuştu. Yanında, ağır sa-
vaş aracı olarak debbabe ile mancınık da getirdi. Kur’ân-ı
Kerîm’de Huneyn Savaşında Allah (c.c.)’ın müslümanlara
olan yardımı şöyle anlatılır: “Andolsun ki; Allah (c.c.), bir-
çok yerlerde ve Huneyn gününde, size yardım etmiştir.
(O Huneyn gününde ki) çokluğunuz size kibir ve gurur
vermişti de, bu, size gelecek şeyden bir şeyi gidermeye
yaramamıştı. Yeryüzü, o genişliğine rağmen, başınıza
dar gelmişti. (Düşman karşısında) bozguna uğrayarak
gerisin geri dönüp gitmiştiniz. Sonra, Allah Resûlü ile
mü’minlerin üzerine sekînetini indirdi. Görmediğiniz or-
dularını indirdi ve kâfirleri azaplandırdı. Bu, o kâfirlerin
cezası idi. Sonra, Allah (c.c.), bunun ardından kimi di-
lerse tevbesini kabul eder.Allah (c.c.) çok yarlıgayıcı ve
esirgeyicidir.” (Tevbe s. 25-27)
(M.Asım Köksal, İslam Tarihi)