Başta canımız olmak üzere her şey bize emânettir. Bu dünyâya kendi isteğimizle mi geldik? Kendi isteğimizle mi gideceğiz? Anamızı babamızı biz mi seçtik? Nerede öleceğimizi kendimiz mi tâyin ediyoruz? Hiç birisinden haberimiz yok. Neticede bu can, bu hayat bize emânet… Üzerimizde taşıdığımız Cenâb-ı Hakk’ın emâneti olan, başta bu candan itibaren bütün emânetlerin hakkını vermeye çalışmamız lâzım. Kur’ân-ı Kerîm bir emânet, onun hakkını vermek lâzım. Kur’ân-ı Kerîm’in hakkı, mü’minin Kur’ân-ı Kerîm’i okuyup, mûcibince amel etmesidir.
Allâh Resûlü (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Kur’ân okuyan, mûcibince amel eden mü’minin hâli, turunç meyvesi gibidir: Hem kokusu hoş, hem de tadı güzeldir. Kur’ân okumadan mûcibince amel eden mü’min, hurma gibidir, tadı güzeldir fakat kokusu yoktur. Kur’ân okuyup mûcibince amel etmeyen münâfığın hâli reyhan otu gibidir; kokusu güzeldir ama tadı acıdır. Kur’ân okumayan, mûcibince de amel etmeyen münâfık, Ebûcehil karpuzu gibidir: Hem tadı kötüdür, hem de kokusu çok pistir.”
Kur’ân-ı Kerîm’in üzerimizdeki hakkını onu okuyarak, mûcibince de amel ederek îfâ etmeye çalışmalıyız. Allâh Resûlü (s.a.v.)’in sünneti bir emânet,onun hakkını vermek lâzım. Ana-baba, kişiye Allâhü Azîmü’ş-şân’ın ikrâmıdır, kıymetini bilip haklarını vermek lâzım. Zevce, evlâd-ü iyâl bir emânet, onların haklarını vermek lâzım. Allâh (c.c.)’nun verdiği mal emânettir, onun hakkını vermek lâzım. Cenâb-ı Hakk, herkesi bir şey ile zengin etmiştir. Seni de ne ile zengin ettiyse, onlar sende bir emânettir, o emânetlere hakkıyla riâyet etmek lâzımdır.
(Ömer Muhammed Öztürk, Sohbetler-3, s.160-161)