Bismillâhirrahmânirrahim
Hüvellâhüllezî lâ ilâhe illâhü *Er-Rahman (c.c.) * Er-Rahîm (c.c.) * El-Melik (c.c.) *El-Müheymin (c.c.) * El-Azîz (c.c.) * El-Cebbâr (c.c.) El-Mütekebir (c.c.) * El- Halik (c.c.) * El-Bârî (c.c.) * El-Musavvir (c.c.) * El-Gaffâr (c.c.) El-Kahhâr (c.c.) * El-Vehhâb (c.c.) * Er-Rezzâk (c.c.) * El-Fettâh (c.c.) * El-Alîm (c.c.) *El-Kâbid (c.c.) * El-Bâsit (c.c.) *El-Hâfiz (c.c.) * Er-Râfi’ (c.c.) * El-Mu’in (c.c.) * El-Müzil c.c.) * Es-Semi, (c.c.) * El-Basîr (c.c.) * El-Hakem (c.c.) *El- Adil (c.c.)* El-Lâtif (c.c.) * El-Habir (c.c.) El-Halîm (c.c.) * El-Azîm (c.c.) * El-Gafûr (c.c.) *Eş-Şekûr (c.c.)* El-Aliyy (c.c.) * El-Kebîr (c.c.) *El-Hafîd (c.c.) * El-Mukît (c.c.) * El-Hasîp (c.c.) * El-Celîl (c.c.) * El-Kerîm (c.c.) * Er-Rakîb (c.c.) * El-Mu’cîb (c.c.) * El-Hakîm (c.c.) *El-Vedûd (c.c.) * El-Mecîd (c.c.) * El-Bâl’s (c.c.) * Eş-Şehîd (c.c.) * El-Hakkul-Vekîl (c.c.) *El-Kaviyy (c.c.) * El-Metîn (c.c.) * El-Velîyy (c.c.) * El-Hamîd (c.c.) * El-Muhsî (c.c.) * El-Mübdî (c.c.) * El-Muhyi (c.c.) * El-Mümit (c.c.) *El-Hayy (c.c.) * El-Kayyûm (c.c.) * El-Vâcid (c.c.) * El-Mâcid (.c.c.) * El-Vâhid (c.c.) * El-Ehad (c.c.) * Es-Samed (c.c.) * El-Kâdir (c.c.) *El-Muktedir (c.c.) * El-Mukaddim (c.c.) * El-Mü’ahhir (c.c.) * El-Evvel (c.c.) * El-Âhir-üvez-Zâhir (c.c.) * El-Bâtın (c.c.) * El-Vâli (c.c.) * El-Müteâli (c.c.) * El-Berrü (c.c.) * El-Tevvâb (c.c.) * El-Müntekîm (c.c.) * El-Afüvv (c.c.) * Er-Raûf (c.c.) * Mâlik’ül-Mülk (c.c.) * Z’ül-Celâli (c.c.) *V’el-İkrâm (c.c.) * El-Muksit (c.c.) El-Bâtın, El-Vâlî (c.c.) * El-Müteâlî (c.c.) * El-Berrü (c.c.) * Et-Tevvâb (c.c.) * El-Müntekîm (c.c.) * El-Afüvv (c.c.) * Er-Raûf (c.c.) * Mâ-lik’ül-Mülk (c.c.) * Z’ül-Celâli (c.c.) * V’el-ikrâm (c.c.) * El-Muksît (c.c.) * El-Câmi’ (c.c.) * El-Ganiyy (c.c.) * El-Mugnî (c.c.) * El-Mâni’ (c.c.) * Ed-Darr (c.c.) * En Nâfî’ (c.c.) * En-Nûr (c.c.) * El-Hâdî (c.c.) * El-Bedi’ (c.c.) * El-Bâkî (c.c.) * El-Vâris (c.c.) * Er-Reşîd (c.c.) * Es-Sabûr (c.c.) * El-Hak (c.c.) * El-Kuddüs (c.c.) * El-Mûîd (c.c.) * El-Muizz (c.c.) * El-Mü’min (c.c.) Es-Selâm (c.c.) * El-Vâsî’ (c.c.)
«Kim Esmâ’ül-Hüsnâ’yı ezberler ve beller­se Cennete girer.»   (Hadîs-i Şerif)
 
ESMA-İ HUSNA
Allah’ın en güzel isimleri demek olan bu tabirin İstı­lah manası Cenab-ı Hakk’a kendileriyle dua edilen, onun zati, sıfatı ve efali hususiyetlerine verilen isimler­dir.
Esma-i Husna’nın adedi Buhari’de zikredildiğine gö­re 99’dur. “Ebu Hureyre’den: Allah’a has 99 isim vardır ki bu isimleri her kim tamamen okursa cennete girer ” (Tecridi 165 hadis)
Gerçekten Cenab-ı Hakk’a en güzel dua ve onu en güzel tavsif onun en güzel isimleriyledir ki bu hususda Araf Suresi’nin 180. ayetinde mealen “Allah’ın güzel isimleri vardır ki siz ona o isimlerle dua ediniz” buyurulmaktadır.
Kulluğun temelinde ve ibadetlerin özünde Allah’ın isimleri vardır ki bu hususta Hz. Aişe validemiz şöyle dua ettiği rivayet olunur: “Rabbim Esma-i Husna’dan bizim bildiğimiz bilmediğimiz bütün isimlerinle sana müracaat ederim ve her veçhile büyüklerin büyüğü olan isminle sana dua ederim. Her kim sana isminle dua ederse icabet edersin yarab.”
İsmi Azam: Allah’ın en büyük ismi demek olan bu ta­birin hangi isme delalet ettiği kat’i değildir.
Ancak alimlerin çoğu sadece Allah’ın zatına mahsus olan “Allah” ismi şerifinin ismi Azam olabileceğini belirtmişlerse de bu husus yine de kati değildir.
Allah ismi bütün kemal sıfatları kendinde toplayan eksik sıfatlardan uzak olan Cenab-ı Hakk’ın uluhiyet sı­fatlarını da ihtiva eden, aynı zamanda başka hiç bir şeye verilemeyen bir ismi şeriftir.
Yine mutasavvıfların çoğunun kalbi zikirleri de bu isim üzerinedir.
 
EL-FETTÂH (C.C.)
“O, (gerçek hükmünü vererek hakk ile bâtılın arasını) açandır, (her şeyi hakkıyla) bilendir.” (Sebe s. 26) el-Halîmî  der ki: “Fettâh, hüküm verendir. Allah, verdiği hükümlerle kulları  arasında kilitlenen mes’eleleri ve hak ile bâtılın arasını açan, haklıyı  yüceltip haksızı  alçaltandır. Bu, dünyada olabileceği gibi âhirette de olabilir.” Müslüman, kapalı olan her şeyi ancak Allah’ın açabileceğini bilmelidir. Kullarına rızıkve merhamet kapılarını  açan, zor ve kitlenen işleri çözüp açan, hakkı  görmeleri için kalblerini ve gözlerini açan, sıkıntı ve darlıktan sonra gönüllerini açıp ferahlık veren, anlaşılmayan kapal ı her sorunu kolaylıkla açan O’dur. “Gaybın (açacak) anahtarları  Onun katındadır. O’ndan başka hiç kimse onu (gaybı) bilemez. (Enam s. 59) “Allah,  kimin  göğsünü  (İslâm’a)  yarıp  açmışsa,  artık  o, Rabbi’nden olan bir nûr üzerindedir.” (ZUmers. 22)
Bu ism-i Şerifi sabah namazından sonra elini sadrına koyup 15 kere okuyanın kalbi parlar, işleri kolaylaşır ve rızk ı bol olur.
 
Fettâh: Hayır kapılarını açan, hüküm veren demektir.
Cenâb-ı Hakk buyuruyor ki: “De ki: “Rabbimiz (kıyâ-met günü) bizi birarada toplayacak, sonra da hak ile aramızı ayıracaktır. O, (gerçek hükmünü vererek hak ile bâtılın arasını) açandır, (herşeyi hakkıyla) bilendir.”
Taraflar arasında hüküm veren; birine yardım edip zafe­re ulaştıran; hayır ve rahmet kapılarını açan O’dur.
Silah gücü, kelime cambazlığı ve basit mantık oyunla­rıyla hakkı bâtıla karıştırıp, içine zehir, dışına şeker kon­muş öldürücü îmânsızlık tuzaklarına yakalananlar gerçeği anlayamadan giderlerse, âhirette hak ile bâtılın arasını ‘el-Fettâh’ olan Rabbimiz açacak ve herkes gerçeği görecek, ama iş işten geçmiş olacak.
Çocuk ana rahminde iken çocuğa rızık kapısını açan, çocuk dünyâya gelince bir kapıyı kapayınca annenin gö­ğüslerinden iki kapıyı açan. Göğüslerdeki iki kapı kapanın­ca acı-tatlı, yaş-kuru yiyeceklerden dört kapıyı açan O’dur.
Her müslümân, Allâh’tan başka Hâkim olmadığına inan­malı ve O’nun hükmünden başka hüküm kabûl etmemeli­dir.
Müslümân, kapalı olan her şeyi ancak Allâh’ın açabile­ceğini bilmelidir. Kullarına rızık ve merhamet kapılarını açan, zor ve kitlenen işleri çözüp açan, hakkı görmeleri için kalplerini ve gözlerini açan, sıkıntı ve darlıktan sonra gö­nüllerini açıp ferahlık veren, anlaşılmayan kapalı her soru­nu kolaylıkla açan O’dur. Ey Allâh’ın kalp kilitlerini açtığı ve kendi katından üzerine nûrlar yağdırdığı kişi! Allâh’ın kapı­larını sana açtığı gibi sen de, ilim anahtarlarıyla câhil ve bil­gisiz kimselerin kapalı kapılarını aç ve onların gönüllerini fethet.
İhlaslâ “Yâ Fettâh” diye bir müslümân bu isme devâm etse, bütün zor kapılar açılır, gönlünde büyük fetihler mey­dana gelir.
(Rauf Pehlivan, Yüce Allâh (c.c.)’ün Güzel İsimleri Esmâü’l Hüsnâ)
 
EL-ALİM (C.C.)
el-Alîm, her şeyi en iyi bilen ve her  şeyin içyüzüne vâkıf olan demektir.
Hiçbir  şey  O’na  gizli  kalmaz.  Başlangıcı  olmayan  evvelde  ne olduğunu bildiği gibi, sonu olmayan sonrada da ne olacağını da bilir. Olmuşları  nasıl hiç eksiksiz biliyorsa, olacak hâdiseleri de, olmuşlar kadar mükemmel olarak tek O bilir. ilmi olmayan bir zât, bunca mahlûkâtı  nasıl yaratıp idare edebilir ki?  Bütün âlem O’nun yaratmasıyla var olduğu gibi, onun tâyin ettiği güne kadar devam edebilir. Ondan ne bir fazla, ne bir eksik olur. Yine dünyanın ne kadar günü vardır, ne kadarı geçip gitmiştir hepsi Cenâb-ı Hakk’ın ilmindedir. Allah’ ın kendi durumunu  bildiğini bilen kimse içinde bulunduğu duruma sabreder, O’nun verdiklerine  şükreder, çirkinlikler ve yanlışlıklardan kaçınır.
Bu ism-i Şerife günde 150 defa devam eden ma’rifetullâha erişir, vehim ve şübheden kurtulup yakîn ilmine erişir.
(ibn Kesîr, Kıırtııbî, Esmâü’l Hüsnâ, 293-316.s.)
 
Alîm: Her şeyi çok iyi bilen, hakkıyla bilen ma‘nâsındadır. Cenâb-ı Hakk buyuruyor ki:
“Sözü açığa vursan da, (gizlesen de birdir). Çünkü şüphesiz O, gizliyi de, gizlinin gizlisini de bilmektedir.” (Tâ-Hâ s. 7) “Onlar bilmiyorlar mı ki, elbette Allâh, onların gizli tuttuklarını da, fısıldaştıklarını da biliyor. Gerçekten Allâh, gaybın bilgisine sâhib olandır.” (Tevbe s. 78) “… Al­lâh, bilendir, hüküm ve hikmet sâhibidir.” (Enfâl s. 71)
Kur’ân’da Allâh’ın ilminin her şeyi kuşattığı ve O’nun her-şeyi en ince detayları ile bildiğini belirten birçok Âyet-i Kerîme vardır. Olmuşları olduğu gibi, olacakları da, olmuşlar kadar açık ve seçik bilir. Hiç bir şey ilminin dışında değildir. Yaratıklar, onun müsâade ettiği kadar bilgiye sâhib olabilirler. Ötesini bilemezler. İnsanların bilgisi tam ve mutlak değildir; istikbâli bilmekte tamâmen acz içerisindedirler. Oysa Allâh’ın bilgisi mekânla kayıtlı olmadığı gibi zamanla da kayıtlı değil­dir.
Allâh’ın kendi durumunu bildiğini bilen kimse, içinde bu­lunduğu duruma sabreder, O’nun verdiklerine şükreder, çir­kinlik ve yanlışlıklardan kaçınır.
Allâh’ın Bilgisi İle Kulların Bilgisi Arasındaki Farklar:
1- Allâh’ın bilgisi bütün bilgileri kapsar. Kulların bilgisi ise son derece sınırlıdır.
2- Allâh’ın bilgisi, bilgilerin değişmesi ile değişmez. Oysa kulların bilgisi böyle değildir.
3- O’nun bilgisi, duyular vâsıtasıyla veyâ düşünce ile elde edilmemiştir.. Kulların bilgisi ise, duyularla veyâ düşünce ile elde edilir.
4-  Allâh’ın bilgisi, zorunlu olarak vardır ve aslâ kaybol­maz. Kulların bilgisi ise kaybolma riski taşır.
5- Allâh’ın bilgileri birbirine mâni olmaz ve meşgûl etmez. Kulların bilgileri ise birbirine mâni olabilir ve meşgûl edebilir.
6- Allâh’ın bilgisi sınırsız, kullarınki ise sınırlıdır.
7-  Hiçbir şeyin bilgisi Allâh’a gizli kalmaz..
(Rauf Pehlivan, Yüce Allâh (cc.)’ün Güzel İsimleri Esmâü’l Hüsnâ)
 
EL-GAFFÂR (C.C.)
“Çok affedici ve (kullarının ayıblarını) örtücü.”
Bu mübarek isim bize, dağlar kadar büyük günahımız olsa da, Allah’ın rahmetinden  ümîd kesmememizi  ihtar  etmektedir. Çünkü  hiç  bir günah ve suç, Allah’ın rahmetinden büyük  olamaz.  Eğer  insanların  günahları  üstüne  bir  perde çekilmemiş  olsaydı, belki sokağa âlemin içine çıkacak halimiz kalmazdı. Beşer şaşar demişlerdir, insan günah işleyebilir ve hata edebilir. Asıl olan günâh ve hatada  ısrar etmemek, hemen Allâhü  Te’âlâ’nın dergâhına yüz tutup O’ndan mağfiret dilemektir. “Ben mahvoldum, artık Allah beni afvetmez” demek hatanın  en  büyüğüdür.  Aklımızın  alamayacağı  büyüklükte günah olsa bile Allah’ın rahmeti ve mağfireti hepsine yetişir. Cenâb-ı  Kibriya’nın mağfiret sıfatı  bize gün görmemiş  incilerden daha parlak ümîdler bahşetmektedir. Nebî-yi   Ekrem   (s.a.v.),     “Tevbe     eden     hiç   günah işlememiş  gibidir!”  buyurmuşlardır.  Gönül  aynasının  kirlerini  tevbe  süngerinden  başka  silecek  bir  şey  de  yoktur. Bedenimizi, elbisemizi su ile nasıl pak ve temiz ediyorsak, manevî kirlerimizi de tevbe suyu ile gidermek lâzımdır. Çirkinliklere   göz   yumup   da   ayıbına   muttali   olduğu kişinin  iyiliklerinden  bahseden  kimse  bu  vasfı  üzerinde taşır. Aşağıdaki rivayet bizim bu görüşümüze ne güzel  ışık tutmaktadır:
Bir  defasında  îsâ  (a.s.)  havarileri  ile  birlikte  ölmüş  bir köpeğin yanından geçerler. Havariler dayanamaz: “Bu leş  ne fena kokuyor” derler. Hazreti îsâ (a.s.) bu sözü duyunca: (Bunun gibi hâllerde insanların iyi taraflarını  anlatmak gerektiğini öğretmek için) şöyle mukabelede bulunur: “Zavallı  hayvanın ne güzel dişleri var.”
Bu ism-i Şerîf’i cuma namazı sonrasında 100 kerre zikredenlerde mağfiret olunduğunun eserleri ortaya çıkar. Rızıkta bereket, mal ve evlâdında meymenet bulmak isteyene günde (70) kere (estağfirullâhe innehû kâne ğaffâran) virdi tavsiye Olunmuştur.
(imâm-ı Gazali, Esmâü’l Hüsnâ, 89.s.)
 
Gaffâr: Günâhları tekrar tekrar, çokça bağışlayan anlamına gelmektedir.
Cenâb-ı Hakk buyuruyor ki: “Hakîkaten Allâh çok bağışla­yıcı ve mağfiret edicidir.” (Hacc s. 60) “Gerçekten ben, tevbe eden, inanan, sâlih amellerde bulunup sonra da doğru yo­la erişen kimseyi şüphesiz bağışlayıcıyım.” (Tâ-hâ s. 82) “De ki: “Ey kendilerine kötülük edip aşırı giden kullarım! Al­lâh’ın rahmetinden umûdunuzu kesmeyin. Doğrusu Allâh günâhların hepsini bağışlar. Çünkü O, bağışlayandır, mer­hametlidir.” (Zümer s. 53)
Günâhları çok örten, mağfireti çok olan, kullarının günâhla­rını pek çok bağışlayan.
Gaffâr, kulların günâhlarını örtmede mübâlağa edendir. Öy­le ki, bu günâhları ne dünyâda ne de âhirette ortaya çıkarmaz. Mü’min, tevbe ve mağfiret ile ilgili olarak dâimâ korku ile ümîd arasında bulunmalıdır. Müslümân, ne kadar ibâdet ederse etsin, Allâh’ın azâbından güven içerisinde olamaz; ne kadar günâhkâr olursa olsun Allâh’ın mağfiretinden ve bağışlamasından ümîdini kesemez. Bundan dolayıdır ki; vitir namâzının son rek‘atında okunması vâcib olan kunut duâları sonunda “Ya Rabb; rahmeti­ni umar, azâbından korkarız” diye duâ edilmektedir.
“Allâh’ın rahmetinden ümîd kesmeyin.” Bu âyetin, Kur’ân’da en ümîd verici âyet olduğu söylenir. Hz. Ebû Hürey-re (r.a.) anlatıyor: “Resûlullah (s.a.v.) Rabbinden naklen buyu­rurlar ki: “Bir kul günâh işledi ve: “Ya Rabbi günâhımı af­fet!” dedi. Hakk Te‘âlâ da: “Kulum bir günâh işledi; arka­dan bildi ki günâhları affeden veyâ günâh sebebiyle cezâ-landıran bir Rabbi vardır.” Sonra kul dönüp tekrar günâh işler ve: “Ey Rabbim günâhımı affet!” der. Allâhü Te‘âlâ Hazretleri de: “Kulum bir günâh işledi ve bildi ki, günâhı af­feden veyâ günâh sebebiyle cezâlandıran bir Rabbi vardır.” Sonra kul dönüp tekrar günâh işler ve: “Ey Rabbim beni af-feyle!” der. Allâhü Te‘âlâ da: “Kulum günâh işledi ve bildi ki, günâhı affeden veyâ günâh sebebiyle muâhaze eden bir Rabbi olduğunu bildi. Dilediğini yap, ben seni affettim!” (Buhârî)
(Hakk Dîni Kur’an Dili, Zümer Sûresi)
 
EL-HÂFIZ (C.C.)
Hafz: Gözetici, koruyucu Cenâb-ı Hakk buyuruyor:
“…Senin Râbbin, herşeyin üzerinde gözetici-koruyucudur.” (Sebe s. 21) “Onun (insanın) önünden ve arkasından izleyenleri vardır, onu Allâh’ın emriyle gözetip, korumaktadırlar.” (Ra’d s. 11) Melekler insanları Allâh (c.c.)’ın emri ile korumaktadırlar. Bunun yanında işlediklerini de kaydetmekte, böylece korumaya almaktadırlar. Allâh (c.c.), dostlarını günâh işlemekten ve şeytânın tuzaklarına düşmekten korur. Allâh (c.c.), sıkıntı zamânında seni şikayet etmekten koruyan, nimet zamânında da mü’mini felaketlerden koruyandır. Allâh (c.c.)’ın bütün varlıkları koruması olmasaydı, varlığı mümkün olan hiçbir şeyin varlığı devam etmezdi. Allâh (c.c.), bütün varlıkları tekrar yokluğa dönmekten korumuştur. En büyük koruma, kalpleri korumadır. Müslümânın dinini her türlü küfür, nifâk, fitne, sınırsız arzu ve isteklerden ve türlü bid’atlerden koruması, korumaların en büyüğüdür. Çünkü bu sayede müslümân, doğru yoldan ayrılıp başka yollara sapmaktan kurtulur. Allâh (c.c.) gökler, yerler gibi fazla yaşayan varlıkların da, hayvan, bitki ve insan gibi ömrü az olan varlıkların da hafızıdır. Meselâ, yerden biten otu bile muhafaza etmiştir. Onun özünü korumak için ona kabuk vermiştir. Bir kutu gibi onu, kabuğun içine saklamıştır. Yumuşak kalması için de ona rutubet bahşetmiştir. Yalın kabukla korunmayacak şeyi, ona diken vererek korumuştur.
Bu ismi şerifi 988 defa okumaya devam eden; insan ve cin şerrinden, belâ ve âfetlerden muhafaza olur.
(Imâm-ı Gazâlî (k.s.), Esmâ-ül Hüsnâ Şerhi, 129.s.)
 
EL-ALİYY (C.C.)
Cenâb-ı Hakk buyuruyor: “O, yücedir, büyüktür.” (Bakara s. 255) “Allâh yücedir, büyüktür.” (Nisâ s. 34) “O, görüleni de görülmeyeni de bilir; çok büyüktür, yücedir.” (Rad s. 9) Bu öyle bir rütbedir ki, bunun fevkinde rütbe yoktur, bütün rütbeler ondan aşağıdır. Çünkü bu kelime, Ulûv (yükseklik) kelimesinden meydana gelmiştir. Bu ise Es-Süfe (Alçak) kelimesinin karşılığıdır. Allâh (c.c.)’ün üstünde hiç bir derece tasavvur edilemez! Çünkü Mutlâk yüce O (c.c.)’dür. Cisimler gibi ölçülmekten, tartılmaktan münezzeh olan Ulu varlığın yüceliği rütbe itibariyledir. Yoksa bir mekân üstündedir, anlamında değildir. “ Râhman arşa istiva etmiştir.” (Tâ Hâ s. 5) âyetinde arşın zikredilmesi ise, arş bütün cisimlerin üstünde olduğu içindir. Onun için onun üstünde olansa her şeyde üstün olacağı muhakkaktır. Mesela “halife, sultandan üstündür” derler ve bu sözle onun bütün insanlardan üstün olduğunu tenbih ederek anlatmak isterler. Allâh (c.c.), Kur’an’da kendisini bizlere tanıtmıştır: Tüm âlemleri yaratan, kainâtın tek hâkimi olan Allâh (c.c.) uludur. Göklerin, yerin ve bu ikisi arasında bulunanların yegâne sahibi O’dur. O’ndan başka ilah yoktur, Allâh (c.c.) insanların şirk koştuklarından çok yücedir. Tüm mülk O’na aittir; O, herşeye güç yetirendir. O, yüce makamların da sahibidir. O, ne bir eş edinmiştir, ne de bir çocuk; Allâh (c.c.)’ın kimseye ihtiyâcı yoktur. Kuşkusuz ‘en güzel isimler’ (Esmâü’l Hüsnâ) Allâh (c.c.)’a ait olduğu için O’nu eksiksiz olarak tarif etmek bir insan için mümkün değildir. O’nu ancak kendisinin bize bildirdiği ile tanıyabilir, yüceliğini ancak Kur’an âyetleriyle takdir edebiliriz.
(İmam-ı Gazâlî, Esmâü’l Hüsnâ, 125-126.s.)
 
EL-AZÎM (C.C.)
Azîm: Çok ulu, sonsuz büyük. Cenâb-ı Hakk buyuruyor: “O yücedir, büyüktür.” (Bakara s. 255)
Bir toplumun büyüğü, kendisine karşı çıkılamayan ve emirleri üzerine hareket edilendir. Ancak böyle olmakla beraber bu kimse zamân gelip çeşitli nedenlerle zayıf düşer, aciz kalır, mağlup edilir, sahip olduğu saltanatından ortada eser kalmaz. Oysa Allâhü Te’âlâ, mutlak güç sahibidir ve hiçbir şey O (c.c.)’nu güçsüz kılıp âciz düşüremez. Karşı çıkılıp mağlup edilemez. Allâh (c.c.) gerçek büyüktür. Bu ismin başkaları için kullanılması mecâzî anlamdadır. Hakiki büyüklük Allâh (c.c.)’ya mahsustur. O (c.c.), her büyükten daha büyüktür. Bu yüzden hiçbir akıl, O (c.c.)’nun büyüklüğünü kavrayamaz. Yaratılan bütün varlıklar O (c.c.)’ndan birçok ilimler öğrenmiş olsa bile, bu bilgiler sınırlı ve sonludur. Akılların, sonsuz nurunu kavramaktan aciz kaldığı, anlayışların izzetinin aydınlığında kaybolduğu Allâh (c.c.) ne yücedir. Bütün her şey Allâh (c.c.)’ın yüceliğine, büyüklüğüne ve kemaline göre bir hiç gibidir. O (c.c.)’ün büyüklüğünün başlangıcı, yüceliğinin sonu yoktur. Allâh (c.c.)’nun azâmetini tefekkür eden insan; O (c.c.)’nun büyüklüğü karşısında gafletten kurtulur, îmânı kuvvetlenir; acz ve kusurlarını anlar. Âlemin düzenliliğini, yaratılış gayesini, verilen nimet ve güzellikleri, dünyanın geçiciliğini, süt veren hayvanlardaki icazı, gece ve gündüzün dönüşümünü düşünen insan, Allâhü Te’âlâ’nın sonsuz ihsânlarıyla kullarını nasıl donattığı karşısında O (c.c.)’nun büyüklüğünü idrak eder. İşte insan, samimi olarak düşündüğünde dahi milyarlarca galaksiyi yaratan ve tümünü kontrolü altında tutan Rabbimiz’in azametini fark edebilir. Bir müslümân ihlâsla, inanarak ve yaşayarak “Yâ Azîm” diye bu mübârek ismin zikrine devam ederse onun tecellisine nâil olur. İzzet ve şerefe kavuşur. Şifâ bulur. Korkulardan emin olur.
(İmam-ı Gazali (k.s.), Esmâ-ül Hüsnâ Şerhi,.121.s.)
“Çok azâmet sahibi.”
Bu ism-i şerîf, Allâhü Teâlâ’nın azâmet ve kudretini ifade ediyor. Azâmet, büyüklük, ululuk demektir. Gerçek mânâda büyüklük Allâh (c.c.)’ya mahsustur. O (c.c.), bir anda gökleri yere indirmek kudretine mâliktir. Yerler, gökler, güneşler, aylar, yıldızlar, denizler, ırmaklar emrine râm olmuştur ve her şey Allah (c.c.)’nun büyüklüğüne şahittir.
Allah (c.c.), İlâh olarak tek ve benzersiz olduğu gibi, kudret ve azâmetiyle de tektir. Allah (c.c.)’nun dengi ve benzeri yoktur. Büyükler de O’na muhtaçtır, küçükler de… Padişahlar O’nun kapısında dilenci olmayı devlet bilmişlerdir.
İnsanların aralarında “Şu şöyle büyük, böyle ulu, bir tane” demeleri, kendileri gibi beşer arasında büyük mânâsını taşır. Yoksa Allâhü Teâlâ karşısında bir zerre bile olamaz. Meselâ: Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u fethedip çağlar açtığı için ona, en büyük padişah gözü ile bakıyoruz. İşte onun bu büyüklüğü bize göredir. İnsanlar arasında büyük demektir. Yoksa Allâh (c.c.)’ya karşı ancak âciz bir kuldur.
Âlemde ardı arkası kesilmeden akıp duran hâdiselere can gözü ile nazar ettiğimizde Cenâb-ı Hakk’ın kudret ve saltanatını daha güzel anlarız. Âleme çiçekler dolu bir baharı Allâhü Teâlâ’dan başka kim hediye edebilir? Kayaların ciğerinden ırmakları kim çağlatabilir? Kim bir damla suya peri gibi güzellik vermeye kâdirdir?
Kim, bir kabuktan ibaret olan yumurtanın içinde, kupkuru bir şeyde civcivlere hayat bahşeder? İşte bütün bunlar Yüce Allâh’ın büyüklüğünün birer tecellîsidir. O (c.c.), bir şeye “Ol!” desin, herbir şey başkalaşır, Canlı cansız her varlık, O (c.c.)’un mührünü taşır!
Bu ism-i şerife devam edenin kendi gibi olanlar arasında izzeti artar ve hastaya 1010 kere okursa eceli gelmedikçe şifâ bulur.
(Esmaü’l Hüsnâ Şerhi, 158-159.s.)
 
EL-MÜTEKEBBİR(C.C)
el-Mütekebbir ism-İ Şerîfinin anlamı; büyüklükte eşi benzeri olmayan ve her hâdisede büyüklüğünü gösteren mânâsındadır.
el-Mütekebbir ism-i Şerîfi’ni Hüccet’ül-islâm imâm-ı Gazâlî (k.s.) şöyle açıklamıştır: “Mütekebbir, kendi  zatından  başka bütün her şeyi küçük gören, büyüklük, üstünlük ve yüceliği yalnız kendisinde gören; başkalarına, pâdişâhların tebaalarına baktığı gibi bakandır. Eğer bu bak ış gerçek ve doğru ise gerçek tekebbür (büyüklenme) budur. Böyle bakan, gerçek büyüklüğü hak etmiştir. Bu durum Yüce Allâh’dan başka hiçbir varlık için düşünülemez. Zîrâ  bu  yalnız O’nun hakkıdır. Eğer bu bakış gerçek değil ve büyüklük yalnız kendisine ait değilse, bu durumda büyüklük  iddiası geçersiz ve bâtıldır. Böyle bir bakış  yasaklanmış ve kötülenmiştir. Kudsîbir Hadîs’te Allah (c.c.) şöyle buyurmuşlardır: “Büyüklük ridam (dış elbise),  yücelik ise izârımdır  (iç  elbise).  Bu  ikisinden  biri üzerinde benimle çekişeni ateşe atarım.” Bu durum, büyüklük ve yüceliğin Allah’ın kemal sıfatlarından olduğunu ortaya koymaktadır. Diğer varlıkların bu sıfatlara sâhib olduklarını iddia etmeleri, gerçek dışıdır. Böyle bir iddia onlar ın eksikliğini ve haddi aştıklarını gösterir.” Bu ism-i Şerîfin hükmünce insan çalışıp çabalamalı. Büyük bir insan olmalı  fakat hiç bir zaman büyük görünmemelidir. Çünkü kendini  bilen  büyüklenmez.  Büyüklük ancak Allah’ın şânındandır. O’nun sıfatını mahlûklar takınamâz, takınırsa hadlerini aşmış olurlar. Böyle kimselerin cezas ı  da  çetin olur. Bu hikmetten ötürü kibrin düşman Yüce Allâh’dır. Allah (c.c.) kibirlenenleri hor ve hakir, rezîl ve rüsvây  bir  hâle getirir. Haddini gözetenleri de bilâkis yükseltir. el-Mütekebbir ism-i Şerîfini zikredenlerin dış görünüşlerinde ve sîretlerinde heybet ve bereket meydana gelir, izdivaç gecesinin öncesinde on kere zikreden güzel evlâd sahibi olur.
(Hüccetü’l İslâm İmâm-ı Gazali (k.s.), Esmâü’l-Hüsna s.81 -82)
 
Mütekebbir: Büyüklük ve ululukta tek olan, her şeyde ve her hâdisede büyüklüğünü gösteren anlamın-dadır.
Cenâb-ı Hakk buyuruyor ki:
“O Allâh ki, O’ndan başka İlah yoktur. Meliktir; Kuddûstur; Selâmdır; Mü’mindir; Müheymindir; Azizdir; Cebbardır; Mütekebbirdir. Allâh, (müşriklerin) şirk koştuklarından çok Yücedir.”
Kudsî bir hadîsde Allâh (c.c.) şöyle buyurmuştur: “Büyüklük ridâm (dış elbise), yücelik ise îzarımdır (iç elbise). Bu ikisinden biri üzerinde benimle çekişeni ateşe atarım.” Bu durum büyüklük ve yüceliğin Allâh’ın kemal sıfatlarından olduğunu ortaya koymaktadır. Diğer varlıkların bu sıfatlara sâhip olduklarını iddiâ etmeleri gerçek dışıdır. Böyle bir iddia onların eksikliğini ve haddi aştıklarını gösterir.
Allâh (c.c.) her an, her yerde ve her olayda büyüklüğünü ve kudretini açıkça gösterir. Dünyâ hayatına ve hırslarına dalan insanların üzerine sabah vakti bir kasırga gönderir. Onların oturdukları şehrin altını üstüne çevirir ve bir daha oturulamayacak hâle getirir. Mallarını, mülklerini ve sâhip oldukları herşeyi ellerinden alır.
Bir şehri yalnızca yağmur yağdırarak suların içine gömer, bir kaç saniye süren bir depremle bir kenti haritadan siler. O’nun azâbıyla hareket eden yer, gök, rüzgâr ve yağmur uğradıkları şehre görülmemiş bir helâk getirirler. O şehrin halkı da Allâhü Te‘âlânın sarsılmaz gücüne, büyük bir yıkımla şâhid olur.
Kuşkusuz Allâh Mütekebbirdir. O’nun gücü ve kudreti karşısında, yeryüzünde büyüklenebilecek kimse yoktur; O, önünde secde edilecek tek makamdır.
(Mehmed Nuri Şemseddin Nakşıbendî, Kalplerin Anahtarı)
 
EL-CEBBÂR (C.C.)
el-Cebbâr ism-i Şerîfi’nin anlamı, kullarının işlerini yoluna koyan, kırılanları onaran, eksikleri tamamlayan, dilediğini zorla yaptırmağa muktedir olan mânasındadır.
ism-i  Şerîf  cebir  maddesindendir. Cebir,  kırık  kemiği  sarıp  bitiştirmek,  eksiği  bütünlemek  manâsına geldiği gibi icbar etmek yani zorla iş gördürmek ma’nâsına da gelir. Allâhü  Te’âlâ  Câbirdir,  Cebbardır,  kırılanları  onarır,  eksikleri tamamlar,  her  türlü   perişanlıkları  düzeltir,  yoluna  koyar,  ikinci manâya göre Allâhü  Te’âlâ  Cebbardır, ceberut sahibidir. Kâinatın her   noktasında   ve   her  şey   üzerinde   dilediği   gibi   yaptırmağa muktedirdir; hüküm ve iradesine karşı gelinme ihtimâli yoktur. Her   şey   üzerinde   Allâhü     Te’âlâ’nın   cebbâriyeti   hâkimdir. Başından   sonuna   kadar   yaratacağı   bütün   mahlûkât,   bunların cinsleri,  çeşitleri,  sınıflar ı,  varlığı,  müddeti  ve  bu  müddet  içinde görüp geçireceği bütün hâller üzerinde Allah’ ın cebbâriyeti, emir ve irâdesi   hâkimdir.   Her   mahlûkun   hayât   şartları   ve   bu   âlemde göreceği iş, yapacağı vazîfe Allâhü Te’âlâ taraf ından ta’yin edilmiş, sınırları  çizilmiştir.  Her  mahlûk  ister  istemez  bu  sınırlar  içinde yürümek ve bu vazîfeleri  yapmak mecburiyetindedir.  Meselâ; Arz “Ben  artık  dönemeyeceğim”  güneş,  “Ben  artık  doğamayacağım” diyemez.  Allah’ın  Cebbar  ismini,  “kırıkları  tedavi  eden,  kullarının işlerini  düzelten”  olarak  bilen  kimse,  Allah  ile  arasını  düzeltmeye çalışır.  O’na  ulaşmak  ve  hoşnudluğunu  kazanmak  için  Rabbi’ne yönelir. Bu ismi; “mağlup eden, üstün ve güçlü” anlamında anlayan kimse ise, nefsinin arzu ve isteklerini yerine getirmeyerek, düşmanı olan şeytân ve nefse karşı üstün gelmeye çalışır. Böylece Allah’ ın rızâsını nail olur. el-Cebbâr ism-i Şerifini kırk gün 211 kere okuyan zulme maruz olsa  selâmet  bulur.  Mahbûs  ve  esir  ise  kurtulur  ve  her muradı gerçekleşir.
(Esmâü’l Hüsnâ Şerhi, 54-56.S)
 
Cebbâr: Dilediğini zorla yaptıran, ulaşılmaz, azametli, ihtiyaçları gideren, işleri düzelten, derman veren demektir. Cenâb-ı Hakk buyuruyor ki: “O Allâh ki, O’ndan başka İlâh yoktur. O Meliktir; Kuddûstur; Selâmdır; Mü’mindir; Müheymindir; Azizdir; Cebbardır; Mütekebbirdir. Allâh, (müşriklerin) şirk koştuklarından çok Yücedir.”
Allâhü Te‘âlâ dertlere derman veren, kırılanları onaran, yoksulları zengin eden, perişanlıkları yoluna koyup düzelten en yüce Zâttır.
Allâhü Te‘âlâ birçok fiilde insana irâde vermiş ve hür yaratmış olmakla beraber bütün isteklerini yerine getirmeye mecbur değildir. Dilerse, dilediği anda irâdelerini yok eder. Nitekim bir hadîsde “Allâhü Te‘âlâ kaza ve kaderini yerine getirmeyi istediği vakit, akıl sahiplerinin akıllarını gideriverir ki, kaza ve kaderi onlarda yerine gelsin. Emri yerine gelince de akıllarını onlara geri verir. Böylece de pişmanlık başlar.” buyurulmuştur. Dilerse onların akıl ve irâdelerini yok etmemekle beraber isteklerinin aksine kendi hüküm ve iradesini zorla üzerlerinde icrâ eder. Nitekim Allâhü Te‘âlâdan korkmayan, emirlerine karşı gelmek isteyen âsîler, azâba ve cezâya yanaşmak istemedikleri halde, vakti gelince cezâlarını çekmeye mecbûr olurlar. Hâsılı Allâhü Te‘âlânın mutlak iradesi altında mağlub ve mecbûr olmayacak hiçbir şey tasavvur olunamaz. Ey Cebbâr olan Allâhım! Seni tanıyan birinin, herhangi bir iş için başkasından yardım dilemesine şaşarım. Seni tanıyan birinin, Senden başka birisine yönelmesine şaşarım.
İhlasla “Yâ Cebbâr diye bir müslüman bu isme devam etse, herkes tarafından sevilir, insan ve şeytanın şerrinden emîn olur.
(Hakk Dîni Kur’ân Dili, Haşr Sûresi, 23)
 
EL-MÜHEYMİN (C.C.)
el-Müheymin ism-i Şerîfi’nin anlamı; görüp gözeten, her şeye şâhid olan, koruyan ma’nâsındadır.
Ebû  Süleyman el-Müheymin ism-i Şerîfini şöyle açıklamıştır: “Müheymin, kullarının sözlerine ve fiillerine  şâhid olandır. Şu Âyet bu anlama işaret etmektedir: “Senin içinde olduğun herhangi bir durum, onun hakkında Kur’ân’dan okuduğun herhangi bir şey ve sizin işlediğiniz herhangi bir iş yoktur ki ona (iyice) daldığınızda, biz sizin üzeri-nizde şâhidler durmuş  olmayalım. Yerde ve gökte zerre ağırlığınca hiç birşey Rabbinden uzakta (saklı) kalmaz.” (Yunus s. 61) Allâhü  Te’âlâ  âlemlerin Rabbidir. Melekler, insanlar, cinler, güneş, ay ve yıldızlar hep O’nun mahlûkudur ve hepsini görüp gözeten, koruyan ve yetiştirip varacağı noktaya ulaştıran elbet sâdece Cenâb-ı Hakk’tır. Hiçbir varlık, hiçbir  zerre,  hiçbir  lâhza  O’nun  lütuf  ve kereminden,  kayıdsız ve ihsanından uzak  değildir. Eğer  O Zât-ı Zülcelâl, bir an için âlemi başıboş  bırakacak olsa bütün nizâm altüst olur, dağlar toz halinde göklere uçar ve hiçbir kimsede, hiçbir varlıkta hayât eseri kalmaz. Bu ismi bilen her Müslüman Allah’ı gönülden tasdîk etmeli, O’nun  indirdiği  her  şeye  içtenlikle  inanmalıdır.  Dâima  O’nun adını  zikrederek  kalbini  huzur ve güvene kavuşturmalıdır. isyan edip günah işleyeceğine, O’nun her dâim gördüğünü hatırlayıp O’ndan haya etmeli ve O’nun cezalandırmasından korkmalıdır.  O’nun  afvını, lütuf ve ihsanını  ümîd  etmelidir. Çünkü  bir kimse, yedi kat yerin altına gizlense de yine o her şeyi görür çünkü  bizzat Allâhü Te’âlâ  buyuruyor ki: “Nerede olsanız  O  sizinle  beraberdir.  Allah  bütün  yaptıklarınızı görendir.” (Hadîds. 4)
el-Müheymin ism-i Şerîf’i 135 kere sâlih ve  kâmil  bir  lisan  ile  söylenirse,  kişi  maksadına  nail  olur.
(Esmâü’l Hüsnâ Şerhi s.93-94)
 
Müheymin: Gözetici ve koruyucu olan, doğrulayıcı ve güvenilir anlamına gelir.
Cenâb-ı Hakk buyuruyor ki: “O Allâh ki, O’ndan başka İlâh yoktur. O Meliktir; Kuddûstur; Selâmdır; Mü’mindir; Müheymindir; Azîzdir; Cebbârdır; Mütekebbirdir. Allâh, (müşriklerin) şirk koştuklarından çok Yücedir.”
Görüp gözeten, her şeye şâhid olan koruyan ve bekçilik eden de Allâh (c.c.)’dür. Müheymin, kıyâmet günü, kendisine ibâdet edenlerin ibâdetinden ve sevâbından bir şey eksiltmeyendir. Allâh sevâb vermekten âciz kalmadığı gibi onu zorlanarak veren değildir. Sevâb vermekle kendisinden ve mülkünden bir şey eksilmez ki, sevâbını kısıp sınırlasın. O, mülkünden faydalanan değil ki, başkası faydalandığında mülkünden bir şey eksilsin. Allâh (c.c.), âsîlerin de isyanlarından ve hak ettikleri cezâdan bir şey artırmaz. Allâh (c.c.), cehennem ehlinin azâbını “cezâ” (amellerin karşılığı) olarak adlandırmıştır. Bu yüzden günâh olmayan şeyin cezâsı (karşılığı) yoktur. Bu da Allâh (c.c.)’ün inkarcıların ve âsîlerin cezâlarını arttırmayacağını göstermektedir.
Müheymin, doğrulayıcı, tasdik edici ve güvenilir anlamındadır. Kur’an, kendisinden önceki kitapları doğrulayan bir kitaptır. Açıkça görüldüğü gibi Allâh (c.c.) içinde bir ateş topu barındıran dünyânın yüzeyinde mükemmel bir düzen yaratmıştır. Hiçbir yer için en ufak bir başı boşluk söz konusu olmamaktadır. O, gökleri ve yeri kontrol altında tutmakta, kâinattaki tüm canlıları bildikleri veyâ bilmedikleri büyük tehlikelere karşı her an korumaktadır. İnsanı ise daha cenin halindeyken savunması sağlam olan bir yere yerleştirerek korumaya almıştır.
“El-Müheymin” Her kim bunu yazıp üzerinde bulundurursa bütün malı ve rızkı Hakk Te‘âlânın hıfzında ve emânında olur. Yine demişlerdir ki, bir kimse gusül eyleyip bu ismi 100 kere okursa o kimsenin dışı parlak ve nurlu olur.
(Mehmed Nuri Şemseddin Nakşıbendî, Kalplerin Anahtarı)
 
EL-MELİK (C.C.)
Allah, gerçek mülk sahibidir. Onun bu sıfat ı, yücelik, büyüklülük ve üstünlük sıfatlar ındandır. Her şeye hâkim olan, bütün işleri bir düzen içinde yürütüp idare eden O’dur. Kulları üzerinde mutlak tasarruf  sahibidir. Emir ve yasaklar koymak, sonra da bunlara uyanları  ödüllendirmek, uymayanları da cezalandırmak O’nun hakkıdır. Yer ve gökler O’nundur. Bütün her şey O’nun mülküdür, insanlar O’nun kuludurlar ve daima O’na muhtaçt ırlar. Allah bizim tek  Rabbimiz, Mâlikimiz olduğuna göre sıkıntı  ve musibet zamanlarında O’na sığınmaktan başka çaremiz yoktur. Bu yüzden sâdece O’na duâ edilmeli, yalnız O’ndan korkulmalı ve yalnız O’na güvenip dayan ılmalıdır.
el-Melik ism-i Şerifini her gün sabah namazı vaktinde yüz kere okumak kederi giderir, akşam namazından sonra yüz  yirmi defa okumak ise zenginliğe vesile olur.
 
Melik: Herşeyin hâkimi, bütün kâinatın hükümdarı. Allâhü Te‘âlâ buyuruyor:
“Hak Melik olan Allâh pek Yücedir, O’ndan başka İlâh yoktur; Kerîm olan Arş’ın Rabbidir.” (Mü’minûn s. 116) Melik ismi, gerçek anlamda her yönüyle yalnız Allâh içindir.
İnsan yeryüzünde halîfe olduğu için, kendisine yeryüzü mülkü üzerinde izâfî bir meliklik yetkisi tanınmıştır. Herkesin belli bir tasarruf sahası vardır. Fakat bu tasarruf, hiç bir zaman mutlak değil, sınırlı ve Allâh’ın tanıdığı alanda sadece bir emânettir. Allâhü Te‘âlâ için insanların meliki denirken, O’nun insanlar üzerinde mutlak tasarruf sâhibi olduğu anlatılmak istenir. Fakat şirk koşan insanlar, Allâh’ın melikliğini yeryüzünde ve dolayısıyla insanlar üzerinde tasarruf sahibi olmak ve yeryüzündeki servetleri, yani mülkü diledikleri gibi kullanmak için gasbetmeğe çalışırlar. Kullardan gerçek melik o kişidir ki; Allâh’tan başka kimsesi olmaz. Allâh’tan gayri her şeyden alâkasını keser, bununla beraber asker ve halkının kendisine itaat ettiği boyun eğdiği ülkeye sahip olur. Nasıl mı? Şöyle: Çünkü onun öz ülkesi kalbi ve kalıbıdır. Askerleri ise, gazabı, şehveti, hevâ hevesidir. Halkı ise: Dili, gözleri elleri vesâir a‘zâlarıdır. O, bütün bunlara hakim olup da kendisine boyun eğdirirse, işte kendi iç dünyasında sultanlık derecesine yükselmiş demektir. Bir de buna insanlara karşı olan ihtiyaçsızlığı husûsu da eklenirse işte yeryüzünün sultânı olmuş demektir.
Allâhü Te‘âlâ bütün varlıklardan müstağnîdir. Bütün canlılar îmân etse, itâat etse, O’na hiçbir faydası olmaz. Bütün âlem kâfir olsa, azgın taşkın olsa, karşı gelse O’na hiçbir zarar veremez. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Ebû Hâzim’e; “Malın nedir?” diye sordular. O da; “İki şeydir; biri Allâhü Te‘âlâdan râzı olmak, diğeri de insanlardan müstağnî olmaktır” buyurdu. “Öyle ise fakirsin” denilince;
“Yer, gök ve bunların arasındaki şeyler Allâhü Te‘âlânın iken ve ben de O’nun ihlâslı kulu iken nasıl fakir olurum” buyurdu. (Mâverdî)
(Mehmed Nuri Şemseddin Nakşıbendî, Kalplerin Anahtarı)
 
ALLAH (C.C.)
Allah (c.c.) ism-i CelTli’nin içerdiği ma’nâyı kemâliyle anlamak imkânı yoktur.
Kur’ân ve Hadîs’lerde geçen bütün  güzel isim ve sıfatlar Allah (c.c.)’ya izafe edilir. “Allah” lafzı, Yaratıcının bütün isim ve sıfatlarını içinde toplayan  bir  isimdir. Kalbi, bu ismi hakkıyla bilecek genişlikte olan ve kulluk görevlerini tam bir ta’zîm ve içtenlik ile  yerine  getirerek, kulluk hakkını veren kimse, hiçbir insana muhtaç olmaz. Allah (c.c.)’nün velî kulları bu ism-i Şerîf’i anarak yüceliklere kanat açmışlardır. Bu ism-i Şerîf’e hürmet gösterenler ilâhî rahmete mazhar olmuşlar, kerametle taçlanmışlardır. Evet, Cenâb-ı Hakk nasıl tek ve benzersiz ise, “Allah” ism-i Şerîf’i  de  öyle  benzersizdir.  Bir  kul  candan yürekten “Allah” dediğinde Cenâb-ı Hakk’ı bütün sıfatlarıyla anmış olur. Allah ism-i Şerîf’ini Cuma günü  namazdan önce yüz kere ve her gün de bindefa  okumak kalbin  hastalıklardan temizlenmesine  yardımcı  olur. Allah  (c.c.)’yü  anmak  en  büyük  ibâdettir.  Namaz  kılmak  Allah (c.c.)’yü anmaktır. Oruç tutmak Allah (c.c.)’yü anmaktır. Yapılan her hayırlı   iş   Allah   (c.c.)’yü   anmaktır.   Kötülükten   kaçınmak   Allah (c.c.)’yü anmaktır. Allah (c.c.)’yü anmanın en faziletlisi ise onu lâyık olmadığı  sıfatlardan  tenzîh  etmektir.  Selman-ı  Fârisi  (r.a.),  “Allah (c.c.)’yü zikretmek en üstün ibâdettir. Onu zikretmekten daha üstün bir  ibâdet  yoktur.”  demiştir.
(Esmâü’l-Hüsnâ, 21-30 s.)
 
Allâh lafz-ı celâli; hakîkî varlıkta tek olan, medih sıfatları ile ölçülen ve ulûhiyyet sıfatlarını kendisinde toplayan hak varlığın ismidir. Zîrâ O’ndan başka her varlık, bizâtihî varolmağa müstehak değildir.
Bu isim, doksan dokuz ismin en büyüğüdür. Çünkü o, bütün ulûhiyyet sıfatlarını kendisinde toplayan zâta delâlet eder. Öyle ki, bu sıfatların hiçbiri ondan hâriç kalamaz. Halbuki diğer isimlerin her biri ayrı ayrı bir ma‘nâya delâlet eder, bütün ulûhiyyet sıfatlarına şâmil olmaz, bütün sıfatları kendisinde toplamaz. Meselâ Alîm, yalnız ilme, Kaadir yalnız kudrete delâlet eder. Allâh ismi, isimlerin en hâssıdır. Zîra ne mecâzen ve ne de hakîkat olarak bu isim Allah (c.c.)’den başkasına kullanılmaz. Diğer isimler, bazen isim olarak başkalarına da verilmektedir.
Kulun, bu ismin ma‘nâsından alacağı nasîb ibâdettir. Yâni kul, kalbini Allah sevgisi ile doldurmalı, bütün himmet ve gayretini o yolda sarfetmeli. O’ndan başkasını asla görmemeli. O’nun gayrine iltifat etmemeli. Yalnız O’ndan ummalı ve yalnız O’ndan korkmalı…
Allah (c.c.) isminden, O’nun hakîkî ve mevcut olduğunu, O’ndan başka her şeyin fânî, ölümlü ve bâtıl olduğunu ve ancak O’nunla var olabildiğini anladı. O halde, önce kendisinin fâniliğini, kendisinin bâtıllığını düşünmeli, görmeli…
Bu görüş, Resûlullah (s.a.v.)’in görüşü gibi olmalı.
“Allah’dan başka her şey bâtıldır..”
“Allâh’ın doksan dokuz ismi vardır. Kim bunları ezberlerse cennete girer. Allâh tektir, teki sever.” (Müslim)
(Huccetü’l İslâm İmâm-ı Gazâlî (rh.a.), Esmâü’l Hüsnâ Şerhi, 102.s.)
 
EL-HALÎM (C.C.)
Halîm: Yumuşak davranan demektir. Cenâb-ı Hakk buyuruyor ki: “Şunu iyi bilin ki Allâh gafûrdur, halîmdir.” (Bakara s. 235) “Allâh, kesinlikle tam bir bilgi sâhibidir, halîmdir.” (Hacc s. 59) “Şüphesiz O, halîmdir, çok bağışlayıcıdır.” (Fatır s. 41) Halîm, günâhları nedeniyle kullarına ni‘met vermeyi ve iyilik yapmayı kesmeyendir. O, kendisine itaat edeni rızıklandırdığı gibi  isyan edeni de rızıklandırır. Kendisinden  korkan  ve  iyilik  yapanlara ni‘met vermeye devam ettiği gibi günâh işlemeye devam eden kullarına da ni‘met vermeye devam eder. Belâ ve musîbetlerden koruması için kendisine duâ edeni veya ibâdetle meşgûl olup bu istekte bulunamayanı  koruduğu  gibi, duâ etmeyen ve kendisinden gâfil olan kimseleri de bunlardan koruyabilir. Halîm, günâhları bağışlayan ve cezâlandırmada acele etmeyen, öfkesine yenilmeyen, câhillerin ve âsîlerin isyânı kendisini öfkelendirmeyendir. Halîm ismi, gücü olduğu halde bağışlayana verilir; gücü olmadan bağışlayana bu isim verilmez. Cenâb-ı Allâh,  Halîm’dir. Cezâları erteleyen veya tamâmen kaldırandır. Cezâların kaldırılması yalnızca, cezâyı hak etmiş bazı Müslüman günâhkarlara yönelik olup, inkarcıların bununla bir ilgisi yoktur. O, cezâyı hak edenleri cezâlandırmada acele davranmaz, tevbe etmeleri için onlara süre verir. Dilerse, âcil cezâ verilmesi gereken günâhlar için anında cezâ verir. Ancak, O’nun hilmi, günâhkarlara süre tanımayı gerekli kılmaktadır. Bizler Halîm Rabbimize îmân edenler olarak yumuşak huylu tatlı dilli, güler yüzlü, bal gibi sözlü olacağız. Su, yumuşacık ama kayaları deliyor. Kuru ağaçların tepesine çıkıp çiçeğe dönüşüyor. Bir Müslüman ihlâsla “Ya Halîm” zikrine devâm ederse onun tecellîsine, eserlerine vâsıl olur. Ahlâkı güzelleşir. Sinirleri yatışır. Âfetlerden korunur. Kazancı artar.
Tenbih: Rabb’inin isyan edenlere karşı Halîm olduğunu bilen her  Müslümanın,  emirlerine  aykırı  davrananlara  ve  kendisine karşı  çıkanlara  yumuşaklıkla  davranması  ve  cezâlandırmada acele etmemesi gerekir. Nasıl ki Rabb’inin sana yumuşak davranmasını istiyor ve seviyorsan, aynı şekilde sen de elinin altında   bulunalara   yumuşak   davran.   Sen   böyle   davranmakla Rabb’inin hoşnutluğunu kazanır ve bol sevâb alırsın.
(Rauf Pehlivan, Esmâü’l Hüsnâ, 2002)
 
“Gerçek hilm sahibi.” Hilm, hiddet ve gazâbın zıddı. Yumuşak huyluluk, mücrimlerin cezâsını vermeye ve hepsini kahretmeye gücü yetip dururken bunu yapmamak, suçlular hakkında yumuşak davranmak ve cezâlarını hemen vermeyip tehir etmek, geriye bırakmaktır. Suçluyu cezâlandırmağa güç ve kuvveti olmayan acize halim denmez. Nice acizler vardır ki eğer ellerinde bir kudret bulunsa beden üstünde baş bırakmazlar.
Yüce Allah, Halîm’dir. Ve şöyle buyurur: “Eğer Allah, insanları, yaptıkları günahlar yüzünden hemen yakalayıverseydi, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı. Lâkin onları belli bir müddete kadar geciktirir.” (Fâtır s. 45)
Rabbi’nin isyan edenlere karşı Halim olduğunu bilen her müslümanın, emirlerine aykırı davrananlara ve kendisine karşı çıkanlara yumuşaklıkla davranması ve cezâlandırmada acele etmemesi gerekir. Çünkü Rabb’i, isyankârlara böyle muâmele etmektedir. Müslümanın hilm sahibi olabilmesi için, öfkesini yenmesi, kendisine kötülük edenden intikam almaktan vazgeçmesi, kendisini affetmeye ve bağışlamaya alıştırması gerekir. Ancak bu şekilde yumuşaklık kendisinde bir karakter ve kişilik hâline gelebilir. Nasıl ki Rabb’inin sana hilmle muâmele etmesini istiyor ve seviyorsan, aynı şekilde sen de elinin altında bulunanlara yumuşak davran, onlara şefkatle muâmele et. Sen böyle davranmakla Rabb’inin hoşnutluğunu kazanır ve bol sevâb alırsın.
Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu: “İşittiği bir ezaya Allah (c.c.)’den daha fazla sabreden kimse yoktur. O’nun çocuğu olduğunu iddia ederler; ama O, yine de onları rızıklandırır, onlara sağlık ve afiyet verir.” (Buhârî)
Bu ismi bilen, Allah (c.c.)’a daha fazla sevgi besler, sözüne bağlı kalır, vaadini yerine getirir. Gördüğü ayıpları örter, kimsenin hak ve hukukuna tecavüz etmez.
Bu ism-i şerîfe, günde 88 kere başkan olan kimse devam ederse başkanlığı ve rahatı devam eder. Gülsuyu ile yazıp dükkân altına, ya da ekinlere serpse bereket olur. Gemiye serperse boğulmaktan emin olur. Eve serpse her türlü şerden emin olur.
(Kurtubi, Esmaül Hüsnâ, 133.s.)
 
EL-HABÎR (C.C.)
Habîr: Herşeyin iç yüzünden, gizli taraflarından haberdâr olan demektir.
“Allâh bilendir, hikmet sâhibidir.” (Enfal s. 71)
“O, kullarının üstünde her türlü tasarrufa sâhibdir.O, hüküm ve hikmet sâhibidir, herşeyden haberdârdır.” (En‘am 18)
Hiç yaratan bilmez mi? O, en ince işleri görüp bilmektedir ve her şeyden haberdârdır.” (Mülk s. 14)
Herşeyi O yaratmıştır. Yaratan yarattığını bilmez mi? Bir duygu hisseden, bir şey düşünen, bir şeye niyet eden, bir söz söyleyen, kasıtlı olarak bir iş yapan, onu yaparken ne kadar gizlemek istese kendinden gizleyemez, vicdanında onu o anda duyabilir. O halde onu ve bütün göğüslerin hakîkatini, bütün mahlûkatı yaratan yaratıcı daha önce ve daha mükemmel şekilde bilir. O göğüsler, o nefisler, o düşünceler, o kuvvetler, o fiiller ve o duygular bilgiyle, hep Allâh’ın yaratmasıyladır. O yaratmayınca kimsenin ne eli oynar ne dili, ne hissi yürür ne fikri, ne vicdânı kalır ne kendisi. Bakarsın bir an içinde el çolak olmuş, dil tutulmuştur. Fikir durmuş, akıl boğulmuştur. Gönül kendinden geçmiş, ben böyle yaparım diyen nefis yerle bir olmuştur. Yaratıcının yeni bir yaratma ile imdâdı yetişmezse hiçbir yaratık onu kendine getiremez ve o yaratmayı işletemez. Çünkü bir zerre, bir şuur, bir şey yaratmanın dayandığı teferruatı bilemez. O, bütün sebebler silsilesini kuşatan olgun bir ilim ve kudretin eseridir. Yaratıkların, yaratıcıdan bir şey gizlemesine imkân yoktur.
Tenbîh: Kul, bildiklerine aldanıp büyüklenmemeli ve şeytanın oyununa gelmemelidir. Dâimâ güzel ahlâkla donanmalı, araştırmalı ve ilmini artırmaya çalışmalıdır. Bütün amellerinde, sözlerinde ve gizli hâllerinde Mevlâ’sından hayâ ederek O’na isyân etmekten kaçınmalıdır. Allâh’ın sıfatlarını, hükümlerini, helâl ve haramını öğrenmeli, kendisini O’na yaklaştıracak ve mertebesini yükseltecek şeylerle uğraşmalıdır.
Bir Müslüman ihlâsla “Yâ Habîr” diye bu mübârek ismin zikrine devâm ederse onun tecellîsine mazhar olur. Kötü ahlâk-tan kurtulur. Zihni açılır.
(Rauf Pehlivan, Esmâü’l Hüsnâ)
 
“Eşyanın esrârını ve her şeyin iç yüzünü bilen.”
Kudretine ve râhmetine nihâyet olmayan Allâh (c.c.), her şeyin iç yüzünden, gizli hâllerinden haberdârdır. Çünkü Allâh (c.c.) Habîr’dir. En küçük karıncanın toprak altında kıpırdanışından tutunuz da gözle görülmesine imkân olmayan bir mikrobun karanlıklar içinde gidip geldiği girip çıktığı yerlerden haberdârdır. Göklerde olan şeyler de yeryüzünde cereyân eden hadiseler de, denizin derinliklerindeki olaylar da hep O (c.c.)’a mâlumdur. O kadar ki, meleklerin bile ulaşamadığı, insan idrakinin kavramaktan âciz olduğu en gizli esrâr perdelerinin arkasında olan biten şeylerden haberdârdır.
Ben O (c.c.)’un bilgisinden kendimi gizlerim diyebilecek bir varlık yaratılmamıştır. Bir dakika içinde âlemde milyarlarca hâdise vukû bulur. İşte bu milyarlarca hadiseyi hiç eksiksiz ve hepsini aynı derecede bilmek ancak Allahü Teâlâ’ya mahsûstur.
Kul, bildiklerine aldanıp büyüklenmemeli ve şeytânın oyununa gelmemelidir. Dâimâ güzel ahlâkla donanmalı, araştırmalı ve ilmini arttırmaya çalışmalıdır. Bütün amellerinde, sözlerinde ve gizli hâllerinde Mevlâ’dan haya ederek O (c.c.)’ya isyan etmekten kaçınmalıdır.
Allah (c.c.)’nun sıfatlarını, hükümlerini, helâl ve haramını öğrenmeli, kendisini O (c.c.)’a yaklaştıracak ve mertebesini yükseltecek şeylerle uğraşmalıdır. Allah (c.c.)’un farz kıldıklarına ve tavsiye ettiklerine uymalıdır. Yüce Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır:
“Şu halde bil; gerçek şu ki, Allah’tan başka ilâh yoktur.” (Muhammed (s.a.v.) s. 19)
“Bilin ki, Allah gerçekten cezâsı pek şiddetli olandır. Ve Allah bağışlayandır, esirgeyendir. “ (Maide s. 98)
“Bilin ki elbette O’na kavuşacaksınız.” (Bakara s. 223)
Bu ism-i şerîfe günde 812 kerre devam eden rûhâni hayata ve keşiflere nâil olur. Ve bir şahsın tasarruf zulmü altında olan kimse kurtulur. Uykuya varmadan yedi defa “Elâ’ya’lemü men halaka ve hüvel latîfü’l habîr” dese, dilediğini ve istihâre ettiğini rü’yâda görür.
(Kurtubi, Esmaül Hüsnâ, 164-165.s.)
 
EL-LATÎF (C.C.)
Latîf: Lûtfedici, gizliyi bilen demektir.
“Gözler O’nu idrâk edemez; O ise bütün gözleri idrak eder. O, Latîf olandır, haberdâr olandır.” (En‘am s. 103)
“O, yarattığını  bilmez  mi? O,  Latîf’tir;  Habîr’dir.”  (Mülk  s.  14)
“Allâh kullarına lûtufkârdır, dilediğini rızıklandırır. O kuvvetlidir, güçlüdür.” (Şûrâ s. 19)
Allâh kullarına karşı lûtuf sâhibidir. Kulluğunu bilen, vazîfesini  doğru yapan  kullarına  çok  lûtufkârdır.  Onları  çeşitli lûtuflarla öyle mutlu kılar ki akıllar onu kavramaktan acizdir. Her  dilediğini  bir  şekilde  rızıklandırır.  Kullarından  her  birini büyük hikmeti içeren “dilemesi”ne göre bir çeşit lûtuf ile seçkin kılar. Ve öyle güçlü, öyle azîzdir ki her şeye ve herkese karşı dilediği gibi irâdesini uygulamaya, va‘dini yerine getirmeye kâdir ve hiçbir sebeb ve şekilde mağlûb edilmez, her yönden gâlibdir. Onun için dînini doğru tutan kullarını o korkunç “saat” geldiği zaman perişân etmez, kuvvet ve izzetiyle türlü lûtuflarından nâsiblendirir. O’nu dürbünlerle, teleskoplarla aramaya kalkmamalı, hem de gözler görmüyor diye, gözlerden, gönüllerden uzak, ihtiyaçlardan, dileklerden, doğru doğru haberdâr olmaz sanıp da O’ndan dönmemeli, eğri yollara sapmamalıdır. O lûtuf sâhibi ve her şeyden haberdar olan en görmeyen gözleri görür, en gizli, en duyulmaz sanılan şeylerden, gönüllerin hiç kimselere açılamayan sırlarından ve eğilimlerinden haberdârdır. O, onlara kendilerinden yakındır. O’na ibâdet etmek ve işleri ısmarlamak için şart, O’nu görmek değil, O’nun görmesi, lûtuf sâhibi ve her şeyden haberdâr olması ve O’na ihlâs ve tevhid ile zât ve sıfatlarına, fiilerine ve lûtuflarına îmân edilmesidir. Kur’ân-ı Kerîm’de yedi yerde Yüce Allâh, kendini Latîf olarak vasıflandırmıştır.
Hâli değişen, fakir, garib, kimsesiz, hasta olan bir kimse abdest alıp iki rek‘at namaz kıldıktan sonra “Yâ Latîf” ismini 100 kere okuyup Allâh’dan hâcet dilerse, ihtiyâcının giderilmesini isterse Allâh da onun ihtiyâcını giderir.
(Mehmed Nûri Şemseddîn Nakşıbendî, Kalblerin Anahtarı)
 
“Sonsuz lütuf ve kerem sahibi, en ince işlerin bütün inceliklerini bilen.”
Allah (c.c.) Latîftir, en derin, en ince şeyleri hakkıyla bilir. Çünkü o şeyleri yaratan O (c.c.)’dur. Her şeyi yerli yerine koyan da O (c.c.)’dur.
Biz henüz kendi vücudumuzu çözebilmiş değiliz. Ruhumuz nerede? Ruh nedir, akıl nedir? Ağzımıza aldığımız bir lokma midemize indiğinde hangi elekten geçip kan hâline gelmektedir? Yine gözlerimizin esrârını kim çözer? Gözlerimizi göklere veya ufuklara diktiğimizde, bu muazzam manzarayı can aynamız nasıl aksettiriyor? Bir de şu var, göz başkasını görür, kendisini göremez. Bütün bunları vücuda getiren Allah Teâlâ, pek lütufkârdır. O (c.c.)’nun râhmetinin ve kereminin arkası kesilmez. O (c.c.), her şeyi en ince teferruatına kadar görür, bilir, fakat O (c.c.)’yu kimse kuşatamaz.
Allah (c.c.)’nun kullarına karşı son derece yumuşak olmak, Allah (c.c.)’ya davet ederken hoş ve tatlı dil kullanmak gerekir.
Yüce Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır: “O’na yumuşak söz söyleyin.” (Tâhâ s. 44)
Âlimler der ki: “Allah (c.c.)’u tanıyan ve bilen (ârif) kimse, bir iyilik emrederken öğüt veren bir üslûpla ve yumuşaklıkla emreder. Sert ve kaba bir üslûp kullanmaz.
Allah (c.c.)’nun kaderdeki sırrını bilip-gören bir kimse, nasıl böyle davranmasın ki?”
Sana gizli lütuflarda bulunan, bolluk ve darlıkta sana iyilikleri ulaşan Allah (c.c.)’ya her zaman şükretmekle meşgûl olmalısın. En gizli hâllerini, bütün söz ve amellerindeki sırları bildiği için O (c.c.)’dan haya etmelisin. Bilmelisin ki, gökte ve yerde ne varsa zerre ağırlığınca bile olsa hiçbir şey, mutlak Yaratıcıdan gizli değildir. Yüce Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır:
“Yaratan bilmez mi? O, Latif’tir; Habîr’dir.” (Mülk s. 14)
Bu ismi şerîfi, her gün 133 defa devam etse her zorluğu kolaylaşır ve ilâhi lütuflara nâil olur. Her gün 9 kerre zikretse ilâhî tecelli olur ve rızkı geniş olur.
Eğer günde 698 kerre (Bismillâhillâtif) dese, her ne emeli varsa gerçekleşir.
(Kurtûbi, Esmaül Hüsnâ, 351.s.)
 
EL-ADL (C.C.)
Adl, meyil demektir. Söz konusu isim, adâletinden korkulan ve ihsânından ümit kesilmeyen kimseye verilmiştir.
Onun fiillerindeki adaleti, sözlerinin doğruluğunun delilidir. Bilinmelidir  ki:  Var  olan  şeylerin  mertebelerinin  işleri meyil ve dönmeye (udûl’e) dayandığı için Cenâb-ı Hakk kendisini el-Adl diye isimlendirmiştir. Âlemdeki  her  şey,  meyleder.  Varlık  da  ancak,  adl  ile zuhûr  etmiştir.  Nitekim  mü’min  bâtıldan  hakka  döndüğü (udûl) gibi, aynı şekilde kâfir de hakkdan bâtıla dönmektedir. Allâhü Te‘âlâ şöyle buyurmuştur:  “Rabblerini inkâr edenler dönerler.” (En‘âm s. 1) Allâhü Te‘âlâ şunu bildirmiştir: Hakka veya bâtıla dönen her şey, sadece Hakk ile ve Hakk’ın irâde ve meşiyetiyle dönmüştür, çünkü güç ve kudret Hakk’a aittir. Hakk Te‘âlâ  onları  kâfirler  diye  isimlendirmiştir,  bunun  nedeni kendi sınırlılıklarıyla mutlaklık yönünü örtmüş olmalarıdır.Bu insanlardan örtme fiilinin ortaya çıkmasının iki nedeni vardır: Birincisi, basiret gözlerinin doğru iş yapmaktan perdelenmiş olmasıdır. İkinci neden ise, şudur: Onlar, düşüncelerini derinleştirdikten sonra işin gerçeğini öğrenmişler ve müşâhade etmişlerdir; buna rağmen, inkâr etmişler ve gerçeği örtmüşlerdir. Bu inkârın nedeni ise, mal veya makam gibi, elde etmiş oldukları herhangi bir menfaattir.
Meyil, varlık mertebelerinde imkân âleminin her bir zâtı hakkında istikametin tâ kendisidir. Gerçi mes’eleye bakan kimse bunun böyle olmadığı vehminde bulunabilir; o, ağaçların dallarının eğrilip, bükülmesini ve iç içe girmelerini görür, hâlbuki bütün bunlar, muhakkike göre, eğrilikte istikâmettir. Çünkü bunlar, tabiatın akışı hükmüyle, maddelerinin mecrâlarına meyletmişlerdir. Aynı şey, oluş ağacının dalları için de geçerlidir.
(Sadreddîn Konevî, Esmâü’l Hüsnâ Şerhi, 108-109)
 
“Çok âdil, hakkıyla adâlet eden.” Adâlet zulmün zıddıdır. Hemen herkes adâlete muhtaçtır.
Ve Allah (c.c.)’dan başka âdil yoktur. İnsanlar ne kadar kemâle erseler de adâlet sıfatları tam ve kâmil olamaz. Mutlaka bir yerde bir eksiklikleri bulunur. Bir yerde hüküm verirken, diğer yere elleri uzanmaz. Bir işi görürken, öbür iş yüz üstü kalır. Dünyada Hz. Ömer (r.a.) gibi yüksek adâlet sahipleri bulunabilirse de, bu kişiler hakîkî manâsıyla adl ismini alamazlar. Çünkü mahlukturlar, çünkü bütün varlığa bir anda adâletini gösteremezler. Bir yeri sulha, sükûna erdirirken, öbür tarafın hâllerinden haberleri olmaz. Halbuki adl demek bütün âlemlere şâmil ve her an değişip duran sonsuz işler üzerinde adâletini gösteren demektir.
Buna Allahü Teâlâ’dan başka kimin gücü yeter. Hz. Ömer (r.a.), o güzel adâletiyle aciz kalıp şöyle feryat etmiştir: “Yol üstünde bir karınca ezilse, Yine Ömer mes’ul, değil hiç kimse!”
Her müslüman, Allah (c.c.)’dan başka mutlak adâlet sahibi kimsenin olmadığını, her adâlet sahibinin ve uyguladığı adâletinin Allah (c.c.)’dan geldiğini, O (c.c.)’dan olmayan her hükmün zulüm ve bâtıl olduğunu bilmelidir. Sonra da Allah (c.c.)’nun kendisi için takdir ettiği ve uyguladığı (kaza) her şeyi kabullenmeli ve içtenlikle O (c.c.)’ya teslim olmalıdır. Bütün sözlerinde, fiillerinde ve hükümlerinde hiçbir zaman adâletten ayrılmamalıdır.
Nebî (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Kendi nefislerine, âilelerine ve yönetimi altında bulunanlara âdil davrananlar, kıyâmet günü Râhman’ın sağında -ki O (c.c.)’nun her iki eli de sağdır-  nurdan minberler üzerindedirler.” (Müslim 827)
Zâlim senin adâletinden korkmalı, mazlum da senin adâletine sığınmalıdır. Sen de fakir ile zengini, güçlü ile zayıfı, yakın ile yabancıyı, dost ile düşmanı dâimâ eşit tutmalı ve aralarında adâletle hükmetmelisin. Bununla beraber eşlerin ve çocukların arasında da adâleti gözetmelisin.
Bu ism-i şerîfi, cuma gecesi 20 lokma üzerine yazıp yese bütün mahlûkâtın izzet ve hürmetine nâil olur.
(Kurtûbi, Esmâü’l Hüsnâ, 280.s.)
 
EL-HAKEM (C.C.)
“Allâh size Kitab’ı açık açık indirmişken O’ndan başka bir hakem mi isteyeyim?” (En‘am s. 114)
“… Allâh aranızda hükmedinceye kadar bekleyin. O hakimlerin en iyisidir.” (A‘raf s. 87) Allâh’ın  bu  ismi,  bütün  üstün  sıfatları  ve  güzel  isimleri içine almaktadır. Çünkü işitmeyen, görmeyen ve haberi olmayan birinin Hakem olması mümkün değildir. O, bu dünyâda ve âhirette açık ve gizli olarak kulları arasında hüküm verendir. Verdiği emirlerin, koyduğu yasaların, icrâ ettiği hükümlerin, varlıklar üzerinde sözlü ve fiilî olarak uyguladığı kararların hepsi O’nun gerçek hâkim olduğunu göstermektedir. Hakem ismi, O’nun zâtî sıfatlarındadır. Hüküm verme yetkisi sadece Allâh’a aittir. Hükmü elinde tutan, iyiyi kötüden ayırt eden ve verdiği hükmü kimsenin bozamayacağı yegâne mercî O’dur. Kimseye zerre miktarı kadar haksızlık yapmaz. Kimseye günâhından fazla cezâ vermez. Allâh’ın hükmüne karşı, hükmüne mürâcaat edilebilecek hiçbir hakem tasavvur olunamayacağı gibi, ilâhî hükmü anlamak ve tebliğ  etmek  için  de  diğer  âyetlerin,  mu‘cizelerin  delâleti, îcâzı, kitabın mu‘cizesi kadar kuvvetli, açık ve tafsîlâtlı değildir. Kul hüküm yetkisinin yalnız Allâh’a ait olduğuna inanmadıkça îmân etmiş sayılmaz. Bir Müslüman ihlâsla, “Yâ Hakem” diye bu mübârek ismin zikrine devam ederse sözü etkili olur. Da‘vâlarında başarılı olur. İlim ve hikmet sâhibi olur. Her Müslüman, Allâh’tan başka Hakîm ve Hakem olmadığını, O’nun bütün fiillerinin da‘vâ ve hüküm; bütün sözlerinin hikmet ve vasiyetler olduğunu, peygamberlerin hikmet kaynağı  ve  hikmet  ehli  kimseler  olduğunu, Allâh’ın  yalnız onlara  hüküm  verme  yetkisi  verdiğini,  peygamberlerin  dışında herkesin onlara uyması gerektiğini bilmelidir. Hâkim ve yöneticiler, Allâh’ın çizdiği sınırların dışına çıkmamalı ve koyduğu yasaları çiğnememelidir.
(Rauf Pehlivan, Esmâü’l Hüsnâ, 2002)
 
Allah Teâlâ buyuruyor: “O, hüküm verenlerin en hayır-lısıdır.” ( A’raf s. 87)
Şânı pek yüce olan Allah, dünya ve âhirette kulları arasında adâletle hükmedendir. Kimse zerrece haksızlığa uğramadığı gibi, hiçbir zâlim de cezâsız kalmaz. Her hak sahibine hakkını vermek O’nun şânındandır. İnsanların dünya ve âhirette başlarına gelen felâketler kendi ellerinin ektiğidir. Bir yere iyilik ağacı dikmeyen kimse saâdet başağını nasıl toplayacaktır?
Her müslüman, Allah’tan başka Hakîm ve Hakem olmadığını, O’nun bütün fiillerinin dava ve hüküm; bütün sözlerinin hikmet ve vasiyyetler olduğunu, peygamberlerin hikmet kaynağı ve hikmet ehli kimseler olduğunu, Yüce Allah’ın yalnız onlara hüküm verme yetkisi verdiğini, peygamberlerin dışında herkesin onlara uyması gerektiğini bilmelidir.
İnsanlar, hüküm verirken Yüce Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeleri gerekir. Yüce Allah bütün mü’mînleri, aralarında hâkim tayin etmek ve onun hükümlerini uygulamakla sorumlu kılmıştır. İslâm âlimleri arasında bu konuda bir görüş ayrılığı yoktur.
Her müslüman, (Allah’ın hükümleriyle hükmeden bir) mahkemeye çağırıldığı zaman bu çağrıya cevap vermek ve aleyhinde bir hüküm çıkması hâlinde buna uymak zorundadır. Aksi hâlde zulmedenlerden olur. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Aralarında hükmetmesi için Allah’a ve Resûlü’ne çağrıldıkları zaman, onlardan bir grup yüz çevirir. Eğer hak onların lehlerinde ise, ona boyun eğerek gelirler. Bunların kalplerinde hastalık mı var? Yoksa kuşkuya mı kapıldılar? Yoksa Allah’ın ve Resûlü’nün kendilerine karşı haksızlık yapacağından mı korkmaktadırlar? Hayır, onlar zâlim olanlardır.” (Nur s. 48-50)
Bu ism-i şerîfi, gece yarısında 68 defa okumağa devam edenin iç dünyası hikmet sırlarına mazhar olur.
(Kurtûbi, Esmâü’l Hüsnâ, 120.s.)
 
EL-BASÎR (C.C.)
Basîr: Her şeyi gören, çok iyi gören demektir.
“Gözler, O’nu idrak edemez; O ise bütün gözleri idrâk eder. O, latif olandır, haberdar olândır.” (En‘am s. 103)
“…Şüphesiz Allâh, işitendir, görendir.” (Hacc s. 61)
Allâh her şeyi, herkesin yaptığını görür. Onun görmesine hiçbir şey engel olamaz. O’nu kendinden başka hiçbir göz O’nu kavrayıp ihâta edemez ve fakat O, gözlerin hepsini idrâk ve ihâta eder, görür, bilir. Her şeyi bilen, her doğru haberi veren ancak odur. Gözler görmüyor  diye,  gözlerden,  gönüllerden  uzak,  ihtiyaçlardan, dileklerden,  doğru  doğru  haberdâr  olmaz  sanıp  da  O’ndan dönmemeli, eğri yollara sapmamalıdır.
O lûtuf sâhibi ve her şeyden haberdâr olan en görmeyen gözleri görür, en gizli, en duyulmaz sanılan şeylerden, gönüllerin hiç kimselere açılamayan  sırlarından  ve  eğilimlerinden  haberdardır.  O,  onlara kendilerinden yakındır. O’na ibâdet etmek ve işleri ısmarlamak için şart, O’nu görmek değil, O’nun görmesi, lûtuf sâhibi ve her şeyden haberdar olması ve O’na ihlâs ve tevhid ile zât ve sıfatlarına, fiilerine ve lûtuflarına îmân edilmesidir. Allâhü  Te‘âlâ,  yer  ve  göklerin  her  yerinde  görülebilecek her  şeyi  Basîr  sıfatıyla  kuşatmıştır  ve  onları  görmektedir. O’nun için görülemeyen bir şey yoktur. Hiçbir şey ondan gizli değildir. Allâh’ın, kalbdeki fısıltıları, beyindeki oluşumları, fikirdeki gizlilikleri, kalblerdekini, zifiri karanlık bir gecede kapkara bir taşın üzerinde yürüyen simsiyah bir karıncayı ve çıkardığı sesi görür, duyar, bilir. Allâh’ın her şeyi gördüğünü bilen kimse, gizli ve açık her hâlini düzeltmeye çalışır. Her durumda Allâh’a karşı gelmekten  korkar  ve  O’ndan  utanır.  Allâh’ın  kendisini  yasakladığı yerlerde  bulmasından  veya  emrettiği  yerlerde  bulmamasından kaçınır. Kendisinin dâima Allâh’ın gözetiminde olduğunu aklından  çıkarmaz.  O’nun  kendisini  görmesini  hafife  alarak günâh işlemez. İnsanların görmesinden utanıp, Allâh’ın görmesinden utanmayan kimse, Allâh’ı hafife almış olur.
(Esmâü’l Hüsnâ, Karınca Yayınları, Nisan 2004)
 
“Kemâliyle gören.”
Cenâb-ı Hak her şeyi kemâliyle işittiği gibi, yine her şeyi en iyi görendir. O görür. O’ndan bir şeyi gizlemenin imkânı yoktur. Kimin, nerde, ne yaptığını veya ne yapacağını görüp durmaktadır.
Ne karanlık, ne gizli bölmeler, ne mağaralar, ne kat kat perdeler, hiçbir şey O’nun görmesine mâni olamaz. Bizim gözle göremediğimiz, gözle görülmesine imkân olmayan her şeyi görür. Yüce Allah’ın her şeyi gördüğünü bilen kimse, gizli ve açık her hâlini düzeltmeye çalışır.
Gizli hâllerini murâkabe ile (Yüce Allah’ın gözetiminde olduğunu bilmekle),
dış hâlini de muhâsebe ile (Yüce Allah’ın kendisini hesâba çekece- ğini bilmekle) düzeltir.
Böylece her durumda Allah (c.c.)’ya karşı gelmekten korkar ve O’ndan utanır. Yüce Allah’ın, kendisini yasakladığı yerlerde bulmasından veya emrettiği yerlerde bulmamasından kaçınır. Kendisinin dâima Yüce Allah’ın gözetiminde olduğunu aklından çıkarmaz. O’nun kendisini görmesini hafife alarak günah işlemez. İnsanların görmesinden utanıp, Yüce Allah’ın görmesinden utanmayan kimse, Yüce Allah’ı gereği gibi tanımamış olur.
Basîr adını bilen kimse, varlık alemiyle ilgili âyetlere, yer ve göklerdeki olağanüstü düzene bakarak Yüce Allah’ın azâmet ve yüceliğini düşünür, çevresine dâima ibretle bakar. Allah’ın güç ve kudretini, hikmetini, derin ilmini ve etkin iradesini gösteren yapılara bakarak O’na daha bir içtenlikle ve güvenle ibâdet eder. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
“Meyvesine; ürün verdiğinde ve olgunluğa eriştiğinde bir bakıverin.” (En’am s. 99)
“Kemiklere de bir bak, nasıl bir araya getiriyoruz, sonra da onlara et giydiriyoruz?” (Bakara s. 259)
Bu ism-i şerîfi, pazartesi günü farz ile sünnet arasında inanarak  100 kerre zikreden ilâhî yardıma mazhar olur.
(Kurtûbi, Esmaü’l Hüsnâ, 68.s.)
 
ES-SEMΑ (C.C.)
Semî‘:    İşitici demektir.
Cenâb-ı Hakk buyuruyor ki: “Şüphesiz Allâh, işitendir, görendir.” (Mü’min s. 20)
“Allâh işitendir, görendir.”  (Nisâ s. 134)
İşitmekten maksâd, sesi idrak etmek, ma‘nâyı anlamak, kabûl etmek ve uymaktır. Cenâb-ı  Hakk  “işitme”,  “dinleme” ve “uyma” konusunda şöyle buyurmaktadır:
“Allâh’tan  korkup-sakının ve dinleyin.” (Mâide s. 108)
İnsana şah damarından daha yakın olan Allâh, herşeyi gören olduğu gibi işitendir de. Allâh kainattaki her sesi duyar. Uçsuz bucaksız uzayda büyük bir hızla ilerleyen galaksilerin, gezegenlerin, gök taşlarının  seslerini  duyduğu  gibi, mikroâlemde yaşayan ve insanların gözle aslâ göremeyeceği  milyarlarca  canlının  da  sesini duyar.  Çünkü  Kendisi bunların tamâmını yaratandır. Yüce Allâh toprağın altında yarılan tohumun da, gökyüzünde çakan şimşeğin de, yere düşen bir yağmur tanesinin veya uçan bir kuşun kanat sesini de işitir. Kuşkusuz Allâh’ın büyüklüğünün ve kudretinin delillerinden  biri  kâinattaki  canlı  ve  cansız  bütün  sesleri aynı anda işitmesidir. Allâhü Te‘âlâ yaşayan insanların Kendisi’ne gizlice yönelerek ettikleri bütün duâları aynı anda işitir ve aynı anda icâbet eder. Allâh katında zaman ve mekan olmadığı, Allâh her an her yerde olduğu için bu, O’na göre çok kolaydır. Aynı zamanda gizli fısıltıların, konuşmaların da hepsini duyar. Allâhü Te‘âlâ kalbleri ürpererek Kendisi’ne duâ edenlerin,  gizlice  yönelip dönenlerin  seslerini  işittiği  gibi  isyan edenlerin,  kalbleri  inkârda  direnenlerin  de  seslerini,  kurdukları planların en ince noktalarını da işiterek bilir. O’nun ilmi her yeri kuşatmış, hiçbir canlı O’ndan gizli bir tek söz sarfedememiştir ve edemeyecektir. Bunu âhirette, ağzından çıkan her sözün karşısına getirildiğini gören daha iyi anlayacaktır.
(Mehmed Nûri Şemseddîn Nakşibendî, Kalblerin Anahtarı)
 
“Hakkıyla işiten” Kullarına gözler, gönüller, kulaklar bahşeden Allah (c.c.) her şeyi hakkıyla işitir. Hiçbir ses, hiçbir nefes ona gizli kalmaz. Denizin tâ derinliklerindeki bir mahlûkunun ihtiyacını işittiği gibi, yüreklerimizin kıpırtılarını da işitir. Dağ, duvar, mesafe, hiçbir şey onun işitmesine perde olamaz.
Yunus (a.s.) balığın karanlık midesinde ve deryaların dibinde rabbine iltica’ etti. Allâhü Teâlâ da ona hemen imdat eyledi.
Kur’ân’ı dinlemek, onu tefekkür etmek, anlamak ve idrak etmeye çalışmak bu ismi bilmenin bir gereğidir. Allah (c.c.), her hâlükârda Kur’ân dinleyenleri methetmiş, dostlarına dâima Kur’ân okumalarını ve dinlemelerini emretmiştir. Gerçek semâ (dinleme) işte budur.
 
EL-MÜZİLL (C.C.)
Müzill, alçaltan, zillet veren, hor ve hâkir eden demektir.
Cenâb-ı Hakk buyuruyor ki: “Gerçekten Allâh, inkâr edenleri hor ve aşağılık kılıcıdır.” (Tevbe s. 2)  “O gün, öyle yüzler vardır ki, zillet içinde aşağılanmıştır.” (Ğâşiye s. 2) Hor ve hakir edilme, Allâh’ın inkârcıları uğrattığı “dünyâ azâbı”nın  bir  parçasıdır.  Hayatlarını  başkalarına  gösteriş yapmak, onlardan takdir toplamak için sürdüren inkârcılar için ‘hor ve aşağılık kılınma’, son derece büyük bir azaptır. Allâhü Te‘âlâ  pek çok âyetinde, âhirette inkârcılara alçaltıcı bir azâb olduğunu haber verir. Bu, inkârcıların dünyâ hayatındaki kibir ve büyüklenmelerine karşılık Allâh’ın takdir ettiği bir cezâdır. Çünkü dünyâ hayatında inkârcıların en büyük hedeflerinden biri, başka insanlar tarafından takdîr edilmektir. Bu nedenle de hayatlarını Allâh’ı övmekle değil, kendilerine övgü toplamakla geçirirler. Allâh da bu beklentilerine karşılık olarak cehennemdeki azâblarını bunun üzerine kurmuştur. Cehennemde en büyük yıkımı ise insanların karşısında küçük düşüp aşağılanınca yaşayacaklardır Müzill, inkâr edenleri dünyâda kölelikle, cizye vermekle, alçaltmakla  zelîl  kılan,  âhirette  de  onları  cezâlandırmakla ve  ebediyen  cehenneme  de  kalmakla  zelîl  kılandır. Allâh âsîlere destek vermeyerek onları zelîl kılmıştır. Bu yüzden âsîler günâh bataklığına saplanmışlardır. Allâh, bir kulunu zelîl kılmak istediğinde onu arzu ve isteklerine düşkün yapar, kendisiyle onun arasına bir perde çeker ve onu kendisine duâ etmekten uzaklaştırır.
Tenbih: Mü’minler, Allâh’ın emir ve yasaklarına  aykırı davranarak zelîl olmaktan korkarlar, bu yüzden Allâh’a itaatten  ayrılmazlar. Buna  karşılık Allâh da onları azîz  kılar. Emir ve yasaklarına aykırı davrananları, kendisinin belirlediği yolda yürümeyenleri ve kendisine düşmanlık edenleri de zelîl kılıp alçaltır.
(Mehmed Nûri Şemseddîn Nakşibendî, Kalblerin Anahtarı)
 
EL-MU‘İZ (C.C.)
el-Mu‘iz, kanaat, yakîn ve fâni diyarın metâına karşı zühd ile dilediklerine izzet verendir.
el-Mu‘iz’i  bilen  kimse,  O’na  hizmet  ile  kendisini, ma‘rifet ile kalbini ve müşâhede etmekle de gözünü azîz kılmıştır.
Cenâb-ı Hakk buyuruyor ki: “De ki: Ey mülkün sâhibi Allâhım, dilediğine mülkü verirsin ve dilediğinden mülkü çekip alırsın, dilediğini azîz kılar, dilediğini  alçaltırsın;  hayır  Senin  elindedir.  Gerçekten Sen, herşeye güç yetirensin.” (Âl-i İmrân s. 26) Mu‘iz ve  Müzill isimleri  Kur’ân’da  isim  olarak  geçmez, sadece fiil olarak geçer. Allâh (c.c.) kimi yükseltmişse onu azîz, kimi de alçaltmışsa onu da zelil kılmıştır.
Azîz veya zelil olmak dünyâda geçekleştiği gibi âhirette de gerçekleşir. Mu‘iz, düşmanlarına karşı dünyâda dostlarına  destek  verip  onları  üstün  kılan,  âhirette  de onları en güzel şekilde ağırlayıp azîz kılandır. Allâh dostlarını, kendisine ibâdet ve itaat etmede başarılı kılarak onları onurlandırmış ve azîz kılmıştır. Zîrâ Allâh’a itaat etmekten daha üstün bir izzet yoktur.
Allâh dostlarını:  Kanaatkarlıkla,  amellerde  samîmî  ve  ihlâslı olmakla, nefislerinin arzû ve istelerini terk etmekle azîz kılmıştır. Mülkü  dilediğine  veren  O’dur.  Her  kimin  kalbinden perdeyi kaldırıp Cemâlini müşâhede ettirirse kanaat ni‘metine gark ederek mahlûkâtından kimseye muhtaç bırakmazsa, kuvvet ve te’yid bahşederek nefsine onu ezdirmezse,  işte  onu  azîz  kılmış  ve  daha  dünyâda  iken ona mülkü vermiş demektir.
(Mehmed Nûri Şemseddîn Nakşibendî,Miftâhü’l Kulûb, Kalblerin Anahtarı)
 
ER-RÂFİ‘ (C.C.)
Râfi‘: Dereceleri yükseltici, rızkı yükseltici demektir. Cenâb-ı  Hakk  buyuruyor  ki:  “Dereceleri  yükselten  Arş’ın sâhibi (Allâh)dır…” (Mü’min s. 15)
Resûlullâh  (s.a.v.)  de  buyuruyor  ki:  “Kendisine  haksızlık yapılan bir kul, buna sabrederse, Allâh onun izzet ve onurunu daha fazla artırır. Allâh için alçak gönüllü olan kulu, Allâh mutlaka yükseltir.” (İbn Mâce, 202)
Râfi‘  ismi  değişik  şekillerde  Kur’ân-ı  Kerîm’de  geçer. Ancak  Ebû  Hüreyre  (r.a.)’in  rivâyet  ettiği  hadîs-i  şerîfte geçmekte olup bütün İslâm âlimleri bunu kabûl etmişlerdir.
Bu dünyâda ve âhirette mümin kullarını yükselten O’dur. O dilediğini  yükseltir  dilediğinide  alçaltır.  Kalbleri  kendisine yaklaştırarak yükseltir, nefisleri de kendinden uzaklaştırarak alçaltır. Allâh, kaderine râzı olanı daha üstün makamlara yükseltir.
Yükselmek; yüksek makam ve mevkilere sahip olmak, iktidar  olmak,  miskin  ve  yoksullara  karşı  büyüklenmek, malının çok ve işinin düzgün oluşuyla övünmek demek değildir.  Bu  özelliklere  sahip  olmak,  övgüyü  ve  yükselmeyi hak  etmek  anlamına  gelmez. Asıl  şeref  ve  onur,  yüksek mevki ve makam, Allâh’ın başarılı kılmasıyla elde edilendir. Böyle onur ve şeref, Allâh’ı tasdîk etmeyi, emir ve yasaklarına uymayı, O’nun yolunda yürümeyi, kalbi arındırmayı ve O’nunla sevinmeyi  sağlar. Bu onura sâhib olan kimse, Rabb’inden karşılık bulur.
Allâh’ın insanları yükselttiğini, âhirette mü’minlerin derecelerini  yükselteceğini, böylece onları  mutlu  kılacağını ve  şereflerini  artıracağını  ifâde  eder.  Kur’ân-ı  Kerîm’de isim olarak yer almayan Râfi‘, Esmâü’l Hüsnâ’yı sayan hadîste  (Tirmizî,  Da‘avât,  82) geçmektedir.  Yükselmek  isteyen O’nun rızâsını kazandıracak amellerle bu yoldaki özlemini ortaya koymalıdırlar. Zîrâ O dilemedikten  sonra kimse yükselemez.
(Rauf Pehlivan, Esmâü’l Hüsnâ)
 
EL-HÂFİD (C.C.)
Hâfid, aşağıya indiren, alçaltan, değerini azaltan anlamındadır. Cenâb-ı Hakk buyuruyor ki:  “O aşağılatıcı, yücelticidir.” (Vâkıa s. 3)
Yüce Allâh, bu dünyâda ve âhirette mü’min kullarını yükselten, inkarcı ve münâfıkları da alçaltandır. Allâh, dilediği kulunu indirir, dildiğini de yükseltir. Kulların yükselmesi, alçalması, zenginleşmesi ve yoksullaşması Allâh’ın elindedir. Bil ki, asıl alçaltılmış kimse; ilâhi başarı ve yardımdan yoksun bırakılandır. Başarısızlık ve ümitsizlik içinde bulunan, nefsinin isteklerine yenilen, Rabbinden bir iyilik görmeyen,  kalbinde  Rabbine  dönme  gücü  bulmayan,  duâlarına güvenme  hissini  kalbinde  duymayan  kimsedir.  Bu  kimse terkedilmişlikle  ödüllendirilmiştir.  Dâima  meşgûl  ve  sıkıntı içindedir.
Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor ki: “Yüce Allâh, bu kitâbla nice milletleri yükseltir, niceleri de alçaltır.” Dilediğini, kendince bilinen bir hikmet ile bir şekilde alçaltan, özellikle suçlu olanları sonunda mutlaka  buna ma‘ruz bırakan O’dur. Kendisini tanımayan; emir ve yasaklarını dinlemeyen; yasaklarına açıkça karşı gelen, âsî, hâin, ve mütekebbirler, müstehak oldukları için nihâyet alçaltırlar. Sebeb bizzat kendileridir; haklarında Allâh’ın geçerli kanunu işlemiş ve suçu oldukları için buna muhâtab olmuşlardır.
Her insan belirli bir zekâ düzeyi, görme, düşünme ve düşündüklerinden çıkarım yapma kabiliyetine sâhibdir. Örneğin kendi bedeninin işleyişindeki kusursuzluğa baktığında detaylı bir yaratılış görecektir. Bu yaratılışın detaylarındaki akıl  alâmetlerini  düşündüğünde,  bütün  bunları  bir  planlayan, tasarlayan ve var eden olduğunun bilincine varabilir. Allâhü Te‘âlâ, Kur’ân-ı Kerîm’de düşünüp öğüt alanları övmüş, diğerlerini ise aşağılık kılacağını bildirmiştir.
(Mehmed Nûri Şemseddîn Nakşibendî, Kalblerin Anahtarı)
 
EL–MÜTEÂLİ (C.C.)
 
İzzet ve şeref bakımından en yüce, yaratılmışlar hakkında aklın mümkün gördüğü her şeyden, her hal ve tavırdan pek yüce olandır. Yüceler yücesi demektir. Allâhu Teâla için kullanıldığında kudret, hakimiyet, diye anlaşılabilir.
Yüce, derecesi yüksek, şan, şeref, kudret ve kuvvet sahibi manasına gelen “ulüvv” ve “alâ” mastarından gelen bu isim Cenab-ı Hakk’ın Esmâ-i Hüsnâ’sındandır.
Cenab-ı Hak son derece yüce, varlığı zorunlu şan ve şeref sahibi, derecesi yüksek arşın sahibidir. “El-Âlî” ismi gibi “yücelik ve hükümranlıkta kendisine eşit veya kendisinden daha üstün bir varlık bulunmayan; mutlak anlamda yüce olan, din, akıl ve örf açısından övgüye lâyık bütün olumlu nitelikleri kendisinde toplayan; aynı açılardan yergi ve eksiklik ifade eden bütün menfî niteliklerden de münezzeh bulunan, kemâl sahibi ulu ve en yüce varlık” anlamlarına gelmektedir.
“ (O), gizliyi ve aşikâreyi bilendir, büyüktür, yücedir.” (Ra’d, 9)
El-Müteâli’nin bir manasının da “büyüklük ve azameti yüksek, idrak edilen şeylerden şanı yüce, kemal sahibidir’’ olduğu söylenmiştir.
Akıl ermez hikmetine, kimseler bilmez nicesin, Zahir vasfınla gün gibi, bâtın vasfınla gecesin, İzzet, şeref, hükümranlık yalnız sana mahsus yârab; Vasfındır el-Müteâlî, yücelerden de yücesin…
a) Her gün 551 defa “Yâ Müteâlî” ism-i şerifini okuyan günah işleme alışkanlığından kurtulup Allah’a yönelir.
b) 600 defa “Yâ Müteâlî” ism-i şerifini okuyan her türlü âfetten kurtulur.
(Prof. Dr. Metin Yurdagür,  Esma-i Hüsna)(Sadettin Kaplan, Esma-i Hüsna’dan Esintiler)
 
Resûlullah (s.a.v.): “Hilekarlık yapan, Kebir ve Yüce Allah’ı unutan kul ne kadar kötüdür.” buyurdu.
Yüce, derecesi yüksek, şan, şeref, kudret ve kuvvet sahibi manasına gelen “ulüvv” ve “alâ” mastarından gelen bu isim Cenab-ı Hakk’ın Esma-i Hüsna’sındandır.
Her gün 551 defa “Ya Müteali” ism-i şerifini okuyan günah işleme alışkanlığından kurtulup Allah (c.c.)’ya yönelir.
600 defa “Ya Müteali” ism-i şerifini okuyan her türlü afetten kurtulur.
El-Müteali’nin bir manasının da “büyüklük ve azameti yüksek, idrak edilen şeylerden şanı yüce, kemal sahibi, olduğu söylenmiştir.
“(O), gizliyi ve aşikâreyi bilendir, büyüktür, yücedir.”(Ra’d 13/9)
Mesela zengin bir adam hakkında:
“Bu adamın yarın fakir düşmek ihtimali vardır” denilebilir ve o adam, zenginken fakir olur. Şunun bunun yardımına muhtaç bir vaziyete gelebilir. Fakat Allah-u Teala hakkında böyle bir ihtimal düşünülmesi mümkün değildir. Allah (c.c.) öyle bir Allah (c.c.)’dur ki, isteyenler çoğaldıkça ihsanı artar, iradesine, hikmetine göre verir. Vermekle hazineleri tükenmeyen biricik Gani ve Müteali O’dur. Vücudunun bütün azası tam ve sağlam, gayet kuvvetli bir şahsın, günün birinde kör, topal olarak, kolsuz, bacaksız bir hale gelip de yerlerde sürünmesi mümkündür. Bunun gibi bir millet de, ne kadar zengin ve bilgili, ne kadar kuvvetli olursa olsun, ondan daha üstün bir millet bulunmak veya belirmek ve o milletin tepesine çullanarak memleketlerini harap, hazinelerini yağma ve haysiyetlerini ayaklar altına alma ihtimali olabilir. Allah-u Teala böyle arızalardan münezzeh ve mütealidir. Öyle ki, bütün kuvvetler, bütün hileler, bütün ordular birleşse, Allah-u Teala’ya el uzatamazlar, memleketinden bir zerre koparamazlar, izni olmadan hazinelerinden birşeyi alamazlar.
(Ali Osman Tatlısu, Esmaül Hüsna Şerhi, s. 201)
 
ET-TEVVÂB (C.C.)
Kullarını tövbeye teşvik edip onların tövbelerini kabul eden Arapça’da “tevbe” kelimesinin asıl anlamı “rücû” (dönmek)” demektir. Buradaki dönme kul için “ma’siyeti terk edip, itaate dönüş”, Allah (cc) hakkında ise, “kulun bu dönüşünü kabul edip onu cezalandırmaktan vazgeçmesi” anlamına gelir.
Kur’ân’da sıklıkla kullanılan kelime gruplarından birini teşkil eden bu kökün kullanıldığı pek çok âyette, gerek inanış, gerek davranış bakımından çeşitli kötülüklerden dönenlerin tövbelerinin Allah (cc) tarafından kabul edileceği, ancak tövbenin yürekten ve kararlı sağlam bir şekilde yapılması gerektiği,  Allah’ın tövbe eden kullarını sevdiği belirtilir.
Ebû Süleyman el-Hattâbî, kullarını tövbeye muvaffak kılan Allah’ın bu isminin “kulları tarafından yenilenecek her tövbeyi her defasında mükerreren kabul buyuran” anlamına geldiğini belirtmektedir. Halîmî de bu ismi, “tâatine dönüş yaptıkları takdirde isyânkâr kullarından bile fazl ü ihsânını esirgemeyen, onların daha önce yaptığı hayırları geçersiz saymayan yüce zât” şeklinde tanımlamaktadır. Şu halde kula düşen görev, yapmış olduğu günahlara hemen tövbe etmektir. Kul hakkının dışında Allah’a karşı işlenmiş bir günah için, ondan tamamen vazgeçmek, yaptığına pişman olmak ve bir daha o işi yapmamak şartlarına riâyet ederek tövbe edilebilir.
Şâyet bir kişi, kul hakkıyla ilgili bir kötülük işlemişse, bu fiiliyle ilgili tövbeyi ancak hak sahibinin hakkını ödemek, onun rızasını alıp helalleşmek gibi hususlara riâyetle gerçekleştirebilir.
a) Duha Namazından sonra 300 defa “Yâ Tevvâb” ism-i şerifini okumaya devam edenlerin tevbeleri kabul olunur.
b) Haksız yere zulme uğrayanı zulümden, zalimin elinden kurtarmak için 10 defa “Yâ Tevvâb” ism-i şerifi okunur.
c) Vakit namazlardan sonra 41 defa “Yâ Tevvâb, Yâ Rahim” ism-i şeriflerini okuyan, geçim sıkıntısından kurtulur, rızkı bollaşır.
(Prof. Dr. Metin Yurdagür, Âyet ve Hadislerde Esma-i Hüsna)
 
EL-BERR (C.C.)
Kur’ân’da “çok şefkatli ve kerem sahibi” anlamında olmak üzere, sadece bir âyette ve “rahim” ismiyle birlikte Allah’ı tavsif eden bu ismin; “yaratıklarına karşı rahmet, mağfiret, lütuf ve ihsânı bol” ve “söz ve haberlerinde mutlak sâdık” şeklinde olmak üzere iki farklı anlamının bulunduğu kaydedilmektedir.
Bu ismin “her tür ilâhî ihsânı” yansıttığını belirten esmâ-i hüsnâ şarihleri, “El-Berr’i, “Allah’ın bütün mahlukâtına rızık tahsis etmesi, onlara rahmetiyle muamele buyurması, muttaki ve itaatkâr kullarına kat kat sevap ihsân etmesi, güzel şeyler yapmayı düşünüp niyetlerini gerçekleştiremeyenler ile kötülüğe niyetlenip bundan  vazgeçenleri  bile mükâfatlandırması, âsîleri ise sadece işledikleri günah kadar cezalandırması’ şeklinde açıklamışlardır.
Fahreddin er-Râzî ise, bu ismin kapsamına giren “ilâhî ihsânın” dinî ve dünyevî olmak üzere iki kısımda incelenebileceğini kaydetmektedir. Ünlü mutasavvıf Kuşeyrî “Berr” isminin havâssı üzerinde dururken, bu isminin tecellileriyle “birrü’l-vâlideyn” (ana babaya iyilik) arasındaki irtibata dikkat çekerek Allah Teâlâ’nın ana ve babasına itaat eden evlatlara, bu isminin ifade ettiği sonsuz ihsân ile karşılık vereceğini belirtir.
Bazı sûfîler de, bu ilâhî ismin: “ibâdet ederek kendisine yönelen kullarına tevfîk ve hidâyetiyle muamele eden” anlamına geldiğini kaydederler.
a) “Yâ Berr” ism-i şerifini, zengin olmak isteyenler, hergün 202 defa okumaya devam etmelidir. Okumaya başladıktan sonra ilerleyen zamanda terkedilmesinde büyük tehlike vardır. Ölünceye kadar okunması gerekir.
b) Çocuk üzerine 7 defa “Yâ Berr” ism-i şerifinin okunması çocuğun korunmasına ve güzel ahlâklı olmasına vesiledir.
c) Felçli olan bir kimse, her gün 100 defa “Yâ Berr” ism-i şerifini okuduğu taktirde eski sıhhatine kavuşur.
(Prof. Dr. Metin Yurdagür, Âyet ve Hadislerde Esma-i Hüsna)
 
O, ihsanda bulunandır (iyilik yapandır). Her iyilik ve ihsanın ana kaynağı O olduğundan mutlak iyilik sahibi ancak ve ancak O’dur.
Bir Rivayet: Musa (a.s.), Rabbi (c.c.) ile konuştuğu zaman, arşa ilişmiş bir adam gördü ve sordu:
“Yarabbi, bu kul, bu mevkiye nasıl erişti?” Allah-u Teala izah buyurdu: “Bu kul, kullarıma verdiklerimden ötürü hiç kimseyi kıskanmadı. Üstelik anne babasına son derece iyilik yapardı.” İşte bu, kulun iyiliğidir. Yani kulun iyiliğine verilen bir misaldir.
El-Berr’in bir manası da çok itaatkâr demektir. “El-Berr”, Allah (c.c.)’ya yaklaştıran hayırlı amelleri ve itaati içine almaktadır. Ve razı olunan bütün fiil ve hasletleri ifade etmektedir.
Noksan sıfatlardan münezzeh olan merhamet sahibi, çok ihsanda bulunan Rabbimiz, mü’minlere, içlerinden bir peygamber gönderip, onlara ayetlerini okutması ve onları temizlemesi, onlara kitabı ve hikmeti öğrettirmesi yönüyle ayrıca ihsanda bulunmuştur. Allah (c.c.) mü’minleri ashab-ı yeminden kılarak onlara ihsanda bulundu. Zat-ı Bari, mü’min kullarının kalbine feyiz yoluyla salih amelleri telkin etti. Onların günahlarını affetti. Tevbelerini kabul edip, onları rızıklandırdı.
“Böylece Allah, onların geçmişte yaptıkları en kötü hareketleri bile örtecek ve yaptıklarının en güzeline denk olarak mükâfatlarını verecektir.”  (Zümer S, 35-39)
“Ya Berr” ism-i şerifini,  zengin olmak isteyenler, her gün 202 defa okumaya devam etmelidir. Okumaya başladıktan sonra ilerleyen zamanda terkedilmesinde büyük tehlike vardır. Ölünceye kadar okunması gerekir.
Çocuk üzerine 7 defa “Ya Berr” ism-i şerifinin okunması çocuğun korunmasına ve güzel ahlaklı olmasına vesiledir.
Felçli olan bir kimse, her gün 100 defa “Ya Berr” ism-i şerifini okuduğu taktirde eski sıhhatine kavuşur.
(İmam-ı Gazali, Esmaül Hüsna Şerhi S 168
Ali Osman TATLISU, Esmaül Hüsna Şerhi S 202, 203)
 
ET-TEVVAB (C.C.)
Kullarını tevbeye sevkeden, tevbeleri kabul eden, günahları bağışlayan anlamındadır. Kulun defalarca tevbe etmesi için imkanlar sağlayan şüphesiz ki O (c.c.)’dur!
“Allah (c.c.)’nun kulların tevbesini kabul edeceğini, sadakaları geri çevirmeyeceğini ve Allah’ın tevbeleri kabul eden ve merhamet eden olduğunu bilmiyorlar mı?” (Tevbe S, 9/104)
Kul Allah (c.c.)’nun razı olamıyacağı şekilde hayat sürerken Allah-u Teala, onun dikkat ve basireti önüne düşündürücü ve ibret verici hadiseler sevkeder. Allah (c.c.)’nun öyle kulları vardır ki, onların gönülleri kav gibi ufacık bir kıvılcımdan ateş alır. Öyle kulları da vardır ki, onların gönülleri taş kesilmiştir. Soğuk mermerler üstüne kıvılcım değil, kürekle ateş dökülse yine yanmaz. Birçok gönüller de demir gibidir, ateşi görünce biraz yumuşar, kısa bir zaman sonra yine eski halini alır. Onun için sık sık Kur’an’ın nasihatlarını dinlemeye ihtiyaç vardır. Her kim, dikkat çekici hadiselerden ibret alıp da Allah (c.c.)’ya karşı özür dilerse, Allah (c.c.) fazl-ı keremiyle onun özrünü ve tevbesini kabul eder, gazabından rahmet ve mağfiretine dönüverir.
Duha Namazı’ndan sonra 300 defa “Ya Tevvab” ism-i şerifini okumaya devam edenlerin tevbeleri kabul olunur.
Haksız yere zulme uğrayanı zulümden, zalimin elindenkurtarmak için 10 defa “Ya Tevvab” ism-i şerifi okunur.
Vakit namazlardan sonra 41 defa “Ya Tevvab, Ya Rahim” ism-i şeriflerini okuyan, geçim sıkıntısından kurtulur, rızkı bollaşır.
Kul, Allah (c.c.)’dan bir şey isteyerek tevbe ettiği zaman, Allah (c.c.) o kimsenin yönelişini kabul eder. Halis tevbe Allah (c.c.) ile buluşmadır. Kim Allah (c.c.)’ya kavuşmayı umarak Rabbine sığınırsa, salih amel işlesin, Rabbine kullukta kendisine hiçbir şeyi ortak koşmasın.
(İmam Gazali, Esmaül Hüsna Şerhi S 168,Ali Osman TATLISU, Esmaül Hüsna Şerhi S 204, 205)
 
EL-VELİ (C.C.)
Yardımcı ve dost, iyi kulların dostu manasına gelir. “El-Veli” dostları tarafından sevilen, onları günahlarından kaçındırmak suretiyle dostlarına yardım edendir. Bir manası da kullarının işleri üzerine Allah (c.c.) tekeffül edip özellikle onlara lütuf ve ihsanda bulunan demektir.
“Sizin veliniz ancak Allah Teala’dır. Ve O’nun peygamberidir ve iman etmiş olanlardır. O iman edenler ki namazı dosdoğru kılarlar ve zekatı verirler ve onlar rükuya varanlardır.” (Maide 55)
Allah-u Teala sevdiği kullarının dostudur. Onlara yardım eder, sıkıntıları, darlıkları kaldırır, ferahlık verir, hidayet eder, dünyada, ahirette iyi işlere muvaffak kılar. Her çeşit karanlıklardan kurtarır, gönüllerini nurlandırır, bu sayede o gönüller, hayatı bugünün dar çemberi içinde sıkışık görmezler.
Allah (c.c.) dostlarının kulakları da nurludur, gözleri de nurludur. İşittikleri, gördükleri her şeyden ibretler sezerler. Yüzleride nurludur; onları görenler Allah (c.c.)’yu hatırlarlar. Allah (c.c.) dostları, Allah (c.c.)’den başka dost tanımadıkları ve Allah (c.c.)’nun rızasına muhalefetten korkup korundukları ve Allah (c.c.)’den başka hiç kimseden korkuları veya bekledikleri olmadığı ve Allah (c.c.) da kendilerine dost olduğu için, artık onlara ne korku vardır, ne de hüzün. Onun için herkesin korktuğu zaman onlar korkmazlar, herkesin tasalandığı zaman onlar tasalanmazlar. Allah (c.c.)’nun vaadi böyledir. Allah (c.c.)’nun sözünü değiştirecek, hükümden düşürecek, mesela, Allah (c.c.)’nun korkma, mahzun olma dediğini korkutup mahzun edebilecek hiçbir hakim kuvvet bulunmayacağı gibi, Allah Teala’nın kendisi de asla vaadinden dönmez, sözünü yerine getirir.
Cuma günü 1000 defa “Ya Veli” ism-i şerifini okuyarak dua edenin duası kabul olur, işleri kolaylaşır. 47 defa “Ya Veli” ism-i şerifini okuyan her türlü afetten kurtulur.
Kula gereken, Allah (c.c.)’nun dostluğunu kazanmayaçalışmaktır. Allah (c.c.)’nun dostluğunu kazanan, başka dost aramaya muhtaç olmaz.
(Ali Osman Tatlısu, Esmaül Hüsna Şerhi, s. 155-156)
 
EL-MUHSİN (C.C.)
“İyilik eden, ihsanda bulunan”  Muhsin, iyilik yapan, iyilik sahibi, bağışta bulunan ve minnet etmeden veren, ihsanda bulunan anlamındadır.Allâh (c.c.)’un, kullarına ve bütün varlıklara ihsanı pek açıktır. Öyle ki, onları adeta ihsana, fazlına, cömertlik ve nimetlere boğmuştur.
Allâh (c.c.), kerem ve cömertlik sıfatları gereği insanı yoktan var ederek ona büyük ihsanda bulunmuştur. Allâh (c.c.), insanı yarattıktan sonra ona, diğer varlıklardan daha güzel bir biçimde şekil vermiştir. Allâh (c.c.)’un kuluna güzel bir biçim, uyumlu bir beden, açık ve etkileyici bir dil, her türlü çirkinlikten, organ eksikliğinden veya bir hastalığın etkisiyle oluşmuş kalıcı izlerden uzak sağlam bir bünye vermesi de birer ihsanıdır. Allâh (c.c.) bu nimet ve ihsanlarla kulunu mükemmelleştirir, hemcinsleri arasında onu yüceltip onurlandırır.
Bu ihsanı Kur’ân-ı Kerim’de şöyle haber verir:  “Allâh sizi şekillendirdi ve şeklinizi de en güzel yaptı.” (Tegâbun s. 3)
“Biz ona yolu gösterdik; (artık o,) ya şükreder ya da nankörlük yapar.” (İnsân s. 3)
“Size, şükredesiniz diye kulaklar, gözler ve gönüller(düşünen beyinler) verdi.” (Nahl s. 78)
Allahü Teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki: (O takvâ sâhipleri ki); bollukta ve darlıkta harcayıp yedirenler, öfkelerini yenenler, insanların kusurlarını bağışlayanlardır.
Allah muhsinleri sever. (Âl-i İmrân sûresi: 134)
Sana nasîhat şudur ki, dört huy ile huylan böylece muhsinler zümresinden (kısmından) olursun.

  1. Genişlikte (zenginlikte) zekât, darlıkta sadaka ver.
  2. Gazâb (öfke) zamânında gazâbını ve hırsını yen.
  3. Başkasının aybını görünce, onu açmayıp, kapatmaya çalış.
  4. Hizmetçiye, ehline (hanımına) evlâd ve akrabâya ihsân ederek onları hoş tut.

Muhsin ismi şerîfi kalplerin sergilenmesidir. Yirmi lokma ekmeğe, yirmişer kere okuyup dilediğine yedirse emrine musâhhar (itaatkar) olur.
Cuma gecesi 1000 kere okuyanların kıyâmette hesabı kolay olur.
(İmâm-ı Gazâlî, Ey Oğul Risalesi)
 
EL-MECÎD (C.C.)
“Allah (c.c)’nün rahmeti ve bereketleri sizin üzerinizdedir, ey ev halkı süphesiz O (c.c.), övülmeye layık olandır, Mecîd’dir.” (Hûd, 73.) Mecîd, mecd sıfatına sahip olan demektir. Mecd de büyüklük, genişlik, bolluk ve üstünlük ifade etmektedir. Allah(c.c.)’nün zatı en yücedir. Bütün fiilleri güzeldir. Zatın yüceliği ile fiillerinin güzelliği bir araya geldiğinde mecd ortaya çıkar. Allah (c.c)’ye ne güç yeter, ne de akıllar kemâliyle O’nun büyüklüğünü kavrayabilir. Yer  O’nun, gök O ’nundur. Ve bu ikisi arasında olan her şey de yine Allah (c.c.)’nündür. Göklerde ve yerde en yüksek şan da elbet O’nundur. O, şanına lâyık şekilde kullarını esirgiyor, bağışlıyor, her lâhza büyüklüğünü gösteriyor. O (c.c.)’nün mülkünde, O (c.c.)’nün nimetleriyle beslenip de, sonra Allah (c.c.)’ye isyan edenler nasipsiz insanlardır. Âlemde O ’na kul olanlar, O’nun rıza yollarında ömür nefeslerinin incilerini parlatanlar en bahtiyar kimselerdir. Onlara Rableri katında yüksek dereceler, ardı arkası kesilmeyen nimetler vardır ve âhirette vereceği nimetler ise aklın ve tasavvurun üstündedir.
Allah (c.c.)’nün günahları affetmesi, sürçmeleri bağışlaması, kötülükleri örtmesi ve kullarına yumuşak davranması bu isminin etkilerinden sadece bir kısmıdır. Allah (c.c.),hakkını alma ve cezalandırma gücüne sahip olduğu halde, cezanın miktarını ve günahın büyüklüğünü bildiği halde kullarını bağışlar. Allah (c.c.)’nün takdir ettiği ve gerçekleşmesini sağladığı her fiilde sayısız hikmetler ve sırlar vardır. Bu fiiller sayesinde kullar, Allah (c.c.)’nün isim ve sıfatlarını tanıyabilmekte, Allah’ı sevmekte, anmakta, şükretmekte, bu isim ve sıfatlarla O’na ibadet etmektedirler. Her ismin ilim, marifet ve hal olarak kendisine has bir ibadet türü vardır. İnsanlar arasında ibadetten en ileri olanlar, insanların bildikleri bu isim ve sıfatların tamamıyla Allah (c.c.)’ye ibadet edenlerdir.
(Kurtubi – Beyhaki – Es-Sa’di, Esmâü’l-Hüsnâ, 357-361.s.)
 
EL-VEKÎL (C.C.)
Vekîl, vekâlet verenin ihtiyaç duyduğu bütün şeyleri yapmaya yetkili kıldığı kimsedir. Bu yüzdendir ki insanlar vekâlet olarak, ihtiyaç duyduğu mahsus ve makûl bütün işleri gerçek ve bağımsız tek vekîl olan Allah (c.c.)’ye havale etmektedirler. İnsanı ilgilendiren bütün işlerde Allah (c.c.)’ye güvenip dayanmalı, O (c.c.)’ye sığınmalı ve yalnız O (c.c.)’den yardım dilemeliyiz. Zira inananlar, inanmayanlar, iyiler, kötüler, kuşlar, vahşi ve evcil hayvanlar, her ihtiyaç sahibi Allah (c.c.)’ye güvenip dayanır. Yalnız O (c.c.)’ye tevekkül ederler. Allah (c.c.)’nün özel ve seçkin dostları, imanla, dinine yardım etmekle, sözünü yüceltmekle, düşmanlarına karşı cihad etmekle, O (c.c.)’yü sevmekle ve emirlerine uygulamakla Allah (c.c.)’ye tevekkül ederler.
Buhârî’nin naklettiğine göre İbn Abbas: “Hz.İbrahim (r.a.) ateşe atıldığı zaman ‘Hasbünallahü ve ni’me’l-vekîl’ (Allah (c.c.) bize yeter. O (c.c.) ne güzel Vekîl’dir.)” sözünü söylediğini bizlere bildirmiştir.
Buna göre vekîl, koruyan, himaye eden, kefil olan, adaletli davranan ve yeterli olan anlamlarına da gelmektedir. Vekîl olan Allah (c.c.), pek zengindir. Kul, kalbini işlerden uzak tutmalı, bütün işleri Allah (c.c.)’ye havale etmeli, bu işlerin sıkıntı ve zorluklarıyla kalbini meşgul etmemelidir. Yinede kul bütün bu sıkıntı ve zorluklara rağmen Allah (c.c.)’den çok isteklerde bulunmamalı ve O (c.c.)’nün verdiklerine razı olup sabretmelidirler. Zaten eğer insanlar, kendi üzerlerine düşen bütün vazifeleri yaptıktan sonra, Allah (c.c.)’ye tevekkül edip işlerini O (c.c.)’ye ısmarlarlarsa mutlaka muradlarına nâil olurlar. Şunu da unutmamak lâzımdır ki sırt üstü yatıp ben işimi Allah (c.c.)’ye havale ettim diyenler her saadetten mahrum kalırlar. Meselâ şu var ki: Çalıştık, toprağa tohum ektik, mutlaka başak toplayacağız, o iş ister istemez olacak dememeli, tesiri Yüce Allah (c.c.)’den beklemeliyiz. Bu sebepler birer vasıta hükmünde olup, bütün tesir yine Allah (c.c.)’nün elindedir.
(Kurtubi – Beyhaki – Es-Sa’di -Esmâü’l-Hüsnâ, 430-435.s.)
 
EL-HAKK (C.C.)
Hakk, inkârı mümkün olmayan, ispat edilmesine gerek duyulmayan, varlığı kabul edilendir. Allah (c.c.), ezelî ve ebedîdir. Kâinatta olan ve akıp duran hadîseler ise hep Allah (c.c.)’nün yaratmasıyla vücut bulmaktadır. Şu anda âlemde neler varsa O (c.c.)’nün kudretinin eseridir.
Bundan sonra neler yaratılacaksa yine O (c.c.)’nün var etmesiyle meydana gelecektir. Hakiki mânâda var olan yalnız Allah (c.c.)’dür. Bizim var gibi gördüğümüz her şey yarın yok olacaktır. Göklerde olanlar da O (c.c.)’ye muhtaçtır, yerde olanlar da. Allah (c.c.)’den başka her şey yokluğa mahkûmdur. Her şey değişir, yıkılır, helâk olur. Her şeyin dizgini sadece Allah (c.c.)’nün kudret elindedir. Benim kurduğum düzeni kimse yıkamaz, benim saltanatım her şeyin üstünde gibi sözler söyleyen zalimler, ecelin bir temizlik süpürgesiyle bu dünyadan süpürülüp atılmışlardır. Tek ve değişmeyen Hak O (c.c.)’dür.
Yüce Allah (c.c.) Kur’ân-ı Kerim’de: “Biz gökyüzünü, yeryüzünü ve ikisi arasında bulunan şeyleri boşuna yaratmadık. Bu, küfredenlerin zannıdır. Vay ateşe uğrayacak o inkârcıların hâline!” buyurmuşlardır.
Lâ ilâhe illallâh melikü’l hakku’l mübîn  zikri günde yüz defa söylenirse zenginliğe vesile olur.
De ki: “ Hak geldi ve bâtıl yok oldu gitti. Gerçekten bâtıl daima yokluğa mahkûm bulunmaktadır.” (İsra s. 81)
Nebi (s.a.v.)’in Dilinden Dua:  “Allahümme erinel hakka hakkan ve’rzuknâ ittibâ’ah ve erinel bâtılabâtılan verzuknâ ictinâbeh” Yani, “Ya Rabbi! Doğruyu bize doğru olarak göster ve ona uymayı bize nasip et ve yanlış, bozuk olan şeylerin yanlış olduklarını bize göster ve onlardan sakınmamızı nasip et! (İnsanların en üstünü hürmetine bu duamızı kabul buyur!)”
(Kurtubi – Beyhaki – Es-Sa’di  Esmâü’l-Hüsnâ, 110-115.s.)
 
EL-BÂ’İS (C.C.)
Bâ’is ismi daha çok ruh vermek (diriltmek) anlamına gelmektedir. Hiç şüphesiz Allah (c.c.), kıyamet günü bütün ölülere yeniden hayat verecek kabirlerde olanları diriltecek ve onları yaptıklarından sorguya çekecektir. İnsanı hiç yokken hayat sahasına getiren Allah (c.c.), öldükten, toz toprak olduktan sonra tekrar diriltmeye elbette kâdirdir.
Bütün insanları kabirlerinden kaldırıp Mahşer yerine sevk edecek ancak O (c.c.)’dür. Ölüm ırmağı ile ahiret denizine akanlar, “Sûr” borusu öttürülünce mezarlarından dışarı fırlayıvereceklerdir. Hem, dünyaya geldikleri gibi, bölük bölük, teker teker ve birbirlerinden doğup türeme ile değil, ilk insandan son insana kadar dünyaya ne kadar Âdemoğlu gelmişse hepsi birden emirle kabirlerinden Arasat meydanına çıkarılıvereceklerdir. İşte o müthiş gün, Kur’ân-ı Kerim’de de çok zikredilen kıyamet günüdür. Meselâ: Bir kimse yansa, kül olsa, ondan zerre kalmasa veya canavar yese, vücudundan yine bir şey mevcut olmasa, tozu, dumanı ve ona ait bir kıl kadar eser bulunmasa da yine Yüce Allah (c.c.) onu diriltip mahşer meclisine getirecektir.
Bir rivâyete göre Ubey b. Halef isimli müşrik Resûlûllah (s.a.v.) Efendimiz’in mübârek huzuruna bir çürümüş kemik ile geldi, onu eliyle ufalayarak: ”Allah (c.c.) bunu böyle çürüdükten sonra diriltir der misin?” diyerek Peygamberimiz (s.a.v.)’e bir soru yöneltti. Cevap olarak Resûlûllah (s.a.v.) Efendimiz de: “Evet, seni de diriltir ve ateşe kor!” buyurmuşlardır. Yani Yüce Allah (c.c.) her yarattığını bütün incelikleriyle, her birinin toplanan ve dağılan bütün parçalarını, aslını ve dallarını, durumlarını, hallerini, niceliklerini, miktarlarını, her türlü hususiyetleriyle bilir. Her yaratmayı, maddeli maddesiz, âletli âletsiz, örnekli örneksiz, gerek ilkin gerekse sonra yaratmanın her çeşidini bilir. Düşünüp Allah (c.c.)’ye şükretmek gerek. Unutmayalım ki, bizi bir gözeten var!
(Âyet ve Hadîslerle Esmâü’l-Hüsnâ Şerhi, 202-205.s.)
 
EL-VEDÛD (C.C.)
Allâh (c.c.) peygamberleri, nebileri, dostlarını ve inanan kullarını sever anlamındadır.
Kur’ân-ı Kerimde Allâh (c.c.): “Îmân edenler ve sâlih amellerde bulunanlar ise, Rahmân olan Allâh (c.c.), onlar için bir sevgi kılacaktır.” buyurmuşlardır. Vedûd ismi aynı zamanda sevilmeyi hak eden anlamındadır. Allâh (c.c.), marifeti ile dostları tarafından, af ve merhameti ile günahkârlar, rızık vermesiyle de bütün canlılar tarafından sevilendir. Zaten varlıkları düşündüğümüz zaman Allâh (c.c.)’nün seven ve sevilen olduğu görülmektedir. Allâh (c.c.) sevgisi, her kulun kalbinde mutlaka bulunması ve her sevgiden önce gelmesi gerekir. O (c.c.)’nün sevgisi her sevgiden üstün gelmelidir. Sevilenin her isteği yerine getirilmeli ve O (c.c.)’ye bağlı kalınmalıdır. Allâh (c.c.) sevgisi amellerin özü ve ruhudur. Açık ve gizli bütün ibâdetler, Allâh (c.c.) sevgisinden kaynaklanmaktadır. Kulun Rabb’ini sevmesi, Allâh (c.c.) kuluna bir fazlı ve ihsanıdır. Kulun bu sevgide bir gücü, kudreti ve müdahalesi yoktur. Kulun kendisini sevmesini sağlayan ve sevgisini kulun kalbine yerleştiren Allâh (c.c.)’dür. Allâh (c.c.)’nün muvaffak kılması ile kul, kendisini sevince Allâh (c.c.) onu başka bir sevgi ile ödüllendirmiştir. İşte gerçek ve ihsan budur. Zira sebep de sebep olan da O (c.c.)’dür. Bu ödül, Allâh (c.c.)’nün kendisini seven kulunu sevmesidir. Kulun Rabb’inin sevgisini kazanacağı sebepler; Allâh (c.c.)’yü çokça zikretmek, daima O (c.c.)’ye hamd ve sena etmek, farz ve nafile ibâdetlerle O (c.c.)’ye yaklaşmaya çalışmak, bütün söz ve fiillerde samimiyeti ve içtenliği gerçekleştirmek, gizli ve açık hallerde Resûlûllâh (s.a.v.) Efendimiz’e tâbi olmaktır. Meâlen Kur’ân-ı Kerimde: “O (c.c.), çok bağışlayandır, çok sevendir.” buyrulmaktadır.
(Kurtubi – Beyhaki – Es-Sa’di Esmâü’l-Hüsnâ, s.426-429)
 
EŞ-ŞEHÎD (C.C.)
Şehîd, görünen ve görünmeyen her şeyi bilen ve gören anlamındadır.
Allah (c.c.)’ya görmediği, bilmediği, ilminin nüfuz etmediği bir şey mevcut değildir. İnsanların görmedikçe bilmeyecekleri bütün hadiseleri O (c.c.) kemâliyle bilir. Hatta ne zaman, nerede, kimin eliyle bir hadise vuku bulacaksa, onu da önceden bilir. Yine geçmiş vak’aları hep bilir. Hani çok kere “Allah (c.c.) her yerde hâzır ve nâzırdır” deriz ya, bunun mânâsı, her şeye ve her zerreye yakınlığı müsavidir, birdir demektir. İşte yakın olduğu için de yapılan hiçbir iş yoktur ki görmesin. Söylenen hiçbir söz yoktur ki işitmesin.
Yüce Allah (c.c.), en gizli şeyleri bile gözetlediğine ve her türlü sırları ve niyetleri görüp bildiğine göre aza ve organlarla işlenen açık ve aleni filleri bilmesi, bunları görüp gözetlemesi kolaydır. Her şeye şâhit olan Yüce Allah (c.c.), kendi birliğini, adaletini ve üstün sıfatlarını insanlara açıklamış ve bunların kanıtlarını bizlere bildirmiştir. Allah (c.c.), peygamber göndermekle insanların lehine veya aleyhine şahitlik yapacak delili ortaya koymuştur. Buna göre insanlar, istemedikleri şeylerin başlarına gelmesi nedeniyle Allah (c.c.)’yü (hâşâ) zalim olarak suçlayamazlar. Çünkü Allah (c.c.), kendilerine yararlı ve zararlı şeyleri öğreten, bunları yapma veya bırakma yollarını gösteren peygamberler göndermiştir. Bu yüzden kendisine yararlı olanı yapan ve zararlı olandan kaçınan kimseler Allah (c.c.)’ye hamd etmeli; aksini yapanlar da kendisinden başkasını kınamamalıdır. Artık inanmış bir insan bu halleri düşünür de kendisini günahın ve isyanın seline kaptırmaz. Allah (c.c.) benim her işime şâhid, beni her lâhza görmektedir der ve ayrılık kayasını aradan çıkarır, Allah (c.c.)’ye karşı sevgisi, muhabbeti, kulluğu bin kat daha artar…
İtaat etmeyen evlad veya hanımın alnından bir saç teli alınıp bin kere bu ism-i celîl okunsa ahlakının değişip ıslah olmasına vesile olur.
(Kurtubi – beyhaki – Es-Sa’di, Esmâü’l-Hüsnâ, s.244-249)
 
EL-HAMİD (c.c.)
“Hamd edilmeyi hak eden, hamda lâyık olan” Hamîd, övülmeyi gerektirecek sıfatlara ve sebeplere sahip olan ve hamd edilmeyi hak edendir. Hiç kimse O (c.c.)’a hamd etmese bile Allâh (c.c.), yine de hamda lâyık olandır.
Allâh (c.c.), zâtıyla övünen ve kendisini övendir. Mahmûd, hamd edenlerin kendisine hamd ettiği ve övdüğüdür. Hamd, tamamıyla Yüce Allâh’a aittir. Allâhü Teâlâ, bütün âlemlerin Rabb’i oluşuyla övünür ve yalnız kendisinin hamda lâyık olduğunu bize şöyle bildirir:
“Hamd, yalnız âlemlerin Rabb’i olan Allâh’a aittir.” (Fâtihâ 2) Allâh (c.c.), kitapları indirmekle övünür ve şöyle buyurur:
“Hamd, Kitabı kulu üzerine indiren ve onda hiçbir çarpıklık kılmayan Allâh’a aittir.” (Kehf s. 1)
Hamd, övmeyi ve hamd edileni sevmeyi gerektirir.Hamdedilenin eksiksiz ve üstün sıfatlara sahip olması, insanlara ihsanda bulunması O (c.c.)’a hamd etmeyi gerektiren nedenlerdir. Bu sıfatlar ne kadar çok ve mükemmel olursa, gösterilecek sevgi ve övgü de o kadar çok ve büyük olur. Allâhü Teâlâ, hiçbir yönden hiçbir eksiği bulunmayan mutlak kemâl sahibidir. Bütün iyilikler ve ihsanlar O (c.c.)’ndan gelir ve yine O (c.c.)’a döner. Bu yüzden O (c.c.), her yönden hamd edilmeye, sevilmeye ve övülmeye lâyıktır.
Kullardan “Hamid” o kişidir ki, inançları, ahlâk ve amellerinden ötürü herkes tarafından övülür, işte Peygamber (s.a.v.), ona yakın olan peygamberler, veliler ve ilmi ile amil olan âlimler bu vasfa lâyık olanlardır. Herbiri, kendi inanç ve ameline göre övülür. Kullardan hiç kimse, kusurdan hali olmayacağından, övülecek huyları ne kadar çok olursa olsun yine de mutlak Hamid olamaz. Çünkü mutlak Hamid ancak ve ancak Allâh (c.c.)’dur!
Hamid (c.c.) ismi şerîfi günde 62 defa zikreden sıfat ahlâk ve fiillerinde övülen kimselerden olur. Konuşmalarında çok fena söz bulunan kimsenin, su içtiği kâseye yazılsa fena söz söylemekten kurtulur.
(İmam-ı Kurtubi, Esma’ül Hüsnâ Şerhi, c.1 s.131-132)
 
EL-VÂSİ (C.C.)
Allâh (c.c.)’nün El-Vâsi ismi: “Vallâhü vâsi’ün alîm, Ve Allâh (c.c.) Vâsi’dir, Alîmdir. Yani keremi ve ihsanı bol, ilmi de çoktur.” anlamına gelmektedir. Bir rivayete göreel-Halîmî: “Vâsi, bilgileri ve gücü çok geniş olan demektir. Öyle ki, hiçbir şey O’nu aciz bırakamaz ve hiçbir şey O’ndan gizli kalamaz. O’nun merhameti her şeyi kapsayacak genişliktedir.” buyurmuştur.
O’nun kudret ve rahmetinin genişliğini, tükenmezliğini, her zerreyi nasıl kuşatıverdiğini akıl ve idrakin kavramasına imkân yoktur. Her eşyada, her zerrede, her çiçekte, her yaprakta, kuşta, arıda, suda, havada, ateşte Allâh (c.c.)’nün yüce sıfatlarının izleri, nişanları bize delîl olarak kâfidir. Meselâ, insanın kendi vücudu başlı başına bir âlem, öyle etten, kemikten, kandan bir makine ki, her parçasının vazifesi başkadır. Gözümüz de et parçası, dilimiz de ama gel gör ki, dilimiz bir şey göremez, gözümüz de konuşmaya kâdir değildir. Bu küçük küçük et parçalarına bunca marifeti Allâh (c.c.) vermiştir.
Yine hiçbir insanın yüzü bir başka insanın yüzüne benzemez. Hâlbuki bütün insanlar, hep aynı maddeden ve aynı unsurdan yaratılmışlardır. Her varlıkta, her insanda, her zerrede “El-Vâsi” isminin tecellilerini ve izlerini görmek mümkündür.
Yine insanların birbirinden faydalanması, yardım görmesi, ilim öğrenmesi de Allâh (c.c.)’ün bir keremidir. Allâh (c.c.) bir kulunu zengin etmese, fakirlerin ihtiyacını kim görecekti? Bir kuluna ilim vermese, cahiller kimden ne öğreneceklerdi? Cömert ve kerim insanlar yaratmasaydı, yürek yaralarına kimler merhem sürecekti? Bu fazl u keremden dolayı Allâh (c.c.)’a şükretmek, hamd ü senâlarda bulunmak gerekmez mi? Yüce Allâh Vâsi’dir. Her şeyde hükmünü yürütür, her şeye gücü yeter, ilminden zerre bile gizlenemez.
(Âyet ve Hadislerle Esmâü’l-Hüsnâ Şerhi, 188-191.s.)
 
EL-RAKÎB (C.C.)
Rakîb, bilici ve koruyucu anlamındadır. Bir âyette Allâh (c.c.): “Allâh, her şeyi gözetleyip denetleyendir.” buyurulmuştur. Allâh (c.c.), iyilerin yaptıklarını da görür, zalimlerin zulmünü de. Her Müslüman, Yüce Allâh’ın kendisini ve bütün varlıkları gözetlediğini, onları murakabe ettiğini, bunun için herkese iki melek tayin ettiğini, bu meleklerin insanın her sözünü ve her fiilini yazıp kaydettiğini, Allâh (c.c.)’nün ahirette ceza veya mükâfatı bu murakabeye göre vereceğini bilmelidir.
Madem ki her lâhza Allâh (c.c.)’un murakabesi altındayız, her işimize, her hâlimize vâkıf, o zaman yanlış işler yapmamaya, nefsin ve hevânın ardınca gitmemeye gayret göstermeliyiz. Çünkü nefis durmadan kötülüğü emreder. Yüce Allâh ise bizim iyiliğimizi, cennetlere lâyık olmamızı ister.
Allâh (c.c.), sadece yaptığımız işleri görücü değil, gönlümüzde gizli olanı da, gözlerin ne maksatla baktığını da bilicidir. Hiçbir nefesimiz ve hiçbir hareketimiz O (c.c.)’den gizli kalmaz. Anlatıldığına göre İbn Ömer (r.a.), koyun gütmekte olan köle bir gencin yanına gelerek: “Bana bir koyun sat.” buyurur. Köle genç, İbn Ömer (r.a.)’a cevaben: ”Bu koyunlar benim değil.” deyince İbn Ömer (r.a.) köle gence: “Onu kurt yedi dersin.” der ve köle genç: “Peki Allâh (c.c.) nerede?” diye cevap verir.
Bunun üzerine İbn Ömer (r.a.), bu genç köleyi ve koyunları sahibinden satın alır. Sonra da genci azad eder ve koyunları ona bağışlar. Kalbini gözetim altında tutan kimse, nefes alış verişinin bile Allâh (c.c.) için olmasına dikkat eder. Bir an bile O (c.c.)’e itaatten geri durmaz.
Nasıl böyle yapmasın ki? Çünkü Allâh (c.c.)’un küçük büyük her şeyde kendisini sorguya çekeceğini bilir.
(Kurtubi – Beyhaki – Es-Sa’di, Esmâü’l-Hüsnâ, 204-208.s.)
 
EL-KERÎM (C.C.)
Allah (c.c.), vaad ettiği zaman sözünü yerine getiren, verdiği zaman son derece çok veren, ne kadar verdiğine ve kime verdiğine aldırmayandır.
Yine O başkasına muhtaç olduğunu söylediğinde razı olmaz. Başkasına boyun eğdiğinde hoşlanmaz. Kendisine sığınan ve gönül vereni boş çevirmez, râhmetine gark eder. İşte bu vasıfarı kendisinde toplayan, mutlak Kerim olan ancak Allâh (c.c.)’dur.
Allâhü Teâlâ, müminlerin kavuşacakları saadeti şöyle beyan ediyor: “Lehüm derecâtün inde rabbihim” Onlar için Râbleri katında yüksek yüksek dereceler “ve mağfiretün” ve büyük bir mağfiret “Ve rizkun kerîm” ve kerim bir rızık vardır. Öyle kerim bir rızık ki, sayısı ve süresi tükenmez, ardı arkası kesilmez, derdi belâsı olmaz, sırf hayır ve sırf nimet olan bir rızık vardır ki iman ile güzel amelin asıl ecri işte bunlardır.
Allâh (c.c.) bazı kulları hakkında keremiyle muamele ederken, bazı kulları hakkında da intikamıyla muamele buyurur. Fakat hiç kimseye zerrece haksızlık etmez. O (c.c.) Kerîm’dir, intikam almaya gücü yeterken affeder, hiçbir iyiliği karşılıksız bırakmaz. Vaad edince sözünü muhakkak yerine getirir.
Bu huylarla kul da süslenebilir ama, biraz uğraşmak ve çalışmakla.. Lâkin Kerîm-i Mutlak’a nispetle o, hiç mesabesinde olur tabiî…
Evet kul da bazı fedakarlıklar yaparak bu vasıfla vasıflanabilir. Nitekim Allâh’ın Resûlü (s.a.v.) bir hadislerinde bunu bize şöylece izah etmişlerdir:
“Üzüm ağacına kerem demeyin, çünkü kerem, müslüman adam sıfatıdır.” Üzüme bu ismin verilmesi, ağacı güzel, meyvesi güzel, toplanması kolay, dikenlerden ve eziyet verici hususlardan arınmış olmasındandır.. Hurma ise böyle değildir, tabii…
(İmâm-ı Gazâlî, Esmâü’l Hüsnâ, 138.s.)
 
EL-KEBÎR (C.C.)
Kebîr, büyüklük sahibi demektir. Büyüklük, zâtın kemâle kavuşmasından ve varlığının mükemmel oluşundan ibarettir. Bu, yalnız Allâh (c.c.) için geçerlidir. O (c.c.)’ün varlığı ezeli ve ebedi (sonsuz) dur. O (c.c.)’ün (hâşâ) yok olması düşünülemez. Böyle bir şey O (c.c.)’ün hakkında mümkün değildir.
Bütün varlıkların varlığı, O (c.c.)’ün varlığından meydana gelir. O (c.c.)’ün varlığı ve zâtı, mükemmel ve eksiksiz olduğuna ve bütün varlıkların varlığı O (c.c.)’ün varlığından meydana geldiğine göre, O (c.c.), her varlıktan daha fazla büyüklüğü ve yüceliği hak edendir. Allâh (c.c.)’ün Kebîr ismi için El-Hattâbî der ki: “Kebîr, şanı büyük ve yüce olandır. O (c.c.)’ün dışındaki her büyük, O (c.c.)’ün büyüklüğünün altındadır ve küçüktür.
İnsanlar arasında Kebir (büyük), daha çok yaşı ileri olanlar için kullanılır. Kullardan büyük o kimsedir ki, âlim, muttakî olduğu gibi halkı da irşâd eder. Etrafa saçtığı ilmi ve feyizleri ile herkese örnek olur. Kullardan bu vasfa layık olanlar, olgun kimselerdir ki, bunlar ahlâk bakımından herkese örnek olurlar. Kimle otururlarsa ona maddi ve mânevi yönden faydaları dokunur ama dikkat etmek gerekir ki bir Kudsî hadîs-i şerîfte Allâh (c.c.): “Kibriya, benim ridâm, azâmet ise benim izârımdır. Kim benimle bu mevzûda münakaşaya kalkışırsa onu Cehennem’e atarım.” bu-
yurmuşlardır.
Müslümanlar hakkında teşvik edilen ve övülen şey ise, Allâh (c.c.)’ün dışındaki her şeyden yüz çevirmek ve yalnızca Allâh (c.c.)’ye yönelmektir. Müslüman bunları hiçbir karşılık beklemeden yapmalı, sevâb elde etmek veya cezadan kurtulmak için yapmamalıdır. Çünkü Allâh (c.c.)’ye ibadet etmek, bütün durumlarda Allâh (c.c.)’yü yüceltmeyi, büyüklüğüne içtenlikle saygı duymayı, âdî ve alçak olan bütün şeylerden uzak durmayı gerektirir.
(Kurtubi, Beyhâki, Es-Sâ’di, Esmâü’l Hüsnâ, 339-342.s.)
 
EL- ĞAFÛR (C.C.)
Ğafûr: Kullarının günâhlarını çok örten, onları cezalandırmayan ve bağışı bol olandır.
Cenâb-ı Hakk buyuruyor: “O, günâhı bağışlayan, tevbeyi kabul eden, azâbı çetin, lütûf sahibi Allâh’tandır ki; O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur, dönüş ancak O’nadır.” (Mü’min s. 3)
“Dikkat et! O, azizdir ve çok bağışlayandır.” (Zümer s. 5)
“Kullarıma, benim, çok bağışlayıcı ve pek esirgeyici olduğumu haber ver.” (Hicr s. 49)
Ebû Hüreyre (r.a.) anlatıyor. Hz. Peygamber’in şöyle dediğini işittim: “Bir kul günah işlediğinde: “Ya Rabbi! Bir günah işledim, beni bağışla” derse Rabbi:
“Demek kulum, günahları bağışlayan ve cezalandırmayan bir Rabbi olduğunu bildi? O halde kulumu bağışladım” der.
Sonra Allah’ın dilediği kadar bir süre geçer. Kul yine bir günah işler ve: “Rabbim! Bir günah daha işledim, beni bağışla” der. Rabbi yine:
“Demek kulum, günahları bağışlayan ve cezalandırmayan bir Rabbi olduğunu bildi? O halde kulumu bağışladım” der.
Sonra tekrar Allah’ın dilediği kadar bir süre geçer. Kul yine bir günah işler ve: “Rabb’im! Bir günah daha işledim, beni bağışla” der. Rabb’i üç defa:
“Demek kulum, günahları bağışlayan ve cezalandırmayan bir Rabbi olduğunu bildi? O halde kulumu bağışladım” der ve şöyle söyler: “Artık o, dilediğini işlesin”
“Kul, günâhını i’tirâf eder ve tevbe ederse, Allâh (c.c.) tevbesini kabul eder.” (Buhari)  “Açıktan günâh işleyenler dışında ümmetimin tamamı affedilir.”(Buhari)
“Kim bir müslümanın hata ve günâhlarını örterse, Allâh (c.c.) da dünyada ve âhirette o kimsenin hata ve günâhlarını örter.” (Müslim)
Tenbih: O (c.c.)’dan başka kulların günâhlarını bağışlayan kimse yoktur. İçtenlikle tevbe eden, sanki hiç günâh işlememiş gibidir. Kullar için zorunlu olan, bağışlaması pek geniş olan Allâh (c.c.)’dan günâhlarının bağışlamasını talep etmek ve hiçbir zaman ondan ümit kesmemektir.
(Kurtûbî. el-Esnâ fi Şerh-i Esmâi’llâhi’l-hüsnâ, 1.c.164.s.)
Her müslüman, bir günâh işlediğinde onu insanlardan gizlemeli  ve asla açığa vurmamalıdır. Günâhlarını yalnızca Allâh (c.c.)’ya itirâf etmeli ve ondan bağışlanma dilemelidir.
Bu ismi bilen her müslüman, kendi günâhlarını örtüp gizlediği gibi, başkalarının da günâhlarını örtüp gizlemeli ve açığa vurmamalıdır. Yüce Allâh’ın şu ayetini akıldan çıkarmamalıdır. “Allah’ın sizi bağışlamasını arzulamaz mısınız?Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. (Nûr s. 22)
Bu ismi celilin 1286 defa tilavetine devam edenin günâhlarını Cenâb-ı Hakk afv ve mağfiret buyurur. Kendisine karşı gazâb ve düşmanlık zarar ve tesir etmez.
(İmâm-ı Gazâlî, Esma’ül Hüsnâ Şerhi, s.233)
 
EL-BÂSİT (C.C.)
Bâsit:   Rûhları   bedenlere yerleştiren,  genişleten, açan ve bolluk veren anlamına gelir. Cenâb-ı Hakk buyuruyor ki:
“Eğer Allâh, kulları için rızkı (sınırsız) geniş tu-tup-yaysaydı, gerçekten yeryüzünde azarlardı. An­cak O, dilediği miktâr ile indirir. Çünkü O, kulların­dan haberi olandır, görendir.” (Şûrâ s. 27) el-Bâsit, dile­diği kullarının rızkını genişleten veyâ rûhlarını cesetlere yayan anlamına gelir.
Allâh, Kendisi’ne îmân eden, kalbden itaat eden kişi­lere dünyâda maddî ve ma‘nevî bolluk, genişlik verir. Onların önündeki zorlukları açar. Îmân edenler karşılaş­tıkları her türlü zorlukta, sıkıntıda ve hastalıkta yalnızca Allâh’a sığınırlar ve O’nu vekîl edinirler. Bunun bir karşı­lığı olarak Allâh inkar edenlerin işlerini zorlaştırırken, mü’minlerin işlerini kolaylaştırır.
O istediği kulundan, ihsân ettiği serveti evlâd, hayat zevkini, gönül ferâhlığını alıverir, istediği kuluna da yep­yeni bir hayat, neş’e ve rızık bolluğu verir. Rızık, fakir ve zengin herkese ulaştırılır. Allâh, rızkın insanlar arasında eşit olmamasında derin ibretler bulunduğunu da beyan buyurmuştur.
Bolluk ve genişliğin en büyüğü, Allâh’ın kalblere mer­hametini yaymasıdır.
Tenbîh: Kulun Bâsit ismini kendisine rehber edine­rek ihtiyâc içinde olan her insana hattâ canlıya iyilikte bulunması gerekir. Her müslümânın Allâh’tan başka rızıkları genişleten ve daraltan kimsenin olmadığına iç­tenlikle inanması gerekir. Kalbleri huzûra kavuşturan, dilleri ve diğer bütün organları kötülüklerden arındıran, sâhiblerini mutlu eden yine O’dur.
(Mehmed Nuri Şemseddin Nakşıbendî, Miftâhü’l Kulûb, Kalplerin Anahtarı)
 
 
EL-KÂBİD (C.C.)
Kâbid: Rûhları kabzeden, sıkan, daraltan, rızkı belli ölçülerde veren demektir.
Bütün canlılara hayat veren, ölüm anında varlıkların rûhlarını kabzeden O’dur. Maddi yönden fakirleştiren ve daraltan da, zengin edip genişleten de Allâh’dır. Zengin­ken fakir olanları, güçlü iken zayıf olanları, yüksek ma­kamlardan düşenleri, bilginken bunayanları gördüğü­müz gibi, fakirken zengin olanları, Mekke’de zayıf görül­düğü halde Mina’da güçlenenleri, Bilâl-i Habeşi (r.a.) gi­bi kâfirlerin kölesi iken mü’minlerin efendisi olanları, Hz. Yûsuf (a.s.) gibi hapishâneden Mısır’a sultân olanları, Ümmî iken Kıyâmet gününe kadar gelecek insanlara ilim öğreticisi ve âlemlere rahmet olan Hz. Muhammed (s.a.v.)’i yaratan O’dur.
Allâh, dilediği kişinin imkânlarını artırarak şükredip etmeyeceğini, dilediğinin de imkânlarını daraltarak nan­körlük edip etmeyeceğini dener. Dolayısıyla insanların sâhib olduğu veyâ olamadığı şeyler kendileri için bir ka­zanç değildir. Bunlar sadece geçici dünyâ hayatını mı gerçek yurt olan âhireti mi istediklerini denemek için Al­lâh’ın yarattığı imtihânlardır.
Eğer kişi bu gerçeğin farkına varmaz ve elindeki her-şeyi kendisinin zannedip cimrilik yapar, Allâh’ın dilediği şekilde harcamazsa o zaman Allâh elindeki imkânları daraltabilir. Tam aksi olarak elindeki herşeyin kendisine Allâh’ın rızâsını kazanacak şekilde kullanılması için ve­rildiğini bilen kişilerin de imkânlarını artırır, dünyâda da âhirette de onlara en güzeliyle karşılık verir.
Bir kimse “Yâ Kâbid” ismini kırk gün kırk lokma üze­rine yazıp yese o kimse açlık mihnetinden emîn olur (açlık çekmez).
(Mehmed Nuri Şemseddin Nakşıbendî, Miftahü’l Kulûb, Kalplerin Anahtarı)
 
ER-REZZÂK (C.C.)
Rezzâk: Rızık ihsân edici, tekrar tekrar, bol bol rızık veren demektir. Cenâb-ı Hakk buyuruyor ki: “Allâh, dilediğine hesâbsız rızık verir.” (Bakara s. 212)
“Kendi rızkını taşıyamayan nice canlı vardır ki onu ve sizi Allâh rızıklandırır…” (Ankebût s. 60)
Beslenerek yaşamaları için bütün canlıların rızıklarını ve­ren yalnız Allâhü Te‘âlâ’dır. O’ndan başka rızık veren yoktur. Eğer Allâh rızkı kulları için bolca yaysaydı, yeryüzünde taşkın­lık yapar ve azarlardı. Allâh kullarından dilediği kimsenin rızkı­nı genişletir ve dilediğini de kısar. Şüphesiz Allâh her şeyi hak­kıyla bilendir. Kulun, her istediğini taleb etmede helâl yollardan hareket ettikten sonra, Rabbine mürâcaat etmesi lâzımdır.
Kuluna karşı çok şefkatli ve merhametli olan Yüce Allâh, insanları, içinde sayılamayacak kadar çok ni‘metle dolu olan topraklarda yaşatır. Öyle ki insan toprağı ekip biçmeden bile toprak yemyeşil ürünler ve başaklar verir. İçinden sarı, kırmı­zı, yeşil, turuncu meyve ve sebzeler çıkar. Masmavi denizle­rin içi ise yine binlerce çeşit ve lezzette balıklarla doludur. Bü­tün bunların yanında Yüce Allâh, insanlara hem yerdeki hay­vanların etini, hem de gökteki kuşun etini yedirir, hayvanların içinden tertemiz süt çıkarır, arılara bal yaptırır…
Tenbîh: Kul, Allâh’tan başkasından rızık beklememeli, bu konuda O’ndan başkasına dayanıp güvenmemelidir. Her müslümân Allâh’tan başka rızık veren bir mutlak Rezzâk’ın ol­madığını bilmelidir. Eğer başkası, geçinmesi için rızık veriyor görünse de gerçekte o, kendisine verileni vermektedir. O hal­de sen de Allâh’ın sana rızık olarak verdiklerinden başkaları­na ver ki, Allâh sana daha fazlasını versin.
Muhtâç olduğun halde, aşırı düşkünlük göstererek rızık arama. Bil ki düşkünlükle rızık araman sana takdîr edilen rız­kını kesinlikle artırmaz. O halde kendini küçük düşürerek rızık aramaktan vazgeç, onurunu ve izzeti nefsini koru.
İnnâ’llâhe hüver-rezzâku zül-kuvvetil-metîn (Rızık duâsı)
(Her vakit namâzından sonra onbir (11) defa okunur.)
(Mehmed Nuri Şemseddin Nakşıbendî, Miftahü’l Kulûb, Kalplerin Anahtarı)
 
EL-VEHHÂB (C.C.)
Vehhâb: Karşılıksız veren, sonu gelmeyen bağışların sâ-hibi anlamına gelir. Cenâb-ı Hakk buyuruyor ki: “Yoksa, güçlü ve üstün olan, karşılıksız bağışlayan Rabbinin hazineleri onların yanında mıdır?” (Sâd s. 9)
Kullarına hiçbir karşılık gözetmeksizin tekrar tekrar ve çok çok bağışlarda bulunan Cenâb-ı Rabbü’l-Âlemîn’dir.
Bu isim Allâh (c.c.) hakkında, kapsamlı ve geniş bağışa; hiçbir karşılık beklemeksizin ve hiçbir amaç gütmeksizin zorlanmadan dâimâ vermek anlamına gelir. Oysa O’nun dışında bağışta bulunan herkesin dünyevî veyâ uhrevî, er veyâ geç bir amacı ve çıkarı vardır. Bu yüzden mutlak hîbe, yalnız Allâh için geçerli olup, bu sıfatın O’ndan başkası için kullanılması doğru değildir. Zîrâ hîbeler dünyâda ve âhirette hiçbir kesintiye uğramadan ve tükenmeden dâimâ Allâh’ın kullarına doğru akar. Allâh’tan gelen hîbeler, bu şekilde sonsuza dek artarak devâm eder. Vehhâb ismi Allâh’ın bütün fazlını, ihsânını, keremini, geniş mülkünü ve adâletini kapsar.
Her müslümân Yüce Allâh’ın gerçek hîbe ve bağış sâhibi olduğunu bilmeli, O’nun mutlak Vehhâb olduğuna inanmalıdır. Bu üstün niteliği kazanmaya çalışmalı, insanlara ve diğer varlıkara dünyevî veyâ uhrevî bir karşılık beklemeksizin hîbe ve bağışlarda bulunmalıdır.
Müslümânın kendisine vâcib olmayan, yalnız Allâh’ın rızâsını kazanmak için yaptığı hayırlar ve iyilikler hîbe sayılır.
Allâh’ın geçici olarak sana emânet ettiği şeylerde sakın cimrilik etme. Zîrâ O, sen verdikçe sana daha fazla vereceğini va‘d etmiştir. Cimrilik edip vermeyenin malını da yıkıma uğratacağını bildirmiştir.
Eğer Allâh sana, kişileri yüksek derecelere çıkaran önemli bilgiler ve ilimler vermişse sen de hiçbir karşılık beklemeksizin bu bilgi ve ilmi, ihtiyâç duyanlara öğretmelisin. Ancak gizli sırlar ve bilgileri ehli olmayanlara vermemeye dikkat etmelisin.
(Mehmed Nuri Şemseddin Nakşıbendî, Miftâhü’l Kulûb, Kalplerin Anahtarı)
 
EL-KAHHÂR (C.C.)
Kahhâr: İsyankârları kahreden, hiç bir şekilde mağlûb edile­meyen, üstün gelinemeyen demektir. Cenâb-ı Hakk buyuruyor ki:
“O, kulları üzerinde kahredici olandır. O, hüküm ve hik­met sâhibi olandır, haberdâr olandır.” (En’âm s. 18)
“…De ki: Allâh, her şeyin yaratıcısıdır ve O, tektir, kah­redici olandır.” (Rad s. 16)
Mülkün, üstünlüğün, güç ve kuvvetin tamâmı tek ve kahhâr olan Allâh’a âittir. O’nun dışındaki her şey, mağlûb ve yeniktir. Zâlim ve zorbaların belini kıran, isyankâr ve haddi aşanların bo­yunlarını büken, dünyâdaki emellerine kavuşmalarına mâni olan Allâh’tır. Varlıkların arzu ve istekleri dâhil O’nun dilemesi altındadır. Yüce Allâh buyuruyor ki:
“Allâh dilemedikçe siz dileyemezsiniz. Gerçekten Allâh, bilendir, hüküm ve hikmet sâhibidir” (İnsan s. 30)
Müslümân, gücü yettiğince Allâh düşmanlarını mağlûb et­meye ve onlara karşı üstünlük sağlamaya çalışmalıdır.
Allâh’tan yüz çevirip başkasına dayanan mutlaka mağlûb olacak, şeytânın elinde birer oyuncak olacaklardır.
Allâh, insanlardan nasıl sıkıntıyı giderme gücüne ve onların kalblerine ferahlık vermeye kâdirse, onları büyük bir azâbla kahretmeye de kâdirdir. Kur’ân’da Allâh’ın Kendi Katından gön­derdiği azâblarla helâk olmuş kavimlerden örnekler verilir. Bu insanlar hak dînden yüz çevirdikleri ve Allâh’a baş kaldırdıkları için sabah vakti, hiç şuûrunda değillerken, üzerlerinde dolaşan büyük bir felâketle yok edilmişlerdir. Allâh inkâr eden toplulukla­rın üzerine evlerini yerinden söken kasırgalar göndermiş, üzer­lerine balçıktan taşlar yağdırmıştır. Uyardığı insanların üzerine onların içinde oturdukları şehirleri yerle bir eden sağanaklar isâ-bet ettirmiştir. Toprağın altını üstüne getiren depremleri üstleri­ne göndermiş, tek bir çığlıkla hepsini yerin dibine geçirmiştir.
Bütün bu sayılanlar Allâh’ın dünyâ hayatında insanlara tat­tırdığı acılardır. Ve onları yaptıklarından dolayı dünyâda yaşar­ken kahretmesidir. Ama asıl olan, insanın cehennemde görül­memiş bir azâbla kahredilmesidir.
(Rauf Pehlivan, Yüce Allâh (c.c.)’ün Güzel İsimleri Esmâü’l Hüsnâ)
 
El-BÂRİ (C.C.)
Bâri: Yaratan, kusûrsuzca var eden demektir. Cenâb-ı Hakk buyuruyor ki:
“O Allâh ki, Yaratan’dır, kusûrsuzca var edendir, ‘şekil ve sûret’ verendir. En güzel isimler O’nundur. Göklerde ve yerde olanların tümü O’nu tesbîh et­mektedir. O, Azîz, Hakîmdir.” (Haşrs. 24)
Yaşadığımız evren ile ilgili herşeyde bir denge ve ahenk vardır. Özellikle bilim alanında yeni gelişmeler kaydedilip bugüne kadar bilinmeyen pek çok detay or­taya çıktıkça, bu denge ve ahenk daha da netleşmek­tedir. Görünen odur ki, kâinat üzerinde var olan her sis­tem üstün bir aklın tasarımıdır. Bu üstün aklın sâhibi, herşeyi hayranlık uyandırıcı bir düzen içinde vâr etmiş­tir. Kâinattaki her cisim, yeryüzünde yaşayan milyarlar­ca canlı müthiş bir ahenk içinde varlıklarını sürdürürler. Doğadaki düzen hiçbir şekilde bozulmaz ve binlerce yıldır son derece istikrârlı bir şekilde devâm etmektedir.
Bâri’dir. Yani öyle temiz yaratıcı ki yarattıklarını te­miz ve sağlam bir nizam üzere seçip düzenleyerek ve tamâmlayarak birbirinden farklı özelliklerle yaratır.
Râzi der ki: “Bâri ismi, yaratan ve îcâd eden gibi ol­makla beraber cisimlerin yaratılması ma‘nâsını da ifâ­de eder. Onun için halka “berriyye” denilir de, renk ve tad gibi başka bir cevherle meydâna gelen husûslara denilmez.”
“Allâh’ın yarattığı şeylerin şerrinden O’nun kelimele­rinin hepsine sığınırım.” gibi bazı duâlarda zikredilen “halaka”, “zeree” ve “beree” fiillerine nazaran “bâri” is­mi yaratılışın tekâmül mertebelerindeki îcâdları ifâde eder.
(Mehmed Nuri Şemseddin Nakşıbendî, Miftahü’l Kulûb, Kalplerin Anahtarı)
 
EL-HÂLİK (C.C.)
Hâlik: Yaratıcı demektir: “Ey insanlar, Allâh’ın üzerinizdeki ni‘metini anın. Gökten ve yerden sizi rızıklandıran Allâh’ın dı­şında bir başka Yaratıcı var mı? O’ndan başka ilâh yoktur. Öyleyse nasıl olur da çevriliyorsunuz?” (Fâtır s. 3)
İşte Rabbiniz olan Allâh budur. “O’ndan başka ilâh yoktur. Herşeyin Yaratıcısı’dır, öyleyse O’na kulluk edin. O, herşeyin üs­tünde bir vekîldir.” Allâhü Te‘âlâ her şeyin Hâlikidir ve bu O’nun subûtîsıfatlarındandır. O’ndan başkası için bu sıfat kullanılamaz. Yaratma, örneksiz var etmektir. Allâhü Te‘âlâ yaratan, O’nun dı­şında her şey yaratılandır. Her şey O’nun emrinde ve hizmetin­dedir. O’ndan başka bir yaratıcı yoktur. Bütün her şey, gökler, yer, ikisi arasında ve içinde bulunanlar ve bunların hareketleri, kımıltıları, rızıkları, ecelleri, sözleri, ve fiilleri yaratılmıştır. Bunların tek yaratıcısı Yüce Allâh’tır. Bütün varlıklar sonradan yaratılmış ve yoktan vâr edilmiştir. Her şey O’ndan başladı ve yine O’nda son bulacaktır.
Yaratıklara nisbet edilen hiçbir sanat, Allâhü Te‘âlâ’nın takdîr buyurduğu keşf ve icâd mâhiyetinden ileri geçemez. Çünkü mah­lûk, fiilerinin ayrıntısını takdîr edemez ve bir atom bile yapamaz. Böyle bir yaratma sonsuz ilim ve kudrete bağlıdır. Mahlûk ise bundan ancak sınırlı kısmını elde edebilir. Herşeyi tam anlamıy­la takdîr ve icâd ederek yaratan ancak Allâhü Te‘âlâ’dır.
Allâh’ın gücünün benzersizliği ve herşeyi hâkimiyeti altında tuttuğu âyetlerde şöyle haber verilir: “Gökleri ve yeri bir örnek edinmeksizin yaratandır. O’nun nasıl bir çocuğu olabilir? O’nun bir eşi (zevcesi) yoktur. O, herşeyi yaratmıştır. O, herşeyi bilendir.” (Enam s. 101)
De ki: “Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?” De ki: “Allâh’tır.” De ki: “Öyleyse, O’nu bırakıp kendilerine bile yarar da, zarar da sağlamaya güç yetiremeyen birtakım velîler mi (tanrılar mı) edindiniz?” De ki: “Hiç görmeyen (a‘ma) ile gören (basîret sâhibi) eşit olabilir mi? Veyâ karanlıklarla nûr eşit olabilir mi?” Yoksa Allâh’a, O’nun yaratması gibi yaratan ortaklar buldular da, bu yaratma, kendilerince birbirine mi benzeşti? De ki: “Allâh, herşeyin yaratıcısıdır ve O, tektir, kahredici olandır.” (Rad s. 16)
(Mehmed Nuri Şemseddin Nakşıbendî, Miftahü’l Kulûb, Kalplerin Anahtarı)
 
EL-AZİZ
 
Yüce Allah şöyle buyurmaktad ır: “O, üstün ve güçlü  olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.” (ibrahim s. 4)
el-Aziz,  mağlup  edilemeyen güçlü  demektir,  izzet,  galibiyet, kuvvet,  yücelik  gibi  anlamlara da gelir. Buna  göre  Aziz;  gücüne erişilemeyen, güçlülükte eşi ve benzeri olmayandır.
Aziz  dilediğine karar veren ve uygulayandır.  O,  izzetinin  eksiksiz  ve  mükemmel  oluşuyla  kullarına  hükmeden  ve  bu  hükmü onlar  üzerinde icra  edendir. Allah kullar ın kalblerini ve iradelerini dilediği yöne çevirendir. Bu, O’nun üstünlük ve izzetinin mükemmel oluşunu gösterir.  Zîrâ  Allah’tan  başka  hiç  kimsenin böyle bir  şey yapmaya gücü yetmez.
İstenilen neticelere kavuşmak için el-Azîz ism-i Şerifi varlıklı ve yetkili  kimselerin  huzurunda  çok  çok  zikretmelidir. Mülkünün ve saltanatının devamlı olmasını, devamlı zengin kalmayı ve bunların elden gitmesini önlemek isteyen mülk ve servet sâhibleri bu ismi bol bol zikretmelidirler. el-Azîz ism-i Şerifini kırk gün boyunca sabahları doksan  dört  kere  okumak  borçlardan kurtulmayı  sağlar ve izzet sahibi olmaya sebeb olur.
(İmâm-, Gazali, Esmâü’l-Hüsnâ, 78-SO.s)
 
Azîz: Üstün, kuvvetli, güçlü, şerefli, mağlup edilmesi mümkün olmayan, galip olan demektir.
Cenâb-ı Hakk buyuruyor:
“..O, üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.”
Kur’ân-ı Kerîm’de doksan bir yerde geçmektedir. Fakat hiçbir yerde tek başına zikredilmemiş; dâimâ Esmâü’l Hüsnâ’dan diğer bir isimle beraber vârid olmuştur.
Allâhü Te‘âlânın “Azîz” sıfatı, O’nun hiçbir zaman mağlup edilemeyeceğini, her zaman galip olanın Kendisi olduğunu ifâde eder. Allâh kâinatta mutlak kuvvet sahibidir ve O’ndan üstün hiçbir güç yoktur.
Kâinattaki tüm düzeni, insanların sırrını kavramaya güç yetiremedikleri veyâ yeni yeni keşfedebildikleri her türlü kanunu yaratan Allâh’tır. Bunun yanı sıra yeryüzünde bulunan her canlıyı yaratan da O’dur. Allâh’ın kâinatta kendini gösteren sonsuz gücü ve kudreti karşısında, yarattıklarının âcizliği ise apaçıktır. Yarattığı tüm varlıklar ancak O’nun emriyle hareket edebilmekte, yaşamlarını sürdürebilmekte, belirli bir düzen içinde var olabilmektedirler.
Kuşkusuz bu âcizlik yeryüzüne hâkim olduğunu zanneden insan için de geçerlidir. Bir insan ne kadar güçlü, zengin ve i‘tibar sâhibi olsa da, Allâh (c.c.) karşısında âcizdir, güçsüzdür. Ne malı, ne parası, ne de ona i‘tibar eden insânların sayısı, onu Allâh’ın azâbına karşı koruyamaz. Ancak Allâh’a teslim olan, O’nun emirlerine uygun yaşayan, rızâsını kazanmaya çalışanlar hâriç.
O hiçbir şekilde ve sûrette asla yenilgiye uğramayan, her şeye gücü yetendir.
O, haksızlık yapılamayacak kadar güçlüdür.
O en üstündür, en yücedir, şeref ve izzet sahibidir.
(Mehmed Nuri Şemseddin Nakşıbendî, Kalplerin Anahtarı)
 
ER-RAUF
Noksan sıfatlardan münezzeh olan Rabbim çok şefkatli, pek müşfik ve çok merhametlidir.  Fakiri sorumlu tutmadığını zengine sorumlu kılan, yolcudan almadığını yolcu olmayandan alan, zayıf ve çaresizlerin halinden dolayı fazlaları onlara hafifleten Allah’ın (cc) merhameti engindir.
Er-Raûf, sözlükte şefkat duyan demek olup, son derece merhametli manasında “Re’fat” kökünden gelmektedir. Allah (cc)’den olan şefkat, kötülüğü gidermektir. Allâhu Teâlâ büyüktür, zengindir, kudret eliyle yarattığı ve isterse bir lâhzada (çabucak) yok edebileceği mahlûkâtından hiç birine muhtaç değildir. Fakat Allah (cc)’ün bu gınâsı (bolluğu) mahlukâtına karşı re’fet (merhamet) ve rahmetine mâni değildir. Bilâkis re’fetinin büyüklüğüne delâlet etmektedir. Meselâ dünya yüzünde yaşayan hayvanların, o ağzı dili söylemeyen zavallıların halleri ne kadar acıklı görünür. Halbuki Allâhu Teâlâ kemâl-i re’fetinden onlara bir ilham, bir sevk-i tabiî ihsân buyurmuştur. Bu sebepten onlar yaşamalarını te’min edecek maddeleri bulurlar. Kendi nevi’lerinin muhafazası sebeplerini bilirler. Helaklerini mûcib olacak ifrat ve tefrîte kapılmazlar, bunlardan başka yuva kurmak, yavrularını gözetip yetiştirmek gibi daha nice işler yaparlar ki, bu esrar, hayvanât ilmiyle uğraşanları hayretten hayrete düşürür.
a) Sinirlendiği anda 10 defa “Yâ Rauf ism-i şerifini ve 10 defa salavât-ı şerife okuyanın hiddeti kaybolur, sevaba kavuşur.
b) Haksızlığa uğrayan bir kimsenin zalimin elinden kurtulması için 10 defa “Yâ Rauf’’ ism-i şerifi okunur.
c) Eşlerden biri haram işler ve diğerini de aynı haramı işlemeye zorlarsa, zorlanan eş, 286 defa ‘‘Ya Rauf’’ ism-i şerifini okuyup duâederse haram işleyen eş ıslah olur, o haramı terkeder.
(Ali Osman Tatlısu, Esma-ül Hüsna Şerhi)
 
EL MÜNTAKİM (C.C.)
“Zulüm etmeksizin intikam alan, asilerin belini kıran, canileri cezalandıran.” demektir.
“Bizi böylece gazaba davet ettiler; biz de onlardan intikam aldık,böylece onları toplu olarak suda boğduk.” (Zuhruf s. 55)
İlâhî intikamın ilk muhatapları, insanları şirk, küfür, dalâlet ve sefahat yoluna sürüklemek için çalışan din ve ahlâk düşmanlarıdır. Cenâb-ı Hak bunlardan bile intikamını hemen almaz ve onlara tövbe etmeleri için süre tanır. Yaşadıkları sürece, bütün bir kâinatı onlara da hizmet ettirir, onları rızıklandırır, besleyip büyütür.
Tövbe etmeyerek isyânında ısrar eden kimselerde, Müntakim ismini tecelli ettirir. Bu tecelli çoğu kez âhirete bırakılır. Zira intikam mahalli ve ceza beldesi orasıdır.
Bazen, insanlara ibret olmak üzere bu dünyada da bu ismin tecellileri görülür; Nuh ve Semud kavminin başına gelenler gibi. Bu ismin tecellisine mazhar olacak bir başka güruh ise zalimlerdir. Zalimler, kul hakkına tecavüz etmekle, kendilerinde bu ismin tecelli etmesini, bir bakıma istemiş olurlar. Bir mü’min, takva dairesinde yaşayarak bu ismin tecellisinden hassasiyetle kaçınmalıdır. Ne kendi nefsine, ne de diğer kullara zulüm etmemelidir. O masum organlarını ve duygularını isyân yolunda kullanan bir insan, onlara zulmettiğini düşünmeli ve kendisinden mutlaka intikam alınacağını bilerek korkmalı ve tövbe yoluna girmelidir.
a) Hakkına tecavüz edilen kimse, 630 defa “Yâ Müntakim” ism-i şerifini okuyup Allah’a şikâyetçi olursa Cenab-ı Hak, zalimden onun intikamım alır.
b) Günde 100 defa “Yâ Müntakim” ism-i şerifini okumaya devam eden,  düşmana galip gelir.
(Prof. Dr. Alaaddin Başar, Esma-i Hüsna, Allah’ın Güzel İsimleri)
 
ER RAHİM (C.C.)
Esirgeyen, bağışlayan, engin merhamet sahibi, dünyada kendisine inanıp emirlerine uygun bir şekilde yaşayanları âhirette ebedî nimetlerle mükâfatlandıracak olan.
Er-Rahmân’ın bütün varlıkları kapsayan rahmetinin sağladığı imkânları, O’nun rızasına uygun şekilde kullananlar, Allah’ın Er-Rahîm isminin ifade ettiği ilâhî rahmete de mazhar olabileceklerdir. İnsan dışındaki bütün varlıklar, ulûhiyyetin kendilerine bahşettiği imkânlardan sadece belirli sınırlar içinde yararlanabilirken, bu fıtrî nimetleri terakki ettirme, arttırma ve ebedileştirme imkânı, kendisine irade verilmek suretiyle, sadece insana bahşedilmiştir.
Er-Rahîm ism-i şerifi bulunmaz, tükenmez, sonu gelmez bir hazinedir ki, âhirette mü’minlere, takva ve verâ ehline akla ve hayâle gelmez nimetler sunacaktır.
Cihanın en cömert, en zengin insanları bir araya gelse, bütün servetlerini hayır yoluna dökse, beşerin eteğine ırmaklar gibi altınlar akıtsa, nihâyet bunların servetlerinin ve zenginliklerinin sonu gelecektir. Allâhu Teâlâ’nın rahmetinin yanında bu dünya dolu servet belki bir damla bile tutmayacaktır. Bir düşününüz ki, binlerce senedir hiç eksilmeden, bir lâhza ara vermeden Allah’ın rahmeti, mahlûkatı üzerine inmektedir. Ahiretteki rahmeti ise akılların alamayacağı kadar büyüktür… Gönülden, tam bir ihlâsla ömründe bir kere “Lâ ilahe illallah Muhammedün Resûlüllah” diyen bir kimse, günahı olsa bile  Allah’ın rahmetiyle Cennete dahil olacaktır. İşte bu, Er-Rahîm isminin bir tecellîsidir. Er – Rahim ism-i şerifini hergün 100 kere zikre devam eden kimsenin kalbi yumuşar, incelir. Şefkat sahibi olur.
(Prof. Dr. Metin Yurdagür, Âyet ve Hadislerde Esma-i Hüsna)
 
Cenâb-ı Hakk buyuruyor ki:
“O Rahmân’dır ve Rahim’dir.”
“O, öyle Allâh’tır ki, O’ndan başka ilâh yoktur. Görülmeyeni ve görüleni bilendir. O, esirgeyendir, bağışlayandır.”
“Rahmân ve Rahîm” isimleri aynı kökten türetilmiştir. Her ikisi de mübâlağa ifâde eder.
Rahîm sıfatının tecellîleri ise daha çok âhirette görülecek, Cenâb-ı Hakk’ın oradaki ikram ve ihsanları müminler için olacaktır.
Kur’ân-ı Kerîm’in 115 âyetinde büyük çoğunluğu çok bağışlayıcı anlamına gelen “ğafûr” sıfatı ile birlikte olmak üzere “rahîm” sıfatı kullanılmıştır. Bu da Cenâb-ı Hakk’ın ne kadar bağışlayıcı ve merhametli olduğunu gösterir. Dört âyette de “erhamü’r-rahimîn (merhametlilerin en merhametlisi)” tamlaması kullanılmıştır.
Kul gücü yettiği kadar muhtaç durumda olan kimselerin ihtiyacını karşılamalı, yanında ve memleketinde ihtiyacını karşılamadığı hiç bir fakir bırakmamalı. Muhtaçların ihtiyaçlarını ya para ile ya da nüfûzu ile veyahut hayra delâlet etmekle, daha olmazsa zengin ve söz sahibi olan kişilere başvurmak sûretiyle karşılamalıdır. Bu saydıklarımızdan âciz olursa, o zaman ona hayırlı duâlar yapmak sûretiyle onun hüzün ve kederini paylaşmalıdır.
Her kim bu “Yâ Rahîm” ismini her farz namazdan sonra yüz kere okursa gaflet ve unutkanlıktan, gönül pekliğinden emîn olur. Bir kimse de sabah namazından sonra “Yâ Rahîm” ismini yüz kere okursa bütün yaratılanlar o kimseye merhamet eder.
(Mehmed Nuri Şemseddin Nakşıbendî, Kalplerin Anahtarı)
 
EL- ŞEKUR
Bu, az ibadet karşılığında çok büyük dereceler veren, sayılı günlerde yapılan amel karşılığında ahiret âleminde sonsuz nimetler veren, demektir. Yapılan iyiliği, daha büyük bir iyilikle karşılayana “O, iyiliğe karşı teşekkür ederek kadrini bildi ve daha fazlasını yaptı.” derler. İyilik yapan kimseyi öven kişiye de, “bak filan adam ona teşekkür etti” derler.
Bu bakımdan (Şekûr) kelimesinin, iyiliği fazlasıyla karşılayan, manasına geldiğini söylediğimizde, buna Allâh’tan başka hiç kimsenin layık olmayacağını itiraf etmiş oluruz. Çünkü O’nun amellere karşı verdiği mükâfatların haddi hududu yoktur. Söyleyin bakalım, cennet nimetlerinin sonu var mıdır?!.
Allâh-ü Teâlâ buyuruyor: “Geçmiş günlerde takdim ettiğiniz (iyi ameller) in karşılığı olarak âfiyetle yiyin, için.” (Hâkka s. 24)
Senâ (övgü) kelimesinin manasına baktığımızda anlarız ki, her öven kimsenin senâsı başkasınadır. Rab Teâlâ kullarının amellerini övdüğü zaman, kendini övmüş olur. Çünkü onların amellerinin yaratanı O’dur.
Kul, bazen gördüğü bir iyiliğe karşı sadece teşekkür etmekle Şâkir (şükredici) olur. Bazen da gördüğü iyiliğe karşı daha fazla iyilik yapmakla (şâkir = şükredici) olur. Nasıl olursa olsun, bütün bunlar iyi huylardandır.
Allâh’ın Resûlü (s.a.v.) buyurmuşlardır : “İnsanlara teşekkür etmeyen Allâh (c.c.)’a da şükretmez!”
Allâh (c.c.)’a karşı şükretmesi mecâzi yöndendir. Çünkü O (c.c.)’a karşı ne kadar şükretse yine de tam şükretmiş olamaz. Zira nimet ve ihsanları sayısızdır. Allâh’a itaat etmek suretiyle şükretmeye kalkışsa yine de şükretmiş sayılamaz, zira itaat etmesi bile, Allah tarafından iken, dişine bahşedilen başka bir nimettir. Hatta şükür nimeti bile şükrü gerektiren bir nimettir.
Öyleyse Allâh’ın nimetlerine karşı yapılacak en iyi şükür: O nimetleri günah yollarında kullanmayıp, itaat yollarında kullanmaktır.
(İmâm-ı Gazâlî, Esmâü’l Hüsnâ, 124.s.)
 
EL-HAKÎM (C.C.)
Hakîm’in mânâsı: “Geniş ilmi olan, işlerin önünü ve sonunu bilen, her şeyi yerli yerine koyan, rahmeti olan hikmet sahibi.” demektir. Hikmet sahibi olmak faydalı ilim ve salih amel sahibi olmak demektir. İlim ve amel, asıl hedefe bağlı olması ve hedefe ulaştırması nedeniyle hikmet olarak adlandırılmıştır.
Hikmet, bir şeyi yapanın onu ne için yaptığıyla alâkalıdır.
O yüzdendir ki, Allâh (c.c.)’den daha hikmetli kimse olamaz. O (c.c.)’nün bütün işleri ve emirleri hikmetlidir. Bu hikmeti kabul etmeyen, Allâh (c.c.)’ye tam anlamıyla hamd edemez.
Gerek varlıkların yaratılışı, gerekse dinî emir ve yasaklar son derece sağlam ve mükemmeldirler. Bu yüzden Allâh (c.c.)’un hikmeti gereği, dinî hükümlerin ve emirlerin geçerli olduğu bir dünyaya gönderildik. Yüce Allâh (c.c.), Kur’ân-ı Kerim’inde:
“Bizim, sizi boş bir amaç uğruna yarattığımızıve sizin gerçekten bize döndürülüp getirilmeyeceğinizi mi sanmıştınız? Hak Melik olan Allâh (c.c.) pek yücedir.
Ondan başka ilâh yoktur; kerîm olan Arş’ın Rabb’idir.” buyurmuşlardır.
Her şeyde, mü’minler için iyilik, yarar ve merhamet vardır. Bu yüzden her varlık ve her insan birbirinden farklıdır.
Allâh (c.c.), nimet ve fazlının üzerinde göründüğü kimselerin kendisine şükretmesi için varlıkları böyle yaratmıştır. Çünkü nimet verilenler, bu nimetlerin başkalarına değil de kendilerine verilmesinin, kendilerine ayrı bir değer verildiğini ve ayrıcalık tanındığını gösteren işaretler olduğunu bilip anlayacak ve bu nimetleri verene içtenlikle şükredip hamd etmelidirler.
Eğer bütün insanlar nimet, sağlık ve esenlikte eşit olsalardı, nimet verilen kimse, bu nimetin değerini bilmez, savurganlık yapar ve onu veren Allâh (c.c.)’ye şükretmek için çaba harcamazdı. Bu yüzdendir ki, Allâh (c.c.), kulunun kendisine yalvarmasından, boyun eğmesinden, ihtiyaçlarını kendisine iletmesinden ve giderilmesini istemesinden dolayı hoşnut olmaktadır.
(Kurtubi – Beyhaki – Es-Sa’di, Esmâü’l-Hüsnâ, 122-130.s.)
 
EL-MUCÎB (C.C.)
Mucîb, “cavebe” kök fiilinden türeyen ism-i fail  olup, cevap veren anlamına gelir.
Bu yüzdendir ki Allâh (c.c.) isteyenlerin isteklerini, duâ edenlerin duâlarını kabul edendir. Herkesin teknesine hamuru o verir, herkesin dileklerini hiç eksiksiz yerine getirme kudreti ancak O (c.c.)’de vardır. Âlemde padişahtan köleye kadar herkesin Allâh (c.c.)’e ihtiyacı vardır. Kullarının gönüllerinde olanları bildiği gibi ihtiyaçlarını da bilir. İster ki kendisine yüz tutulsun, kendisinden dilekte bulunulsun. O (c.c.), dilerse kulunun arzusunu anında verir, dilerse bir zaman sonra verir, dilerse ahirete saklar, dilerse hiç vermez. Ama O (c.c.)’e gönül ellerini açıp da aşk ve vecd içinde duâ edenlerin mahrum edildiği görülmemiştir.
Âlemde öyle işler olur ki, onu ortadan kaldırmaya bütün insanlar bir araya gelse güç yetiremezler. O belânın kalkması ancak Allâh (c.c.)’un istemesiyle olur.
İşte böyle zamanlarda en günahkâr kimseler bile yüzlerini Allâh (c.c.)’ye dönüp duâ etseler Rahman, Rahîm, Mucîb, Kerîm, Aziz ve Celîl olan Allâh (c.c.) kullarına selâmet kapılarını açar, belâ çemberini yırtar atar ve hiç ummadıkları bir anda rahmetiyle kuşatıverir. Ayrıca duâ etmek de bir ibadettir. Ama dua yaptığı ve talepte bulunduğu istekler, kendisini Allâh (c.c.)’e yakınlaştıracak istekler olmalıdır. Tüm bunlara rağmen sonsuz rahmetin, nihayetsiz kudretin sahibi olan Allâh (c.c.)’den yüz çevirmek ne çok acı vericidir. Müslüman daima Allâh (c.c.)’e muhtaç olduğunun bilincinde olmalı ve yalnız O (c.c.)’e güvenip dayanmalıdır. O (c.c.)’un duâları işittiğini, başımıza gelen belâ ve musibetleri bildiğini, sıkıntı ve zorluklardan haberdar olduğunu unutmamalı ve ümitsizliğe kapılmamalıyız.
(Âyet ve Hadislerle Esmâü’l-Hüsnâ Şerhi, 187-188.s.)
 
EL-CELÎL (C.C.)
Celîl ismi, Kur’ân’da Zü’l-celâli ve’l-ikrâm olarak Rahmân sûresinde iki yerde geçmektedir. Zü’l-celâli ve’l- ikrâm, ululuk ve ikram sahibi demektir. Bütün üstün sıfatlar Allâh (c.c.)’da bulunur ve hiç kimse O’ndan üstün olamaz.
O (c.c.), öyle yücedir ki, en büyüktür. Zamanlarla ölçülemez, mekânlara sığmaz, vehimler ve tasavvurlar onu kavrayamaz ve hiçbir şey O’na denk olamaz. Allâh (c.c.)’nun ilmi büyük, kudreti büyük, rahmeti geniştir. Her şeyi, her zerreyi kudretiyle kuşatmıştır.
Gariplerin sığınacakları mercî O’dur. Günahkârların af ve mağfiret talebinde bulunacakları sultanlar sultanı da elbette O’dur. O’nun verdiğini kimse geri alamaz, mahrum ettiğine de yine hiç kimse bir şey veremez. Yalnız O’nun dilediği olur. O’nun fermanını değiştirecek, bozacak bir güç mevcut değildir. Emir ve fermanı her yerde, her zaman yürüyen, her varlığı her saniye kendi hükmüne râm olan (boyun eğen) yegâne sultan O’dur. Bütün yollar dönüp dolaşıp O’na gidecektir. Ve herkes yarın ektiğini biçecektir.
İnsanın yaşaması, ölmesi, cennete, cehenneme girmesi hep O’nun emri altındadır. Artık aldanmakta mânâ yoktur. Öyle bir sultanı bırakıp da zâlimleri dost edinenler başlarına gelecek felâketin dehşetini bilmiyorlardır. Allâh (c.c.)’ün bizlere iyilik yapıp ve bağışta bulunup, nimetler verdiği gibi biz de, başkalarına iyilik yapmalı ve bağışta bulunmalıyız. İnsanların yaptıkları hataları bağışlamalıyız.
Kötülükleri terk etmeyenleri, güzelce terk edip, kötülüklerini iyilikle başımızdan savmalıyız. Bizi kötüleyip sövenlere karşılık vermeyip, sabretmeliyiz. Birbirlerimize yaptığımız iyilikleri unutmamalıyız, çünkü Mevlâ (c.c.):
“Aranızdakiiyiliği unutmayınız.” buyurmaktadır.
Bizde Celîl ve Celâl olan Allâh (c.c.)’nun hoşnutluğunu kazanmak için böyle davranmalıyız.
(Kurtûbi, Beyhâki, Es-Sâ’di, Esmâü’l-Hüsnâ, 166-168.s.)
 
EL-MUSAVVİR (C.C.)
Musavvir: Tasvir eden, herşeye şekil ve sûret veren demektir.
Cenâb-ı Hakk buyuruyor ki:
“O Allâh ki, Yaratan’dır, kusûrsuzca vâr edendir, şekil ve sûret’ verendir. En güzel isimler O’nundur. Göklerde ve yerde olanların tümü O’nu tesbîh etmek­tedir. O, Azîz, Hakîmdir.” Dünyâ üstünde yüz binlerce farklı türde canlı yaşar. Bu türlerin hepsi birbirlerinden ta­mâmen farklı görünüşlere ve olağanüstü özelliklere sâ-hibdir.
Musavvir, bir şeyi dilediği zaman ona sadece: “Ol” der o da istediği şekil ve biçimde oluverir. “Yüce Allâh şöyle buyurmaktadır: “Dilediği bir sûrette seni tertîb etti.” Bu yüzden musavvir, yaratmak istediğini istediği şekil ve bi­çim üzere yaratandır.
Musavvir, organları birbiriyle uyumlu hâlde yaratan ve onlara dilediği biçimi veren anlamına da gelir. Allâh (c.c), insanı en güzel bir şekilde yarattığını bize şöyle haber verir: “Doğrusu, Biz insanı en güzel bir biçimde yarat­tık.” (Tîn Sûresi)
(İnsanlarının herbirinin sîmâları (yüzleri) ve vücûd yapıları birbirinden farklıdır. Parmak izlerinin de hiçbiri diğerinin aynısı değildir.)   (Hakk Dini Kuran Dili, Haşr Sûresi, 24)
Resûlullâh (s.a.v.)’den naklen Mu‘âz b. Cebel (r.a.) anlatıyor:
– “İnsan, kıyâmet günü şu dört şeyden sorulma­dıkça hiçbir yere adım atamaz:

  1. a) Ömrünü nerede tükettiği,
  2. b) Gençliğini nerede harcadığı,
  3. c) İlmi ile ne gibi amel işlediği,
  4. d) Malını nereden kazanıp nereye harcadığı.”

(Ebû Leys Semerkandî, Tenbihü’l Gâfilîn Bostânü’l-Ârifîn, 53-54.s.)
 
EL-MÜ’MİN (C.C.)
Mü’min: İnanan ve koruyan anlamına gelir.
Cenâb-ı Hakk buyuruyor ki:
“O Allâh ki, O’ndan başka İlâh yoktur. Meliktir; Kuddûstur; Selâm’dır; Mü’mindir; Müheymindir; Azîzdir; Cebbardır; Mütekebbirdir. Allâh, (müşriklerin) şirk koştuklarından çok Yücedir.” Allâh, kıyâmet günü azâb gören mü’minleri cehennemden çıkardıktan sonra onlara derki: “Mü’min benim, sizler de mü’minlersiniz. Allâh, sözünün doğru olduğunu ispatlayandır, mü’min kullarını îmânlarında yanıltmayan, onları doğru yola çıkarandır, kullarına va‘dinde sâdık olandır, insan kalbini şüphe ve tereddütlerden kurtararak îmâna kavuşturan, kalplere îmân bağışlayan; yaratıkların zulümden, mü’minleri azâbdan emîn kılan; onların şâhitliklerini kabul ve tasdik eden; taahüdlerini mutlaka yerine getirendir.”
İhlâsla “Yâ Mü’min” diyen bir müslüman bu isme devâm etse, küfürden, şirkten, yalandan, insan ve cin şerrinden emîn olur. Her türlü hastalıktan kurtulur.
(Rauf Pehlivan,Yüce Allâh (c.c.)’ün Güzel İsimleri, Esmâü’l-Hüsnâ)
“La ilâ illallâh benim kalemdir. Kim ki benim kaleme sığınırsa azâbımdan emîn olur!…”
Kâinatta, her türlü emniyet, selâmet sebeplere yapışılarak elde edilir. Bu sebepleri yaratan ve onlara tevessül edilmesini öğreten de yalnız ve yalnız Allâh’dır. Her bir şeyi yaratan, sonra da hidâyet veren işte O’dur. Hakk ve Mutlak Mü’min yine O’dur!..
İnsanlar içinde Mü’min ismine en çok lâyık olan onları kurtuluş yoluna irşâd ederek ve Allâh’ın yolunu göstererek O’nun azâbından emîn olmalarına sebep olan kişidir. Bu ise peygamberlerle âlimlerin işidir, işte bunun içindir ki:
Nebî (s.a.v.) şöyle buyurur:“Şüphesiz siz, kelebekler gibi ateşe düşeceksiniz. Ve, ben sizi tutup kurtaracağım!..”
(Huccetü’l İslâm İmâm-ı Gazâlî (rh.a.), Esmâü’l Hüsnâ Şerhi, 116.s.)
 
ES-SELÂM (C.C.)
Selâm: Bütün ayıplardan arınmış. Selâm sahibi‚ yani her çeşit ayıptan selâmette‚ her türlü âfetten berî demektir. Cenâb-ı Hakk buyuruyor ki:
“O Allâh ki, O’ndan başka ilâh yoktur. Melik’tir; Kuddûs’tur; Selâm’dır; Mü’min’dir; Müheymin’dir; Aziz’dir; Cebbar’dır; Mütekebbir’dir. Allâh, (müşriklerin) şirk koştuklarından çok yücedir.” (Haşr s. 23)
Selâmette olan, selâmette kılan. ‘Selâm’ kelimesi Kur’an-ı Kerîm’de 33 def‘â geçer ama bunlardan yalnız bir tanesi (Haşr s. 23) Allâh’ın ismi olarak geçmektedir
Resûlullâh (s.a.v.) buyuruyor ki: “Ey Allâhım! Sen Selâm’sın; Selâm yalnız Sendedir. Ey İkrâm ve Celâl Sâhibi olan! Sen ne Yücesin.”(Müslim)
Selâm ismi, Yüce Allâh’ın kemâlâtının tümünün isbatını ve noksan sıfatların tümünün O’ndan uzaklaştırmayı içermektedir.
“Sübhânallâhi ve’l-hamdu lillâhi” tesbîhi, Yüce Allâh’ın ulûhiyyette ve ta‘zimde tek olduğunu kapsamaktadır.
Ve aynı şekilde “Lâ ilâhe illallâhu vallâhu ekber” de ulûhiyyette ve ta‘zimde tek olduğunu kapsamaktadır.
Her doğan ölüyor, her yeşeren kuruyor, her yapılan yıkılıyor. Yaratılanların en değerlisi insan doğuyor, büyüyor, ihtiyarlıyor, hastalanıyor, acıkıyor, uyuyor ve ölüyor. ‘Selâm’ olan Rabbimiz bütün bunlardan sâlimdir. İslâm dînini indirerek selâmet yurdu olan Cennete da‘vet eden, bu dünyâda gönüller arasına köprü olan selâmı, nezâket kurallarını öğreten Rabbimiz mü’minleri Cehennem azâbından selâmette kılandır.
Allâh’ın Selâm sıfatı aynı zamanda Cennete kabul ettiği kullarına selâm vermesi anlamına da gelir. Kuşkusuz Allâh’ın selâmı mü’minler için olabilecek en büyük müjdedir.
(Mehmed Nuri Şemseddin Nakşibendî, Kalplerin Anahtarı)
 
EL-KUDDÛS (C.C.)
Her türlü kötülük ve eksiklikten uzak, temiz, kutsal, yüce ve saygın olan demektir. Cenâb-ı Hakk buyuruyor ki:
“Göklerde ve yerde olanların tümü, Melik; Kuddûs; Azîz; Hakîm olan Allâh’ı tesbîh eder.” (Cuma s. 1)
Allâh (c.c.) yeryüzünde, gökyüzünde, uzayın derinliklerinde, toprağın altında bulunan herşeyin, kısacası mikro ve makro âlemlerdeki herşeyin tek Yaratıcısı’dır. İnsanın gözünü çevirip etrafına baktığında görebildiği ve çıplak gözle göremediği her yerde bulunan düzen, kanunlar, istikrarlı gidişat tamâmen Allâh’a âittir. “Şüphesiz Allâh, gökleri ve yeri zevâl bulurlar diye (her an kudreti altında) tutuyor. Andolsun, eğer zevâl bulacak olurlarsa, Kendisi’nden sonra artık kimse onları tutamaz…” (Fatır s. 41) âyetiyle bildirildiği gibi var olan tüm sistemin düzenleyicisi ve koruyucusu O’dur. Allâh (c.c.)’ün son derece âciz olarak yarattığı insanlar hata yapar, unutur, yanılır, gaflete düşerler. Aynı zamanda hem bedenî, hem rûhî yönden son derece eksiklik ve acz içindedirler. Ömürleri boyunca bedenlerine bakmak, yaşayabilmek için ona sürekli ihtimam göstermek zorundadırlar. Bedenlerini biraz fazla çalıştırsalar, birkaç gün uykusuz, bir gün susuz bıraksalar son derece âciz bir duruma düşmüş olurlar. Ancak herşeyin Yaratıcısı ve ‘en güzel isimlerin sahibi’ olan Allâh (c.c.) elbette tüm eksikliklerden münezzehtir.
Müslüman daima Allâh’ı yüceltmeli ve O’nu her türlü noksanlıktan tenzih etmelidir. Sonra da bütün haramlardan, mekruhlardan, şüpheli şeylerden ve yararsız mubahlardan kendisini arındırıp temizlemeli ve Mevlâsına ibadet etmekle meşgûl olmalıdır. Kendisi için yararlı olan ilimleri öğrenmeye ve güzel ahlâkî davranışlar kazanmaya çalışmalıdır. Beden ve rûhu arındırmanın yolu, Allâh (c.c.)’ü tanımak ve yararlı ilimler öğrenip onunla amel etmektir.
(Mehmed Nuri Şemseddin Nakşıbendî, Kalplerin Anahtarı)
 
ER-RAHMÂN (C.C.)
Rahmân: Yarattığı bütün canlılara ni‘met veren.
Ezelde bütün yaratılmışlar hakkında hayır ve rahmet irâde buyuran, sevdiğini sevmediğini ayırdetmeyerek tekmîl mahlûkâtını sayısız ni‘metlere müstağrak kılan.
Cenâb-ı Hakk buyuruyor ki:
“Senden önce gönderdiğimiz elçilerimize (ümmetlerine) sor! Rahmân’dan başka tapılacak tanrılar emretmiş miyiz?”
Rızıkları, ihtiyaçları ve her türlü iyilikleri ihsân husûsunda rahmetini mahlûkâtından hiç esirgemeyen anlamında olan Rahmân, Rahîm isminden daha geniş kapsamlı bir ma‘nâ ifâde eder.
Rahmân, Yüce Allâh’ın hem ismi hem de sıfatıdır. Bu isim, Allâh lafzına bağlı olarak zikredildiğinde sıfat anlamındadır. Ancak Kur’ân’da bu şekilde değil, özel isim olarak kullanılmıştır. Bu isim sadece Allâhü Te‘âlâya has özel isimlerden olduğu için daha çok bir isme bağlı olarak değil; yalnız zikredilmesi hoş karşılanmıştır. Rahmân’ın bu şekilde kullanılması O’nun Rahmân sıfatına ters gelmez. Çünkü Allâh ismi de ulûhiyyet sıfatına delâlet ettiği halde hiç bir zaman başkasına âit bir sıfat olarak zikredilmemiştir.
Kur’ân’ın ilk âyeti olan Besmele’deki Rahmân ve Rahîm sıfatları arasındaki fark, Allâhü Te‘âlâ, dünyânın Rahmân’ı ve âhiretin Rahîmi’dir cümlesinde vecîz bir şekilde dile getirilmektedir. Rahmân vasfı gereği Cenâb-ı Hakk, dünyâda bütün canlılara, mü’min kafir ayırımı yapmaksızın bütün insanlara, şefkat ve merhametle davranmayı kendi nefsine farz kılmıştır.
Yüce Allâh bir kudsî hadîsde şöyle buyurmuştur: “Rahmetim gadabımı geçmiştir.”
(Rauf Pehlivan,Yüce Allâh’ın Güzel İsimleri Esmâ-ül Hüsna)