Öncelikle nereden gelip, nereye gittiğini bilmek ve kibrin gailelerini, tevâzunun fayda ve üstünlüğünün peygamberler, velîler, âlim ve salihlerin ahlâkından olduğunu anlamak ve Allâh (c.c.) katında övülmeye lâyık bulunduğunu tanımaktır.
Bu hususta kıyas, kul kendini yine kendine lâyık bir mertebede görmeli, daha aşağısına inmemeli, daha yukarısına da çıkmamalıdır. Zîra işlerin hayırlısı orta derecedir fakat nefis tabiatı itibariyle dâima yükseğe mütemayildir. İhtiyata en uygun olan, onu bulunduğu mertebeden az da olsa aşağı düşürmektir. Çünkü nefis bazen asıl mertebesini (örfen ve şer’an) bilmediği için kendini gaflet içinde yükseklere çıkarabilir ve esasen nefsin yükselmeye karşı bir sevgisi de vardır.
Bu belirttiğimiz husus tevâzû olarak da düşünülebilir. Ama kendini aşağı görmeye gelince; en uygun olanı, kendini bütün yaratıklardan aşağı görmektir. Selef-i sâlihînin de âdeti bu idi.
O halde içinde, “insan kendi nefsini nasıl fir’avun ve iblisten daha aşağı tasavvur edebilir?” düşüncesi belirmeye başlarsa, de ki: “Allâh (c.c.) onları yardım ve inayetinden mahrum edip sapıttırmıştır; bu yüzden düştükleri seviyeye düşmüşlerdir. Beni ise hidâyet, îman ve tâate muvaffak kılmıştır. Fakat Cenâb-ı Hakk bunun aksine yapmak istese, durum derhâl aksine döner. Onların yaptığından kendimi sakındırmam nefsimin kendisinden, onun himmetinden gelme değildir, belki Allâhü Teâlâ’nın inâyetiyledir. Allâh (c.c.) korusun, belki küfür üzere ölmem de muhtemeldir.”
Tevazunun fazileti hakkında, Ebû Dâvud, İbn-i Abbas (r.a)’den rivayetle, Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurduğunu nakleder: “Muhakkak ki Cenâb-ı Allâh tevazu etmemizle bize emretti. Tâ ki sizden herhangi biri diğerine karşı böbürlenmesin ve hiç kimse diğer kimseye karşı zulmü tuğyanda bulunmasın!”
(İmâm-ı Birgivî, Tarikâtı Muhammediye, s.172)